Pazartesi, Kasım 29, 2010

en sevdiğim

(Uğurhan Betin/Haydarpaşa Tren İstasyonu)

"...
Bir bakmışım gökyüzünde gömülmez bir cenaze töreni
Ve aşağıda, yıkanmış balonlar demetinin başında
..."
(ece ayhan/gökyüzünde bir cenaze töreni)

En sevdiğim orasıdır. Çocukluğum, gençliğim, her yaşım, bakışım. Öylesine hiç geçmedim önünden, hiç geçiştirmedim onu. Dün kalbim çok acıdı, hiçbir şey düşünmedim. Bütün konuşmalara kapattım kulaklarımı, bir tek onu duydum. Unutayım dedim, yine geldi oturdu kalbimin bir köşesine. Kim bilir kaç yazışmanın, kaç beklemenin, kaç kalp çarpıntısının sonunda gittiğim yer yine orasıydı. Beni yatıştıran, en sade haliyle yanına çağıran, bir çay içtiğim, soğuk gazozunu sevdiğim. En sevdiğim orasıydı.

Cemal Süreya, gri bir ev ödevi gibi demiş Haydarpaşa için, ne güzel söylemiş. Şimdi ödevimizi yaptık, içimiz rahat olmalı, uyumalıyız huzurla. Peki, neden bir şey devamlı acıtıyor kalbimizi?

Ece bilir, o hep önceden görür. Söylemişti;

"Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan  bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! girmiş körfeze."

(Fotoğraf: Zeliha Şengöz)

Pazar, Kasım 28, 2010

pop art, bilirsiniz işte hafif şeyler...


Sayılı gün çabuk bitermiş, bitti. Yarın "kabus gibi" yirmi dört saat nöbet var! O zaman güzel, hafif şeylerden bahsedeyim biraz.

Pop art, hafiftir. En basit tanımıyla bu akım, ciddi sanat türlerine tepki olarak doğmuş ve tüketimi hızlandırmayı amaçlamış. Pop art, soyut sanattan (özellikle soyut ekspresyonizm) sıkılan arkadaşların (Claes Oldenburg, Andy Warhol, Roy Lichtenstein başta olmak üzere), herhangi bir nesneyi üst değermiş gibi topluma sunmalarıyla başlamış. Basit bir objeyi, çoğaltarak, parlak renklere boyayarak, devasa boyutlara getirerek halkın bakışına hazırlayan bu sanatın asıl amacı, akademik olana tepki ve soyutu küçümsemektir aslında. Burada, cinsellik elle tutulur hâle gelir, bir konserve kutusu Mona Lisa'dan daha önemlidir, ki zaten Mona Lisa bu sanatla birlikte cips yer, kola içer. Lichtenstein pop art hakkında konuşurken şöyle demiş; "Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım."

Ben bir objenin çok sayıda taklidinin yanyana getirilip, -büyüklü küçüklü- çerçevelenmesini, mona lisa'nın cırlak renklerle boyanmasını, önemli bir ikonun konuşma balonuyla derdini anlatmasını ilginç buluyorum. Sadece ilginç buluyorum ama, o kadar. Hatta, çalışma odamda Jeanne Moreau'nun  Jules ve Jim filminden bir görüntüsü pop art tarzında asılı, ama kolaycılık gibi geliyor bana Pop Art. Bunu inkar etmiyorlar zaten, sorun o değil, derdim anlam aramayın derinlerde diyen bir sanatın, günümüzde büyük şeyler söylüyormuş gibi kabullenilmesi.

(Bahsettiğim resim bu, çok sevdiğim filmin bu resmini Andy Warhol tarzına getirip bana hediye etmişti Poliş. Fotoğrafını çekersem -unutmazsam tabii!- koyarım belki buraya.)

Son günlerde, "modern döşenmiş" hemen her evde gördüğüm, bir objenin (en çok bir meyve, ya da çiçek oluyor), yanyana asılması (dikkat, aynı obje tekrar tekrar!) beni çok sıkıyor. Bunun pop art'ın halt yemesi olduğunu da biliyorum üstelik. Neyse, ben bu akşam en son seyrettiğim filmlerden kısa kısa bir şeyler anlatacaktım burada. Olmadı tabii, uzadı yine. Saat çok geç oldu, yarın sabahın köründe kalkacak biri için. Hem ben, yatacağım dedikten sonra en az iki saat geçmeden uyumayan biriyim!:) Abbas Kiarostami'nin son filminden bahsedeceğim o zaman bir dahaki yazıda. Bu konuya bağlayacağım çünkü, inanın:p

