Cuma, Aralık 31, 2010

dün gece eğlenceli bir adamla tanıştım; adı Şvayk!

(Haşek'in kahramanı Aslan Asker Şvayk)

Dün gece çok geç saatte girdim yine yatağa, hemen uyusam iyi olurdu ama hayır, ben onunla tanışmalıydım. Sıkıntılı, huzursuz ve yoğun geçen bir yılın ardından, yeni yıla eğlenceli bir kitapla başlamak istedim. Komik bir düşünce belki, fakat şöyle İgnatius gibi, Huvat gibi, Oblomov filan gibi bir karakterle tanışmak istiyordum.  Aklımda başka romanlar varken nöbete giderken çantama Haşek'in Aslan Asker Şvayk kitabını attım. İşimi bitirdim, bir kahve yaptım kendime, o gürültünün arasında kendime bir yol bulacaktım, sakin bir köşe. Ama ne oldu dersiniz, romanın ikinci cildini almışım yanıma. Sabahın köründe, uykusuz işe gidersen böyle olur tabii. Neyse, dün sabaha karşı başladım okumaya. Daha başındayım romanın ama şimdiden çok ısındım Şvayk'a. Celâl Üster'in çevirisi akıcı ve önsözü çok güzel (ki ben önsözleri sevmem!). Biraz fazla dipnot kullanmış ve bunun nedenini açıklamış fakat yine de bazı bilgiler gereksiz geldi bana. Sarayevo'nun bizde Saraybosna olarak bilindiğinin söylenmesi ne kadar gerekli ben anlamadım. Dipnot okumayı kesintiye uğratıyor ve romanda (kendisinin de belirttiği gibi) pek bir işlevi yok bence. Her neyse, olan olmuş, çok güzel bir okuma serüveni beni bekliyor, oyalanmamalıyım:)

A, unutmadan herkese iyi yıllar! Lilişka, linkteki şarkıyı seçti, hediye o olsun öyleyse;

Salı, Aralık 28, 2010

bâtıni, içrek, ezoterik...her şey karıştı

(Rene Magritte - Il telescopio)

"...
her şey bâtıni! göl
kendi dibindeki batıktan
başka nedir? acılar
derin ve siyah bayraklarını
tekneme çekeli beriydi:

her şey bâtıni! tenim
kendini yurtsuyor birden:
'ben kendimin
teknesiyim ben...'
böyle dedi ve diyen
öteki yolculardan biriydi:

her şey bâtıni! gül
goncalarda içkinken
dil, güzü bekleyen kıyıda
aşkın sözünü karşılıyor
gibiydi...

her şey bâtıni! ve hüzün
hüzün
en büyük muhalefettir şimdi
..."

Hilmi Yavuz/bâtıni

Hilmi Yavuz, benim şairlerimden değildir. Hatta Ece ile durumundan dolayı biraz tedirgin yaklaşırım sanki ona. Ama yıllar önce elimden düşürmezdim Erguvan Sözler kitabını. Yakın aşklar şiiri güzeldir ve yukarıdaki ve diğerleri. Neyse, konu bu değil zaten. Benim sevgime ihtiyacı olduğunu da sanmıyorum şairin. Kimin kime ihtiyacı var ki, esasen? Bu gece bu şiiri yazmalıydım, o kadar. Tek bildiğim bu.

Cumartesi, Aralık 25, 2010

yavaş... sakin ve gülerek oturuyorum işte, daha ne olacaktı?

hayır hayır, bir de C.'nin hâlleri var!


"mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin"
                                                        bakî 

Poz vermek çok zor.  Konu bununla ilgili değil ama ben söyleyeyim dedim. Baştan söyleyeyim de sonra papaz olmayayım kimseyle. Evet, delirdim:) Nasıl bir mücadele sürüyor kafamda, kimse bilmez. Böyle bir şarkı vardı ayrıca, bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye. kimse bilmez, kimse bilmez. Güzel. Olur yani. Bugün elim kaç kere telefona gitti, olmadı. Bıraktım tezi artık, bir sorumluluk filan yok içimde ama yine de olmuyor. Onca yıl, yaz yaz, sonra, bitti gitti, bir bardak soğuk su.  Bunu geçelim, geçiyorum hızla tamam, fakat aklımda başka bir şey var benim. Aylak Adam, nasıl da havalıydı değil mi? Çok biliyordu, çok. Şu kısmı anlıyorum; kendini toplumun dışında görebilirsin. Ben öyleyimdir. Çok farklı, çok karışık, çok acınası (bakın sadece olumlu şeyler yok farklı olma derdinde), çok hassas vs. vs. Ötesi var mı peki? Yok.


"Bu caddenin elbet tenha olduğu zamanlar da vardır.  Hiç görmedim ben. Kim bu insanlar? İşten mi dönüyorlar,; eğlenceye mi gidiyorlar? Şu adamın burnu Gide'in burnuna benziyor. Ama nasıl da kasvetliler. Bunların içinde 'meçhul denizlerde balık' olmayı isteyen var mı acaba? Belki şu hep önüne bakan adam... Ne güzel okumuştu bu şiiri. Gözleri sulanmıştı. Yoksa kız mısın? Ya karşıki şaşı kadın, durmuş kimi bekliyor? Koş, bayım, koş; kaç bu caddeden. Yetişemeyecek. Evet, tramvay kalktı. Neyse, üzülme, bir başkası gelir alır seni. Ama şimdi koştun diye içinde bir utanma var değil mi?"

C'nin bilinçaltını yöneten sinemadır. Sinemanın karanlığında herkesi görür. Şaşı kadın, orada babasının hayaliyle iç içedir. Aylaktır, işi yoktur ama paralıdır, aylaklığının savunusu, babasının parasıdır. Kitabı okurken, yüzümde hep müstehzi bir ifade vardı. Elimin ucuyla tutuyordum romanı, ben de farklıydım çünkü! Neden ve nasıl bu kadar kibirliydi? Kadınları niçin küçük görüyordu?

Fakat, tutamak konusunda çok haklıydı C.

"-Ya içmediğin zamanlar?
-O zaman ararım.
-Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
-Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
-Anlamadım.
-Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"

Arkadaşı C'ye öyle bir kadının dünyada olmadığını söyler, C izafiyet teorisine dayanır, ayrıca "o olmasaydı ben olmazdım" bile der. :) Bulamaz kadını tabii, Ayşe de Güler de yetmez ona. Tutamağı kendisidir zira.