Kısaca; Certified Copy, hem taklit bir film hem değil. Ben filmi seyrederken hep Rossellini'nin "Viaggio in Italia" filmini düşündüm. Yönetmenin bunu özellikle yaptığına da eminim. Anlatacağım ama, daha sonra:)

Cuma, Kasım 26, 2010

bir ben vardır bende, benden içeri*

(Michelangelo Merisi da Caravaggio/Narcissus)

"...
Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeri
..."
                                   Yunus Emre


Biliyorum, Yunus'un harika şiirinin zavallı Narkissos ile esasen ilgisi yok. Zaten Narkissos'un da -yaşasaydı eğer- bu felsefeyi umursamayacağına eminim. O kendisine takılmıştı, mitoloji söyler. Sevgilim bana İbn Arabî'den, "her mabudda tapınılan yalnız Haktır, bilen bilir, bilmeyen bilmez."** alıntısıyla başlayan yazısını gönderdiğinden beri, tapınma ve bir başkasının benliğinde erime, üzerine düşünüyorum. O, aşkın durumdaki ötekinin replikası (neden bu kelime canım, o kadar somut bir özdeşleşme durumu mu bu?) olmak üzerine kurmuştu yazısını, ben bizzat kendine dönmeyi merak ediyorum. "Anlıyorum, o benim, aldatmıyor beni artık hayalim. Tutuşturan da ben, yanan da. Kendime olan sevgimle yanıyorum. Ne yapayım? İsteneyim mi? İsteyeyim mi? İstenecek ne kaldı artık? Beni yoksul ediyor varlığım; arzuladığım benimle." Ovidius, Narkissos'un ağzından bunları yazarken ne Yunus vardı ne de Arabî, olan tek şey en yücesinden arınmaktı, yalancı peygamberin inancı. Severken sevmeleri unutmak, sevişirken ellerini, hep bu inanç yüzünden biliyorum. Ben gölgeyi sorarken, acaba benim gölgem var mıdır?, diye sayıklarken  o inanca yaslanıyordum. İtiraf ediyorum.

Kim olursa olsun; uzaktan baktığın, öykündüğün, aşık olduğun, kıskandığın, sevdiğin, kim olursa olsun, aynada duran yansıman aslında. Akis, çarptı taa o zamandan eşyaya, görüyorsun, baktığın suda, artık gözlerini kapama, işe yaramıyor.


Elimde Lao Tzu'nun Tao Te Ching kitabı var, biraz kırmızı şarap bir de, sayılır mı bilmem. "Dışarı çıkmak yaşam; içeri girmek ölümdür." diyor şiir gibi. Nasıl şaka ama! Tanrının aklını kaçırdığının diğer kanıtı bu, üç adamı benim kafamda buluşturan böyle şakalar. İçeri ne kadar çok girersen düşüyorsun. Ne arzunun o belirsiz nesnesini (sevgili Bunuel elbette) biliyoruz, ne de doğru düzgün yürümeyi. Ve aslında yürümeyi öğrensek bile çıkış yolu yok, objet petit a ulaşılmazdır. Narkissos'un yaptığını yaparsak belki biraz daha anlamlı; nesneyi öldürmeyi denemek.

Aa, bir de şöyle bir sorun var, mutlak doyum diye bir şey de yoktur. Öyle efendisi olunacak tatmin hâlleri filan. Zevk alırsın geçer biter, sonradan olan vücud'a asla değemez.

*Aslı "bir ben vardır bende, benden içerü" olan Yunus Emre şiirinin bir dizesi.
**Yazıdaki canımın çevirisi, diğer çevirileri (aynı metin olmayabilir, bilmiyorum.), "Tapınılan hiçbir kul yoktur ki O ancak Allah'tır", şeklinde.

Çarşamba, Kasım 24, 2010

"Yaratık", ya da bir şiir dizesi gibi atlarını süren atlılar...