Bugün markete gittim, gitmek zorunda kaldım aslında. Duştan yeni çıkmıştım, bir şey oldu, hızla dışarıya attım kendimi. Planlı(!) biriyimdir, dışarıya fırlarken dönüşte marketten domates ve ekmek de alırım diye kredi kartımı, ve birileri beni ararsa diye telefonumu da aldım yanıma:p Neyse, saçlarım ıslak hasta olursam yandım, düşüncesiyle dertlene dertlene, kasaya yürüdüm. Bir kadın vardı benim önümde, yaşlı, kapalı biri. Aldığı şeyi beğenmemiş herhal (saniyesinde, nasıl oluyorsa) ben bunu almayacağım dedi. İade işlemi de uzun sürer, bilirim. Kasadaki kız, ben tek kelime konuşmadığım hâlde müşterimi bekletemem, sizin işi sonra yaparım dedi. Saçımdan su damlıyor muydu acaba? Espri tabii, geçelim. Kadın bunlar olmadan da sakız çiğniyordu, sonrasında kıza "benim acelem var ama" derken de! Demek ki dedim, kadının tutamağı da sakız. Bildiğin sakız. Geçen gün işe giderken, otobüste iki genç kız önümde oturuyordu, bol makyajlı, bol öz güvenli, bol dedikodulu, onların da tutamağı sakızdı eminim. Nasıl zevkle çiğniyorlardı, nasıl, sesli, tutamak o değilse şaşarım ve hatta üzülürüm! 

C., benim tarafımdan anlaşılamadı. Neden Salinger karakterlerini anlıyorken C.'ye sinir oldum bilmiyorum. Oğuz Atay'ın o çok bilmiş erkek! karakterlerinin izi vardı C.'de. Sevişirken bile düşünen. Ben de düşünürüm! Hah işte, insan aynaya sinir olur, şaşmayın. Eli bacağında kadının, hâlâ konuşuyor beyni, ne büyük acı. Tabii çok oldu ben Aylak Adam'ı okuyalı. Belki tekrar okumada farklı düşünürüm. Belki, "olur mu, müthiş bir romandır o" diyen birisine hak veririm. Yaparım bunu. Hiç canınızı sıkmayın. Sizin yerinize de ben sıkarım canımı. Belki de C.'nin kadınıyım ben, neden olmasın?


Poz vermek zordur demiş miydim?:) Yukarıdaki fotoda o aptal nesneye bakmıyorum tabii, poz veriyorum gizli gizli. Fakat, şimdi onun ne olduğunu düşünüp duruyorum, postmodern bir şey ama, ne? Justine bunalımda anlayın.

Salı, Aralık 21, 2010

uzun, karanlık gece; ama bak doğmuşum







Armenak konuşuyordu; "Bence kaldırmalı bu doğum günlerini / İnsan bir yas gibi doğuyor yeniden." Onu dinlemeye ben, çok eskiden karıncalı, sıcak, "küçük" bir günde başlamıştım. Elbette sarı. Huzur vadetmeyen, bunaltıcı bir sarı. Gogh sarısı desem, peh! çok havalı olur. Bildiğin sarıydı işte. Kirli. Şunu biliyorum artık, bazı insanların tuhaf bir defosu var, kalpte çirkin, acıtıcı bir hüzün. "Bütün coğrafyalarda karanlık bir Osmanlı" olmak. Tekrarın tekrarı bu. İnsan yaşamaktan bıkmaz. Sözler verilir, kendini sağlama almak için, biraz daha kolay dayanmak için, yok, yüzde ezbere bir gülüş. İlk önce tedirgin sonra gülümsüyorsun işte. Kimse anlamaz. Ya da sen farklısın ya "güya" onlardan, öyle sanmak işine gelir. İsa'nın ne zaman öldüğünü düşünüyorum bir haftadır, deli olabilirim, ölmedi diyorlar oysa. Otuzunu aşmıştı sanırım. İyimser bir bakışla, "eh, çarmıha da gerilebilirdin." diyebilirim. Derim yani, biliyorum ben kendimi. Şimdi otuz dört filan oldum sanırım, böyle durmaz tabii bu, gider elbet. Hemen ölmezsem. Keşke içmeyi bilen bir tip olsaydım, şöyle adamakıllı içseydim. Her doğum günümde deli gibi içeceğim diyorum. Sonuç, bir ya da iki bira.

"...Ya alkol olmasaydı. Bir uzun bardaklarımız vardı. Herkes birbirinden artardı
Bulanık, bungun artardı
Kuru gök, kuru bir yağmur bırakırdı sesimize
Çok uzaklarda çok düşündüğümüz bir şey solar solar solardı..."

Şeb-i yelda, ne şiirsel bir tamlama. Öyle ama, yalan mı? Hep söyleyesim geliyor, cümle içinde kullanacak bir durum olsa keşke. Bu gece bardayım, garsona bağırsam; "Şeb-i yelda kutlanıyor burada, tüm içkiler benden!" Hah ha, utanmasam bir ihtimal. Ben şimdilik sadece içimden söylemekle yetineyim; Şeb-i yelda, Şeb-i yelda, Şeb-i yelda...  Beynimde fısır fısır kelimeler.

Pazar, Aralık 19, 2010

"buraya bakın"

Pablo Picasso/Guernica



"...
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
       Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

..."
ece ayhan

Konuşmak ne kadar boş ve anlamsız. Tarihe bakarken, birden ayarınız kaçabilir. Saatinizi, öfkenizi ve sabrınızı kontrol altına alamazsınız. Bu ülkenin tarihiyle ilgili bir sorunum var. Halleşemediğim, huzurla geçmişe bakamadığım bir fotoğraf sergisi. Jacques-Louis David'in The Death of Socrates resmini çok çok severim ben. Her baktığımda garip bir utanç gelir oturur içime. Böyle, bu şekilde ve utanmadan, ölenlerin tarihini seyrediyoruz hep beraber. Delirmek neden zor olsun ki? Hayır bir de sor sor nereye kadar, mendil neden kanıyor diye?

Jacques-Louis David/The Death of Socrates

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Justine alışverişte bunalır, Antichrist rahatlatır!