"...
atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar
atları rüzgâr kanat...
atları rüzgâr...
atları...
at...

rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
..."
                               n. hikmet/salkım söğüt



Hayatımda ilk defa hipodroma gittim ve hatta ilk defa at yarışı oynadım, güzeller güzeli atları seyrettim. İnanılmazdı. Hipodrom ve bütün çevresi, farklı bambaşka bir dünya. Yarış oynayanlar, atların piste (kulvar mı acaba, ne denir bilmiyorum ki o dünyanın terimlerini) çıkışı, jokeylerin atlarıyla iletişimi, heyecan, heyecan, hep bir ağızdan bağıranlar, fısıltılar, orası ayrı bir dünyaydı! Aşağıdaki fotoromanda yarışlar hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kadının bahis oynamasını ve tabii kaybetmesini göreceksiniz:) Konuşma balonu yok belki, ama yüz ifadesinden neler olup bittiği anlaşılıyor, fena kaybetti! Hem de son koşuda. Siz siz olun, favori at filan demeyin, hatta tüyoları da takmayın, ee, benim gibi romantik romantik takılıp at isimlerinden de gitmeyin, kafanıza göre oynayın işte!


Elbette bu yazı böyle bitmez. Daha edebi, daha şiirsel bir şeyler olmalı burada. Yarışları seyrederken benim aklıma devamlı gelen bir şeyler. John Fowles, benim gizemli ve çok çok akıllı yazarımdır. Koleksiyoncu, "Kiraz" denilen 'köy gibi ilçeye' tahammül etmemi, bahçesinde üzüm yiyerek (hem de üzüm, nasıl Roma ama!) romandaki zindana girmemi sağlamıştı, içime ağlamıştım valla! Mantissa'yı hiç sevmedim, postmodernizm filan anlamam, saçma gelmişti. Sanki yazılmış olmak için yazılmıştı Mantissa, olmasa da olurdu. Ve Yaratık.

Ben bir romanı resim gibi tarif edeceksem eğer, o roman Yaratık olurdu. Okuyan bilir, yazar söylüyor zaten romanın başında, suluboya bir kadın resminden çok etkilenip yazıyor bu kitabı. Belki kitap bile değil, "o kendine özgü, tuhaf bir tür; bir maggot, bir yaratık".

Yaratık romanı ile ilgili aşağıdaki yazı çok önceye ait. Tezle uğraşırken, birden romandan parçalar aklıma gelmiş ve sabah olurken sanki yazmazsam ölecekmişim gibi deli gibi yazmaya başlamıştım.  Tuhaftır bu roman, anlatmak zor. Parça parça yaşıyor benim içimde şimdi, yazdığım şeyler de bir parçası.

(Jean-Baptiste-Siméon Chardin/The Silver Tureen)

"maggot, (kurtçuk) sözcüğü kanatlı bir yaratığın larva evresini ifade eder; bu satırların yazarı yazılı bir metnin de en azından bu anlama geleceğini umut etmektedir." Fowles, romanına başlamadan böyle der. hem okuyucuyu hem kendisini hem de yaratığı uyarır. yazarın beyninde beliren inatçı bir imge, onu asla bırakmaz. nereye gittikleri bilinmeyen, sadece atlarını süren yüzleri olmayan seyyahlar.

Yaratık, ya da bir şiir dizesi gibi atlarını süren atlılar...

ilk beliren kadının yüzüdür. çok uzun süre ölmüş olan kızın gözlerindeki bir şey, açıklanamayan bir var olma isteği, ölmeye karşı çıkış fowles'u bu kitabı yazmaya iter. ama hayır, kitap değil bu, roman da değil. "o kendine özgü, tuhaf bir tür; bir maggot, bir yaratık."

genç kadın romanın başında bir yerlerde, yolculuğun belirsiz bir zamanında, durakladıkları handa banyo yapmak ister. yanındaki adam (birlikte yolculuk yaptığı erkek hizmetkâr) kımıldamadan orada, odada durmaktadır. kadın, yanına gider, kolundan tutup adamı arkasına dönmeye zorlar. çaresiz bir hayvan gibi bezgin ve kırgın durur adam. ifadesiz. yazar, "dilsiz ve işkenceler içinde, kendisinden ne beklendiğini bir türlü anlayamayan çaresiz bir hayvan gibi durur", der. kadının kararlı bakışları adamın boş mavi gözlerini kendi kahverengi gözlerinden alır, duvarın bir noktasına sabitler. kadın adamın elini bir süre tutar. belirsiz bir süre öyle kalırlar. bir şeylerin olmasını bekler gibi. ama olmaz. kadın soyunmaya başlar. odada yalnız gibidir. iç çamaşırı dışında çıplaktır artık. kadının soyunması, adamı "tuhaf" etkiler. kadına doğru değil, odanın en köşesine, kadının en uzağına gider. leğene döktüğü su ve küçük bir sabun parçası yardımıyla yıkanmaya başlar kadın. mum ışığında sadece sırtındaki yumuşak bir beyazlık çizgisi görülmektedir. burada yazara göre gerçek bir uğursuzluk vardır; kadının solak olduğu anlaşılmıştır ve kadın bir kez bile arkasını adama dönmezken adam gözlerini kadının yarı çıplak vücudundan hiç ayırmaz.