Alışveriş ne zor, ne sıkıcı, ne bunalım bir şey! Bugünlerde Poliş, dışarı çıkmalıyım, alışveriş yapmalıyım diye sayıklayıp duruyor. Doğum günüm yaklaşıyor ya, çaktırmıyor sözde:) Ne olursa olsun, ister sevdiğimiz birine bir şeyler alalım, ister kendimize, alışveriş bunaltır! Ben yıllardır beden, boy, en vs. vs. bakmadan, denemeden alıyorum kıyafetlerimi. Zaten değişmiyor kilom, rengini, tarzını seversem, fiyatı da uygunsa, al gitsin işte. Alışveriş yoruyor beni, sıkıyor. Hadi bu sefer, keyifli bir gezi gibi olsun diyorum, bir iki vitrin bakınca değişiyor havam. Hemen oturup bir şeyler yemek, içmek istiyorum. Tek başına alışveriş güzeldir, tezgâhtar, satış görevlisi, her neyse size sarmaması harikadır, alışverişten sonra bir yere oturup keyif çatmak ise muhteşemdir!


(Denediğiniz her şeyi almazsınız, o elimde tuttuğum öylesine bir etek tabii:p Vitrin bakmak yorar ve oturmak en iyisidir!)

A, siz de netteki moda bloglarını gördünüz mü? Dikkat ettiniz mi daha doğrusu, kadınlar poz veriyor, fotolarını yayınlıyor filan falan ama yüz yok ortada! Yüzlerinin yerine, kalp, ya da başka bir şey koyuyorlar. Silik, bulanık, yandan çekilmiş fotolar çoğu. Bir tek bana mı garip geliyor bu, yoksa ortada gerçekten tuhaf bir şey mi var? Hayır, madem hiç koyma, yüz kutsal mı acaba, bakmalıyım arkeolojik metinlere:) 

Bu saatte nelerle uğraşıyorum ben! Yılın son ayı bu ay. Benim aralığım, orası tamam da, yazmak ya da yazmamak meselesi hâlâ duruyor Demokles'in kılıcı gibi başımın üstünde. Ben bittim!



Antichrist'i seyrettiniz değil mi? Tabii tabii, seyretmeyeni dışlıyorlar şimdi ortamlardan, bahsetmek için geç kaldım ben:) Çok çok oldu ben seyredeli ama bugünlerde hep aklıma gelip duruyor. Orada Charlotte'un canlandırdığı kadın karakter tez yazıyordu. Hah ha, delirerek! Yaşı benim yaşlarımdaydı sanırım ve bunalmıştı. Filmi yalnız izlemiştim, şarap içerek ve dertlenerek. Filmdeki onca mesele, onca sorunun yanında izlerken bir de kendi sonuma hayıflanıyordum. Kızım sonun bu işte, bir ormanın ve işkence edeceğin kocan eksik:p Trier'in tez yazanlara bir an önce gittikleri yoldan vazgeçmeleri için yaptığı iyilik budur işte. Ona sesleniyorum; yaptığın her filmi heyecanla ve tutkuyla izliyorum hayatım, çoğunun fikrine katılmasam da böyle bu. Fakat en büyük teşekkürüm bana Charlotte'un hal-i pürmelalini gösterdiğin içindir. Ellerin ve beynin dert görmesin şekerim. Bırakıyorum inşallah!

Pazar, Aralık 12, 2010

kibir, vişne reçeli, Rüya ve bir şeyler, bir şeyler


(Alberto Giacometti/Woman with her Throat Cut)



"...
-Vişne reçeli ister misin? Vardır burada. Anımsar mısın, küçükken vişne reçelini ne çok severdin?
-Ah, unutmadın mı bunu? Reçel de getirsinler bakalım, şimdi de seviyorum reçeli.
İvan çıngırağın ipini çekti. Gelen garsona, balık çorbası, çay, reçel getirmesini söyledi.
-Hiçbir şeyi unutmadım ben Alyoşa..."

Vişne reçeli ne güzeldir. İvan'ın unutmayacağı kadar, kardeşleri uzun bir konuşmaya hazırlayacak kadar güzeldir. Ekşili tadı, ağızda hoş bir sürpriz gibi diri meyvesi, baştan çıkarıcı rengiyle muhteşemdir. İvan'ı, bu konuşmayı okuduğumda sevmeye başlamıştım, sonrası geldi tabii, gelmemesi imkansızdı. Vişne reçeli, İvan'la aramızdaki şifredir, onu sevmemin şifresi. O unutmadığı gibi ben de unutmam, kardeşliği, reçelin tadını ve İvan'ın insanlığını. İvan kibirli değildir.

Bazarov kibirliydi. Babalar ve Oğullar'ı okurken hem ilginç buluyordum onu hem de kibri beni üzüyordu. Korktuğum, beni utandıran, uzak tutan bir şey kibir. En büyük günah, öyle derim hep ben, bırakın din kitaplarını şimdi. Öyledir, buna inanıyorum.

Bazarov'un hasta olması babasını çok üzüyordu, oğlunun günden güne erimesi karşısında hiçbir şey yapamıyor, soruyordu;

"-Neden yemiyorsun, Yevgeniy? Yemek güzel olmuş bence.
 -Acıkmadım, ondan yemiyorum.
 -İştahın mı yok? Peki başın, ağrıyor mu?
 -Evet ağrıyor. Neden ağrımasın?"

Bu konuşmayı hiç unutmadım, her başım ağrıdığında, bana başın ağrıyor mu diye her sorduklarında aklıma Bazarov'un komik, ironik ve "yılan" diliyle verdiği cevap geldi. Nihilistlerin piri, sevgili Bazarov, unut aşık olmanın basitliğini, zavallı köylülerin aczini filan, senin en büyük günahın boyundan büyük kibrindi.

(Anicet Charles Gabriel Lemonnier/Apollo and Artemis Attacking Niobe and her Children)

(Niobe kibri yüzünden tanrılar tarafından cezalandırılır. Yine de acıdım kadına, çocukları ölüyor, kolay mı?)

Uzak, karanlık, anlamsız, bol kahkaha ve bol gözyaşı dolu gençlik yılları, hümanizm diye bir şey varsa eğer, bulaşıcı bir hastalıksa bir de, kuluçka dönemini o yıllarda sürer. Bir zamanlar defterleri dolduruyordum insancıllığımla, insan ne çok önemliydi benim için, kaçarak gittiğim tiyatro oyunu, gece dolapta saklanacak kadar sarsıcıydı. Gorki'ye ayıp olmasın ama nasıl gaza getiren bir kitaptır "Ana". :) Neyse, şimdi, her şey saçmaydı, ah ne anlamsız yıllar filan demeyeceğim, denir mi hiç öyle?:p Sadece insan her yönüyle, her şekilde sevilmez bunu biliyorum artık. (bkz; Cassius, oradaki mesele farklıdır.) Kibirli insan sevmem ben. Bazen konuşurken zorlanırım, soğuk durduğum olmuştur, baktığım, anlamaya çalışırken yaban sanıldığım, ama kibirli olmadım hiç. Kibirin sesi, duruşu, havası bellidir, kokusunu alırım, midemi bulandıran, içimi acıtan canımı sıkan, bir şeydir. Güçsüz bırakır beni, üzer. Tanrıya karşı işlenen ilk günahın sahibi, şeytanın sıfatının kibir olduğundan ise  gerçekten emin değilim. Orada karışan bir durum var, tekrar yargılanmalı. Kibirden daha çok, yalnız bırakıldığı bilinmeli. Hoş bana ne değil mi?:) Yarın nöbet var zaten, yine tam gün, umrumda mı şeytan ya da melek! Geçelim.

Rüya, geldi bu hafta. Bir avuç olan "küçücük" aile bir kişilik daha büyüdü:) Lily, en sonunda arkadaşına kavuştu, umarım sağlıklı büyür ve çok çok mutlu olur. Hoş geldin Rüya ve yay burcu oldun şekerim, n'aber? Hah ha, bizim ailede herkes ne çok severmiş benim burcumu ona göre ayarlıyorlar bebeklerinin doğum tarihini, kibir yapsam mı ne?:p

Kocaman bir hafta farenjit saçmalığıyla geçti. Nefret ettiğim, başımın belası bir hastalık bu. Sigarayı yıllar önce bıraksam, soğuk kasabalardan en sıcak (güya!) yerlere taşınsam bile bırakmıyor peşimi! Boğazım yanıyor, yutkunamıyorum, bunları bırakalım en kötüsü çayı limonlu içmek zorunda kalıyorum! Soğuklar geldi, bol bol vitamin alın ve farenjit olmayın, size bu saatte verebileceğim tek tavsiye budur.  

A, bir de İzmir'e kar yağdı, olması gerektiği gibi değil tabii, sulu sepken!

(Bu yazıyı yazacağım diye oturduğumda yukarıya eklediğim güzel şarkıyı dinliyor, ve Giacometti'yi ne kadar çok sevdiğimi düşünüyordum. Şimdi şarkının ne olduğunu bile unuttum, ayrıca heykeltraştan da hiç bahsetmedim! Ciddi ciddi alık, bunak bir şey oluyorum ben, sonum çok kötü.)

Pazartesi, Aralık 06, 2010

boşluğa düşmek

(Augustyn Mirys/Punition De Cassius - "Cassius'un cezası")

"Güz kıyısından baktım bu sabah
Şakayıkların, asma kabaklarının gözünden bir anlama doğru
Bir hiçe, suya karışmış kubbenin şıpırtısına
Her şey sayıklaması gibiydi Allah'ın yalnızlığı
Lâilâhe illâllah, lâilâhe illâllah

Boşluğu onaramıyor insan
Ama inanabiliyor işte boşluğa."

H. Arkan/Bir Hiçe Doğru



Cassius'u anlayın lütfen. Ben anlıyorum diye bunu istemiyorum, Cassius'u anlamanız gerektiği için anlayın. Hâlâ yüreğiniz "evet" demiyor mu? Bekleyin.

Cassius, Brutus ile birlikte Sezar'a (akademik kaynaklara göre Caesar'dır.) karşı düzenlenen suikastin baş adamlarından. Roma senatörü ve  aynı zamanda felsefe eğitimi almış bir entelektüel. Şimdi, Cassius'un tarihteki rolünü filan yazıp bu saatte ne kendimi ne de sizi sıkmak istiyorum, Cassius'un boşluğunu söyleyeceğim size sadece. 

Cassius, dava arkadaşı zavallı Brutus ile birlikte Sezar'ın "taze" Cumhuriyeti sindirememesini izler. Yönetim yeni, güç etkilidir. Sezar, hem vatanın babası (Pater Patriae), hem de ömür boyu diktatördür  (Dictator Perpetuus). Kulağı güçten hiçbir sözü duymaz, gözleri görmez olmuştur. Onun görmedikleri görenler vardır tabii, diktatör ünvanını sikkeler üzerinde (ilk defa Sezar döneminde böyle bir uygulama -diktatör mimi- yapılmıştır.) başka anlamlarla okuyanlar. Ah, Casca (diğer suikastçı)  kardeşlerinden daha heyecanlıdır, plan budur.

Hançer diktatöre saplanmalı, cumhuriyet yaşamalıydı. Onlar ne kadar düşündüler, düşündükleri kadar ağladılar, Sezar arkadaşlarıydı. Akan kan, Cassius'un gençliğinde okuduğu şiirlerin anlattığı renge benzemiyordu. Başka bir kırmızıydı, ele değdiğinde yakıyordu. 

Shakespeare, Julius Caesar adlı eserinde Cassius'un ağzına şu cümleyi kondurur; "The fault, dear Brutus, is not in our stars, but in ourselves, that we are underlings."*

Cassius arkadaşı Brutus ile aynı kaderi paylaşır, intihar eder.

Ferit Edgü'nün "İçerdeki" adlı kısa öyküsü şöyledir;

"Kapıyı siz mi çaldınız?
 Kapıyı çalmadıysanız, burada kapının önünde ne işiniz var?
 Beni mi istiyorsunuz?
 Ama ben içerdeyim. Ben dışarı çıkamam.
 İstesem de çıkamam ben.
 Bana izin yok."

Dante, İlahi Komedya'da Cassius'un cehennemin tam ortasında yanacağını söylüyor, sonsuza kadar, şeytanın ağzında çiğnenerek. Üç kişi bu cezaya çarptırılmış, Cassius, Brutus ve Nasıralı İsa'ya ihanet eden Yehuda. Üçü için de dua edilse ne olur?

Ve, Yehuda da intihar etmiş.

Tarih hep belkidir. Sormayın şimdi, bekleyin. Boşluk, karşınıza çıkacak.
--------
* "Hata, sevgili Brutus, yıldızlarımızda değil, ancak kendimizde, başkasının iki dudağı arasında olma halimizde."

Pazar, Aralık 05, 2010

hey!


Karışık karışık günler, bolca film, iş, dışarısı, bir türlü bitmeyen kitaplar, kafa karıştıran sorunlar ve işte geçip gitmiş bir ay daha. Bu kadar zaman sonra, pop art konusu  masal oldu tabii, hatta ben neredeyse pop art gibi bir şey oldum!