kadın, vücuduna koku sürer. giyinir.

parmağına biraz üstübeç alır. yanağına ve yüzüne sürer. boynunu ve omuzlarını da renklendirir. aynada kendisini seyreder. ışık, geridedir. adama şamdanı verir ve tutması gereken yeri, yüzünü gösterir. kırmızı bir merhemi dudağına, dili ve parmağıyla sürer, yanaklarını hatta allık kullanıyormuş gibi elmacık kemiklerini boyar. bir şişedeki sıvıyı (güzelavratotu. ah, tabii belladonna. fitoterapi ve tezim sağolsun!) gözüne damlatır. o zaman, gözlerini çevirip adama bakar. yine yazara göre bu kadını daha fazla arzulanır yapmaktan çok ona oyuncak bebek güzelliği vermiştir. (bence, görmesem de kadın "hoş" olmuştur. neyse.) kadında bir tek kahverengi gözler değişmemiştir. haififçe gülümseyerek gözlerini kapatır. masum, adamın kardeşi gibi bir gülümsemedir bu. başkasının öpmeye çağrı gibi yorumlayacağı bu harekete, adam sadece mumu kadının yüzüne biraz daha yaklaştırarak cevap verir. ışıkla aydınlanan yüzün -sanki bir sır var gibi- her çizgisini, her kıvrımını inceler. kadının yüzünü bir ölüm maskını eller gibi -parmağıyla- eller. yanaklarına, çenesine, alnına, kaşlarına, gözkapaklarına, burnuna, ağzına dokunur. kadının dudakları kendisine dokunan parmaklara kımıldamaz. şamdanı yere koyan adam aniden kadının dizlerine kapanır. bu görüntüye dayanamıyor gibi yüzünü kadının kucağına gömer. genç kadın şaşırmaz, kımıldamaz. sadece, adamın saçlarını okşar. usulca konuşur.

nazikçe adamı iten kadın, giyinmesine devam eder. adam hâlâ diz çökmüş durumdadır.

yerdeki mum bu anlatılan şeylerin hiçbirisini düşündürtmeyecek başka bir şeyi aydınlatır. adam, kadının yüzüne bakarken olduğu gibi büyülenmiş bir şekilde bu şeye bakmaktadır. boğulmak üzere olan bir insan nasıl bir dala tutunmak ister, o da aynı şekilde bu şeyi iki eliyle kavramaktadır. pantolonunun üst kısmı indirilmiştir. tuttuğu şey de bir dal filan değil, iri, çıplak ve kalkmış bir penistir.

bu müstehcen manzara kadını şaşırtmaz, rahatsız etmez. sadece elleri elbisesinin üzerinde hareketsizleşir. yastığının üzerinde menekşelerin serpili olduğu yatağına sessizce yaklaşır. menekşeleri toplar, onları kayıtsız ve alaycı bir tavırla adamın eğilmiş başının altına, ellerinin ve kanla şişip koskoca olmuş erkekliğinin üzerine atar.

bunları ben anlattım, fowles'dan bana kalanları aktardım işte. kadının gözünde damlattığı sıvı dışında gözyaşları mı vardır artık. kimsenin görmediği.

bundan sonrası söylenmez. gerisi kitapta. büyücü'nün yaratığında.

ben kitabı chardin tablolarına bakar gibi okumuştum yıllar önce. özellikle The Silver Tureen. faydası oluyor, bir deneyin.

----------------------------------

Tekrar dünyaya ve at yarışlarına dönecek olursak;


(Bu fotoğrafları çekerken o kadar heyecanlıydım ki! Yarışın sonunu bekliyordum tabii. Burada jokeyler son koşuya hazırlanıyor, yazının başındaki fotoda da, benim atın on üç numara tarafından geçilişini kaydetmişim:))


(Herkes hayatında bir kez olsun at yarışı denen şeyi görmeli bence. Yazı uzamayacak olsa, Jacques Prévert'in harika şiirini yazardım buraya. Ama şimdilik birkaç dize yeter; "Ve at susuyordu, At yakınmıyordu, At kişnemiyordu, Oradaydı, Bekliyordu, Ve öylesine güzel, öylesine, Hüzünlü, gösterişsiz, Ve öylesine anlayışlıydı ki, Gözyaşlarını tutamıyordu hiç kimse."

Pazartesi, Kasım 22, 2010

en güzel balon senin lilişka!




Canım Lily, sevgilim! Daha yeni doğmuştun sen, şimdi üç olmuşsun! Çengelköy'de elinde balonunla, "benim en güzel balonum bu!" diye sevinirken, ben seni seyrediyordum. Hayat bu aslında demiştim, bu kadar kolay. Bir balon alırsın ve gülümsersin, olur işte. Bir de insanın senin gibi kuş kalpli bir sevdiği varsa yanında, en güzel balon tabii elimizdeki olur:) Yanımda olduğun, bana hep gülümsediğin için sağol Lilişim, doğum günün kutlu olsun.

Seni seviyorum, iyi ki doğdun canım.


A, yukarıya koyduğum şarkıda da şöyle şeyler diyordu, büyüyünce okuyup dinleyeceksin, ne güzel! :)
"...
for every step in any walk
        any town of any thought
i'll be your guide
..."


(O güzelim filmin (Lili-1953) aynı güzellikte şarkısını hiçbir yerde bulamadım, keşke o da olsaydı bu sayfada. Aşağıdaki farklı bir yorumu.)


Cumartesi, Kasım 20, 2010

şimdi şöyle, Oblomov diye bir adam var...


Ben spor yaptığım zamanlar çok mutluydum.  Üst üste, iki gün filan:p Bu fotoğrafta o mutluluk anı yakalanmış, spor sonrası Özsüt'e gidip tatlı yemeyi beklerken:) Hah ha, var böyle bir şey bence, spor yapınca tatlı istiyor insan. Neyse, güzeldir spor yapmak, kas filan yapar, vücudunu sıkı tutarsın, yapanları sonuna kadar destekliyorum, düzenli yüzmek istiyorum ben de. Bakalım ne zaman?

Kilo sorununu filan unutalım şimdi, hareket etmediği zaman, ne çok uyuşuk oluyor insan! Burada hemen aklıma Oblomov geliyor; yatakta düş kuran, belki düşünde spor bile yapan adam. Çok severim Oblomov'u, hem hiç öyle mazeret filan da bulmam davranışları için. "Tembel değildir aslında", diye başlayan cümleler de kurmam (vaktiyle kurduysam bile başka bir anlamı vardır o cümlenin, özür ifade etmez), nasılsa öyle, Gonçarov'un anlattığı şekliyle severim o adamı.

"...
bana gelince ben
hazan yüzlü bir adamı aradım hep
bir sonbahar günü beyaz pardesüyle
kurumuş yaprakların üstünden
kapımı çalmasını bekledim
gelse ne olacaktı
onu da bilmiyordum ya
olanaksız bir şey istediğimin farkındaydım
yine de gemilerde, otobüslerde, uçaklarda
onu aradım. bir tren bana adını söyledi.
..."
l. müldür/modern aşk

Oblomov gibi adamlar kapına gelmez tabii, sen onlara gidersin. Romanı bilen burada gülüyordur, gideni de elinde tutamaz çünkü. Oblomov, bilinenin aksine benim için, sonsuz düş gücü, büyük bir sabır ve şefkat, anlayışla bakan gözler demektir. Etrafındaki (romanda) hiç kimsenin olmadığı kadar zeki ve düşüncelidir. Sonu kaderin kötü bir oyunu, bir taktik hatasıdır sadece (yediği yemeklere zeytinyağı filan katılabilirdi mesela:p), onun hatası değildir.



Oblomov'u tam tamına on yıl önce okudum.  Bir otobüste başladım okumaya, ve yanlış otobüse binmemin de muhteşemliğiyle koca bir gün elimden düşürmedim romanı. Baktım otobüs benim gideceğim yeri transit geçiyor, hiç ses etmemiş okumaya devam etmiştim. Hem yağmur da vardı, evimde içinden sabah çıktığım yatağım sıcacık beni bekliyordu (nasıl Oblomov ama!) otobüs nereye giderse gitsindi bakalım. Şöför, daha gidecek yerimiz kalmadı dedi, evet orası çok komikti ama, beni şehre dönebileceğim bir minibüs (öyle tuhaf bir yöne gitmişim ki ve İzmir'de dolmuş yok) durağında indirdi. Orada da devam ettim, sonra ev ve sıcacık yatak tabii, çayımı aldım, hem okudum hem ağladım. Ben Oblomov okurken çok üzüldüm gerçekten. Hem bu kadar gülüp hem üzüldüğüm başka roman var mı acaba? Vardır kesin de Oblomov başkaydı, biraz önce ne kadar, bir özür yok yaşamında, öyle olmalıydı, oldu desem de hep omuzlarından tutup sarsmak, kendine gelmesini söylemek istedim İlyuşka'ya.