Aklımda iki Danimarka filmi var yazmak istediğim, diğer filmleri şöyle bir geçeyim o zaman. 

A Single Man, öyle sıkıcı bir film ki, ben yarısında bıraktım, dayanamadım. Sıkıcılığı ağırlığında, anlamlı olmasında filan da değil üstelik. Tom Ford, tam kendisine yakışır bir film çekmiş. Her kare özenle, bir moda çekimi yapılıyormuşcasına tasarlanmış, ama bir şey unutulmuş; konu. Filmde, model olduğuna neredeyse emin olduğum (başrol oyuncuları dışında)  karakterlerin poz çabaları, sırf şekil olsun diye oluşturulan eğreti mizansenler kısacası hepsi anlamsızdı.  

Going the Distance, bildiğiniz romantik komedi. Bu kadar, daha fazla bir şey yazılır mı bu janr için? Hah ha, yazılır yazılır. Ben romantik komedilerden soğudum. Son zamanlarda seyrettiğim bu tarzdaki tüm filmler berbattı. İnsanı aptal yerine koyuyor bu filmler ve buna tahammül etmek çok zor. Going the Distance biraz daha katlanılabilir bir film. Belki konusu bana eğlenceli geldi, ondan böyle söylüyorum, ne bileyim. Uzak mesafe ilişkisinin zorluklarını anlatıyor ve ben bunu çok iyi biliyorum:) Basit, eğlenceli ama iki günde unutulacak bir film, eğlendim ve güldüm, gerisini boş verdim, bu kadar. A, telefonla seks sahnesinde kadının ve erkeğin konuya farklı yaklaşımı müthişti ayrıca, söylemeden geçmeyeyim, komik:))

It's ComplicatedG.T.D. gibi fakat biraz daha klişe desem, yok yok ikisinin de birbirinden artı ya da eksi yönleri var. Şunu diyebilirim ama, Mery Streep yaş olarak  Drew Barrymore'dan neredeyse otuz yıl  ileride de olsa güzellik ve eda bakımından artı yönde fark atıyor. Böyle yani, yalan yok.

Aaa, sıkıldım, çok kötü bunlar, neden haklarında yazayım ki? Eğsen, büksen, farklı renklere boyasan bile anlamlı durmuyorlar. İşte pop art budur! Nasıl bağladım ama, bunca zaman sonra, araya iki de nöbet girmişken daha bilimsel bir devam yazısı yazamazdım:))

Frygtelig lykkelig, yazının başında bahsettiğim Danimarka filmlerinden biri, diğerini seyredeli çok oldu, bu en yakın tarihli seyrettiğim. Terribly Happy, filmin İngilizce adı. Ben filmlerin konusunu uzun uzun anlatmam, anlatamam aslında, sadece bana hissettirdiği şeyleri konuşurum. Bu film, her şeyiyle yabancıydı. Uzak olmak, uyum sağlamak, taşraya ayak basmak ve bastığın yerin sallanmasını anlatıyordu.

"Bir zamanlar bataklığın derinliğine bir inek gömülmüştü. Ortadan kayboldu. Şişirilmiş bir balon gibi, altı ay sonra çıkıverdi. İki başlı bir yavru doğurdu. Bir başı buzağı, diğeri ise insan başı. Görülmemiş bir yaratığı beslemek zorundasınızdır. Bunu herkes bilir. Çiftçi de öyle yaptı. Bir süre sonra yavrusunun bu illeti hayvanı çılgına çevirdi. Kadınlar da doğmamış çocuklarını ve kendi akıllarını kaybetti. Adamlar barda toplandı... Ve sabahın erken saatlerinde bu yaratığı bataklığa attılar. O günden sonra ne kadınlarla ne de hayvanla ilgili bir karışıklık yaşandı."

Bu meselle başlayan film, kasabaya yeni gelen polis memurunun gerçek mi yoksa kabus mu olduğu anlaşılmayan maceralarıyla (Yok yok Hollywood macerası değil.) devam ediyor. Polisin arkasında bıraktığı geçmişle başı dertte, kasaba ise içindeki bataklığı daha da büyütüyor. Tesadüf bu ya, kasabanın bütün sorunları ortak bir kararla içine attığı devasa bir bataklığı var. Bataklık, ilerledikçe daha da içine alıyor insanı, kaybediyor. Çamurda kaybolmak geride kalanların nefes almasını sağlıyor.

Filmde kırmızı mantolu (Çocuklar manto giyer mi, merak ettim şimdi yazarken?) kızın boş sokakta, tekinsiz sesler çıkararak dolaşması biraz klişeydi evet, ama sanırım yönetmenler bunu yapıyor. Daha önce çekilmiş sağlam filmlere gönderme diye düşünüyorum ben. Hatta bu filmde hemen Roeg'in muhteşem Don't Look Now'ı aklıma geldi benim. Bunun dışında beni rahatsız eden bir şey olmadı ve bataklık başta olmak üzere tüm ayrıntılar çok anlamlıydı. Kasabanın okeye dörtlü aradığını biliyordum elbette fakat sonunda (tamam söylemeyeceğim bu sefer:)) polisin hareketi çok şıktı:p Söylemeyince böyle saçma oluyor işte! Güzel film, sevdim demek bu film için hoş durmaz, anladım ben diyeyim ve bitireyim.

Ve, Certified Copy. Kısa keseceğim, bu saate kaldı tabii. Kiarostami, bu filmin çıkış noktası olarak bence Rossellini'nin Viaggio in Italia filmini almış. Oradaki gibi bu filmde de, bir kadın ve erkek İtalya'yı dolaşıyorlar konuşarak. Kiarostami'nin filminde farklılıklar var elbette ama bu zaten yönetmenin düşündüğü bir şey olmalı. Çünkü, bu aslının kopyası. Heykel sanatında da böyledir, bazen kopya (bazen mi, hayır çoğu zaman!) orijinali geçer. Daha güzel, daha havalıdır. Bazen konu bu bile değildir, kopya ne, orijinal kurgudan mı doğar, budur önemli olan. Kadın hayran olduğu yazarla kenti dolaşırken birden kurguyu oynamak ister. Peki, asıl olan oynanıyor mudur? Adamın karısı olduğunu kurgular ve yazar da bu oyuna katılır. Bu saatten sonra, neyin öğrenilmiş neyin doğal olduğu karışmıştır artık. Kadının adamın omzuna başını koyması, ağlaması, hiç yoktan tartışma çıkarması, erkeğin, kadına bazen çok tepkisiz davranması, bazen gereksiz yere sert karşılık vermesi, hepsi muğlaktır. Bırakın izleyeni kendilerinin bile bilmediği bir oyunu oynarlar. Yönetmen, filmin ismini koyar, bu seyrettiğiniz orijinal değil fakat değerine siz karar vereceksiniz! Postmodernizmin söylemek istediği nedir sahi?:)

 (Filmin fotolarını her yerde görürsünüz ben Shimell'in filmden bir karesini koydum buraya, ve opera iyi ki varsın sen!:))


Bitirirken, Juliette Binoche'un abartılı oynadığını (Beni tepkileri çok çok rahatsız etti, sanırım manik kadınlara dayanamıyorum.) ve ilk filmi olmasına rağmen William Shimell'in yeterince inandırıcı olduğunu söylemeliyim. Adam hoşuma gitti, tamam inkar edemem ama gerçekten güzel oynamış valla:)) Sakin sakin, koşturmadan. Bu arada Shimell'in ilk filmi bile olsa oyunculuk konusunda deneyimsiz değil kendisi, opera sanatçısıymış ve sahnelere alışık haliyle. Hoş adam oynasın hep, ne diyeyim başka. İşte, postmodern konulara dalan bir filmin eleştirisi ancak böyle bitirilir. Yalan mı yani?

p.s.: Diğer Danimarka filmi (Den du frygter) sonraya kaldı yine. Eski filmleri biliyoruz, çoğu ağır, çoğu sağlam tamam da yeni filmlerden böyle etkili bir şeyin çıkması. Çok güzel, çok şaşırtıcı, anlatacağım.

Pazartesi, Kasım 29, 2010

en sevdiğim

(Uğurhan Betin/Haydarpaşa Tren İstasyonu)

"...
Bir bakmışım gökyüzünde gömülmez bir cenaze töreni
Ve aşağıda, yıkanmış balonlar demetinin başında
..."
(ece ayhan/gökyüzünde bir cenaze töreni)

En sevdiğim orasıdır. Çocukluğum, gençliğim, her yaşım, bakışım. Öylesine hiç geçmedim önünden, hiç geçiştirmedim onu. Dün kalbim çok acıdı, hiçbir şey düşünmedim. Bütün konuşmalara kapattım kulaklarımı, bir tek onu duydum. Unutayım dedim, yine geldi oturdu kalbimin bir köşesine. Kim bilir kaç yazışmanın, kaç beklemenin, kaç kalp çarpıntısının sonunda gittiğim yer yine orasıydı. Beni yatıştıran, en sade haliyle yanına çağıran, bir çay içtiğim, soğuk gazozunu sevdiğim. En sevdiğim orasıydı.

Cemal Süreya, gri bir ev ödevi gibi demiş Haydarpaşa için, ne güzel söylemiş. Şimdi ödevimizi yaptık, içimiz rahat olmalı, uyumalıyız huzurla. Peki, neden bir şey devamlı acıtıyor kalbimizi?

Ece bilir, o hep önceden görür. Söylemişti;

"Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan  bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! girmiş körfeze."

(Fotoğraf: Zeliha Şengöz)

Pazar, Kasım 28, 2010

pop art, bilirsiniz işte hafif şeyler...


Sayılı gün çabuk bitermiş, bitti. Yarın "kabus gibi" yirmi dört saat nöbet var! O zaman güzel, hafif şeylerden bahsedeyim biraz.

Pop art, hafiftir. En basit tanımıyla bu akım, ciddi sanat türlerine tepki olarak doğmuş ve tüketimi hızlandırmayı amaçlamış. Pop art, soyut sanattan (özellikle soyut ekspresyonizm) sıkılan arkadaşların (Claes Oldenburg, Andy Warhol, Roy Lichtenstein başta olmak üzere), herhangi bir nesneyi üst değermiş gibi topluma sunmalarıyla başlamış. Basit bir objeyi, çoğaltarak, parlak renklere boyayarak, devasa boyutlara getirerek halkın bakışına hazırlayan bu sanatın asıl amacı, akademik olana tepki ve soyutu küçümsemektir aslında. Burada, cinsellik elle tutulur hâle gelir, bir konserve kutusu Mona Lisa'dan daha önemlidir, ki zaten Mona Lisa bu sanatla birlikte cips yer, kola içer. Lichtenstein pop art hakkında konuşurken şöyle demiş; "Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım."

Ben bir objenin çok sayıda taklidinin yanyana getirilip, -büyüklü küçüklü- çerçevelenmesini, mona lisa'nın cırlak renklerle boyanmasını, önemli bir ikonun konuşma balonuyla derdini anlatmasını ilginç buluyorum. Sadece ilginç buluyorum ama, o kadar. Hatta, çalışma odamda Jeanne Moreau'nun  Jules ve Jim filminden bir görüntüsü pop art tarzında asılı, ama kolaycılık gibi geliyor bana Pop Art. Bunu inkar etmiyorlar zaten, sorun o değil, derdim anlam aramayın derinlerde diyen bir sanatın, günümüzde büyük şeyler söylüyormuş gibi kabullenilmesi.

(Bahsettiğim resim bu, çok sevdiğim filmin bu resmini Andy Warhol tarzına getirip bana hediye etmişti Poliş. Fotoğrafını çekersem -unutmazsam tabii!- koyarım belki buraya.)

Son günlerde, "modern döşenmiş" hemen her evde gördüğüm, bir objenin (en çok bir meyve, ya da çiçek oluyor), yanyana asılması (dikkat, aynı obje tekrar tekrar!) beni çok sıkıyor. Bunun pop art'ın halt yemesi olduğunu da biliyorum üstelik. Neyse, ben bu akşam en son seyrettiğim filmlerden kısa kısa bir şeyler anlatacaktım burada. Olmadı tabii, uzadı yine. Saat çok geç oldu, yarın sabahın köründe kalkacak biri için. Hem ben, yatacağım dedikten sonra en az iki saat geçmeden uyumayan biriyim!:) Abbas Kiarostami'nin son filminden bahsedeceğim o zaman bir dahaki yazıda. Bu konuya bağlayacağım çünkü, inanın:p

Kısaca; Certified Copy, hem taklit bir film hem değil. Ben filmi seyrederken hep Rossellini'nin "Viaggio in Italia" filmini düşündüm. Yönetmenin bunu özellikle yaptığına da eminim. Anlatacağım ama, daha sonra:)

Cuma, Kasım 26, 2010

bir ben vardır bende, benden içeri*

(Michelangelo Merisi da Caravaggio/Narcissus)

"...
Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeri
..."
                                   Yunus Emre


Biliyorum, Yunus'un harika şiirinin zavallı Narkissos ile esasen ilgisi yok. Zaten Narkissos'un da -yaşasaydı eğer- bu felsefeyi umursamayacağına eminim. O kendisine takılmıştı, mitoloji söyler. Sevgilim bana İbn Arabî'den, "her mabudda tapınılan yalnız Haktır, bilen bilir, bilmeyen bilmez."** alıntısıyla başlayan yazısını gönderdiğinden beri, tapınma ve bir başkasının benliğinde erime, üzerine düşünüyorum. O, aşkın durumdaki ötekinin replikası (neden bu kelime canım, o kadar somut bir özdeşleşme durumu mu bu?) olmak üzerine kurmuştu yazısını, ben bizzat kendine dönmeyi merak ediyorum. "Anlıyorum, o benim, aldatmıyor beni artık hayalim. Tutuşturan da ben, yanan da. Kendime olan sevgimle yanıyorum. Ne yapayım? İsteneyim mi? İsteyeyim mi? İstenecek ne kaldı artık? Beni yoksul ediyor varlığım; arzuladığım benimle." Ovidius, Narkissos'un ağzından bunları yazarken ne Yunus vardı ne de Arabî, olan tek şey en yücesinden arınmaktı, yalancı peygamberin inancı. Severken sevmeleri unutmak, sevişirken ellerini, hep bu inanç yüzünden biliyorum. Ben gölgeyi sorarken, acaba benim gölgem var mıdır?, diye sayıklarken  o inanca yaslanıyordum. İtiraf ediyorum.

Kim olursa olsun; uzaktan baktığın, öykündüğün, aşık olduğun, kıskandığın, sevdiğin, kim olursa olsun, aynada duran yansıman aslında. Akis, çarptı taa o zamandan eşyaya, görüyorsun, baktığın suda, artık gözlerini kapama, işe yaramıyor.


Elimde Lao Tzu'nun Tao Te Ching kitabı var, biraz kırmızı şarap bir de, sayılır mı bilmem. "Dışarı çıkmak yaşam; içeri girmek ölümdür." diyor şiir gibi. Nasıl şaka ama! Tanrının aklını kaçırdığının diğer kanıtı bu, üç adamı benim kafamda buluşturan böyle şakalar. İçeri ne kadar çok girersen düşüyorsun. Ne arzunun o belirsiz nesnesini (sevgili Bunuel elbette) biliyoruz, ne de doğru düzgün yürümeyi. Ve aslında yürümeyi öğrensek bile çıkış yolu yok, objet petit a ulaşılmazdır. Narkissos'un yaptığını yaparsak belki biraz daha anlamlı; nesneyi öldürmeyi denemek.

Aa, bir de şöyle bir sorun var, mutlak doyum diye bir şey de yoktur. Öyle efendisi olunacak tatmin hâlleri filan. Zevk alırsın geçer biter, sonradan olan vücud'a asla değemez.

*Aslı "bir ben vardır bende, benden içerü" olan Yunus Emre şiirinin bir dizesi.
**Yazıdaki canımın çevirisi, diğer çevirileri (aynı metin olmayabilir, bilmiyorum.), "Tapınılan hiçbir kul yoktur ki O ancak Allah'tır", şeklinde.

Çarşamba, Kasım 24, 2010

"Yaratık", ya da bir şiir dizesi gibi atlarını süren atlılar...

"...
atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar
atları rüzgâr kanat...
atları rüzgâr...
atları...
at...

rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
..."
                               n. hikmet/salkım söğüt



Hayatımda ilk defa hipodroma gittim ve hatta ilk defa at yarışı oynadım, güzeller güzeli atları seyrettim. İnanılmazdı. Hipodrom ve bütün çevresi, farklı bambaşka bir dünya. Yarış oynayanlar, atların piste (kulvar mı acaba, ne denir bilmiyorum ki o dünyanın terimlerini) çıkışı, jokeylerin atlarıyla iletişimi, heyecan, heyecan, hep bir ağızdan bağıranlar, fısıltılar, orası ayrı bir dünyaydı! Aşağıdaki fotoromanda yarışlar hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kadının bahis oynamasını ve tabii kaybetmesini göreceksiniz:) Konuşma balonu yok belki, ama yüz ifadesinden neler olup bittiği anlaşılıyor, fena kaybetti! Hem de son koşuda. Siz siz olun, favori at filan demeyin, hatta tüyoları da takmayın, ee, benim gibi romantik romantik takılıp at isimlerinden de gitmeyin, kafanıza göre oynayın işte!


Elbette bu yazı böyle bitmez. Daha edebi, daha şiirsel bir şeyler olmalı burada. Yarışları seyrederken benim aklıma devamlı gelen bir şeyler. John Fowles, benim gizemli ve çok çok akıllı yazarımdır. Koleksiyoncu, "Kiraz" denilen 'köy gibi ilçeye' tahammül etmemi, bahçesinde üzüm yiyerek (hem de üzüm, nasıl Roma ama!) romandaki zindana girmemi sağlamıştı, içime ağlamıştım valla! Mantissa'yı hiç sevmedim, postmodernizm filan anlamam, saçma gelmişti. Sanki yazılmış olmak için yazılmıştı Mantissa, olmasa da olurdu. Ve Yaratık.

Ben bir romanı resim gibi tarif edeceksem eğer, o roman Yaratık olurdu. Okuyan bilir, yazar söylüyor zaten romanın başında, suluboya bir kadın resminden çok etkilenip yazıyor bu kitabı. Belki kitap bile değil, "o kendine özgü, tuhaf bir tür; bir maggot, bir yaratık".

Yaratık romanı ile ilgili aşağıdaki yazı çok önceye ait. Tezle uğraşırken, birden romandan parçalar aklıma gelmiş ve sabah olurken sanki yazmazsam ölecekmişim gibi deli gibi yazmaya başlamıştım.  Tuhaftır bu roman, anlatmak zor. Parça parça yaşıyor benim içimde şimdi, yazdığım şeyler de bir parçası.

(Jean-Baptiste-Siméon Chardin/The Silver Tureen)

"maggot, (kurtçuk) sözcüğü kanatlı bir yaratığın larva evresini ifade eder; bu satırların yazarı yazılı bir metnin de en azından bu anlama geleceğini umut etmektedir." Fowles, romanına başlamadan böyle der. hem okuyucuyu hem kendisini hem de yaratığı uyarır. yazarın beyninde beliren inatçı bir imge, onu asla bırakmaz. nereye gittikleri bilinmeyen, sadece atlarını süren yüzleri olmayan seyyahlar.

Yaratık, ya da bir şiir dizesi gibi atlarını süren atlılar...

ilk beliren kadının yüzüdür. çok uzun süre ölmüş olan kızın gözlerindeki bir şey, açıklanamayan bir var olma isteği, ölmeye karşı çıkış fowles'u bu kitabı yazmaya iter. ama hayır, kitap değil bu, roman da değil. "o kendine özgü, tuhaf bir tür; bir maggot, bir yaratık."

genç kadın romanın başında bir yerlerde, yolculuğun belirsiz bir zamanında, durakladıkları handa banyo yapmak ister. yanındaki adam (birlikte yolculuk yaptığı erkek hizmetkâr) kımıldamadan orada, odada durmaktadır. kadın, yanına gider, kolundan tutup adamı arkasına dönmeye zorlar. çaresiz bir hayvan gibi bezgin ve kırgın durur adam. ifadesiz. yazar, "dilsiz ve işkenceler içinde, kendisinden ne beklendiğini bir türlü anlayamayan çaresiz bir hayvan gibi durur", der. kadının kararlı bakışları adamın boş mavi gözlerini kendi kahverengi gözlerinden alır, duvarın bir noktasına sabitler. kadın adamın elini bir süre tutar. belirsiz bir süre öyle kalırlar. bir şeylerin olmasını bekler gibi. ama olmaz. kadın soyunmaya başlar. odada yalnız gibidir. iç çamaşırı dışında çıplaktır artık. kadının soyunması, adamı "tuhaf" etkiler. kadına doğru değil, odanın en köşesine, kadının en uzağına gider. leğene döktüğü su ve küçük bir sabun parçası yardımıyla yıkanmaya başlar kadın. mum ışığında sadece sırtındaki yumuşak bir beyazlık çizgisi görülmektedir. burada yazara göre gerçek bir uğursuzluk vardır; kadının solak olduğu anlaşılmıştır ve kadın bir kez bile arkasını adama dönmezken adam gözlerini kadının yarı çıplak vücudundan hiç ayırmaz.

kadın, vücuduna koku sürer. giyinir.

parmağına biraz üstübeç alır. yanağına ve yüzüne sürer. boynunu ve omuzlarını da renklendirir. aynada kendisini seyreder. ışık, geridedir. adama şamdanı verir ve tutması gereken yeri, yüzünü gösterir. kırmızı bir merhemi dudağına, dili ve parmağıyla sürer, yanaklarını hatta allık kullanıyormuş gibi elmacık kemiklerini boyar. bir şişedeki sıvıyı (güzelavratotu. ah, tabii belladonna. fitoterapi ve tezim sağolsun!) gözüne damlatır. o zaman, gözlerini çevirip adama bakar. yine yazara göre bu kadını daha fazla arzulanır yapmaktan çok ona oyuncak bebek güzelliği vermiştir. (bence, görmesem de kadın "hoş" olmuştur. neyse.) kadında bir tek kahverengi gözler değişmemiştir. haififçe gülümseyerek gözlerini kapatır. masum, adamın kardeşi gibi bir gülümsemedir bu. başkasının öpmeye çağrı gibi yorumlayacağı bu harekete, adam sadece mumu kadının yüzüne biraz daha yaklaştırarak cevap verir. ışıkla aydınlanan yüzün -sanki bir sır var gibi- her çizgisini, her kıvrımını inceler. kadının yüzünü bir ölüm maskını eller gibi -parmağıyla- eller. yanaklarına, çenesine, alnına, kaşlarına, gözkapaklarına, burnuna, ağzına dokunur. kadının dudakları kendisine dokunan parmaklara kımıldamaz. şamdanı yere koyan adam aniden kadının dizlerine kapanır. bu görüntüye dayanamıyor gibi yüzünü kadının kucağına gömer. genç kadın şaşırmaz, kımıldamaz. sadece, adamın saçlarını okşar. usulca konuşur.

nazikçe adamı iten kadın, giyinmesine devam eder. adam hâlâ diz çökmüş durumdadır.

yerdeki mum bu anlatılan şeylerin hiçbirisini düşündürtmeyecek başka bir şeyi aydınlatır. adam, kadının yüzüne bakarken olduğu gibi büyülenmiş bir şekilde bu şeye bakmaktadır. boğulmak üzere olan bir insan nasıl bir dala tutunmak ister, o da aynı şekilde bu şeyi iki eliyle kavramaktadır. pantolonunun üst kısmı indirilmiştir. tuttuğu şey de bir dal filan değil, iri, çıplak ve kalkmış bir penistir.

bu müstehcen manzara kadını şaşırtmaz, rahatsız etmez. sadece elleri elbisesinin üzerinde hareketsizleşir. yastığının üzerinde menekşelerin serpili olduğu yatağına sessizce yaklaşır. menekşeleri toplar, onları kayıtsız ve alaycı bir tavırla adamın eğilmiş başının altına, ellerinin ve kanla şişip koskoca olmuş erkekliğinin üzerine atar.

bunları ben anlattım, fowles'dan bana kalanları aktardım işte. kadının gözünde damlattığı sıvı dışında gözyaşları mı vardır artık. kimsenin görmediği.

bundan sonrası söylenmez. gerisi kitapta. büyücü'nün yaratığında.

ben kitabı chardin tablolarına bakar gibi okumuştum yıllar önce. özellikle The Silver Tureen. faydası oluyor, bir deneyin.

----------------------------------

Tekrar dünyaya ve at yarışlarına dönecek olursak;


(Bu fotoğrafları çekerken o kadar heyecanlıydım ki! Yarışın sonunu bekliyordum tabii. Burada jokeyler son koşuya hazırlanıyor, yazının başındaki fotoda da, benim atın on üç numara tarafından geçilişini kaydetmişim:))


(Herkes hayatında bir kez olsun at yarışı denen şeyi görmeli bence. Yazı uzamayacak olsa, Jacques Prévert'in harika şiirini yazardım buraya. Ama şimdilik birkaç dize yeter; "Ve at susuyordu, At yakınmıyordu, At kişnemiyordu, Oradaydı, Bekliyordu, Ve öylesine güzel, öylesine, Hüzünlü, gösterişsiz, Ve öylesine anlayışlıydı ki, Gözyaşlarını tutamıyordu hiç kimse."