"-Ah! Ne hayattır bu! Şehrin gürültüsü ne berbat bir şey! Özlediğim cennete ne zaman kavuşacağım? Ne zaman doğduğum kırlara, ormanlara kavuşacağım?
...
Birdenbire hatırlayarak içinden bağırdı: "Hani plan? Kâhyaya ne yazacağım? Ev işi ne olacak?"

İşte bunu anlıyorum ben. Çünkü hayatımı hep bu düşlerle geçirdim. Ne zaman içinde bol kitap olan, bahçeli bir evde -çalışmadan- yaşayacağım? Az ötede deniz olsun, serinlemek isteyince yüzeceğin (burada Oblomov ile ayrılıyoruz, o denizi de korkunç buluyor.), bahçede illaki meyve ağaçları, altında piknik yapacağın. Ne zaman, kalabalıklar içinde koşturmadan cennete kavuşacağım?;) Sonra birden sıçramalar, "a, o dosyayı tamamlayıp kaldırdım mı, dilekçe yazıldı mı, nöbet ne zaman, unuttuğum bir şey kesin olmalı!" ve düşüncenin dağılıp kaybolması elbette.

Oblomov, kara gözlü, soluk ve mahzun yüzlü kızlardan korkardı. Bu "meşum" güzeller, insana "heyecanlı günler ve ihtiraslı geceler" düşündürür, bir halleri bir hallerine uymazdı. "dostlarına hep içlerini dökmek, bir şeyler anlatmak isterler, anlatırken de birden gözleri yaş dolar, kollarını boynunuza dolayıp kâh gözlerinizin içine kâh göklere bakar, talih yıldızlarından bahseder, bazen de düşüp bayılırlardı." Anlattığı bendim işte! Hayatımda bayılmak nedir bilmesem de, o kadar kusur kadı kızında bile bulunurdu. Ah, elbette ben değilmişim, Olga'ydı o, güzel sesiyle Casta Diva'yı söyleyen, akıllı kadın Olga. Hayat bir anlığına da olsa açılmıştı Oblomov'un önünde, şarkı güzel, kadın hülyalıydı. Fakat konuşuyordu kadın, soruyordu;

"- Ya siz kitaplardan, işinizden, insanlardan bezdiğiniz gibi bu aşktan da bezerseniz ne olacak? Günün birinde rakip bir aşk olmaksızın yanı başımda, kanepenizdeki gibi uykuya dalarsanız ve benim sesim sizi uyandıramazsa, kalbinizdeki... dağılıverirse, bana başka bir kadını değil sadece hırkanızı tercih ederseniz?"

Ah, işte böyle, sonunda ne olduğunu okuyan biliyor, orası benim derdim değil, roman tahlili de yapmak istemiyorum burada, nette zaten bu kitap hakkında gayet güzel incelemeler var (yine de merak eden, Dobrolyubov'un Oblomovluk Nedir? kitabını alıp okuyabilir. ben sevmedim, ama fena inceleme değil). Benim sorunum neden bir hırkanın bütün dertleri örtmeye yetmediği? Şöyle sıcak, kocaman bir Oblomov hırkası, içinde Oblomovluk yapabileceğin. Olga'nın, neden hem Casta Diva söyleyip hem de tavuklu, mantarlı börek pişirmediği mesela? Ben Oblomov romanını okurken inanılmaz keyif aldım, uşağı Zahar'la konuşmalarına kahkahalarla güldüm (Zahar sen ne zehirli bir adamsın!), doktorunun tavsiyelerini iç sesle cevaplamasına hayran kaldım, mantarlı böreklerinin aynısından defalarca yaptım, sonunda da oturdum ağladım tabii. Oblomov romanını okumayan, hırkasının içindeki saadeti bilmeyen, Casta Diva'yı onun kulağıyla bir kez olsun dinlemeyen, ünlü rüyasını görmeyen çok şey kaçırıyor demektir. Ben uyarayım da...
-----------------

p.s.: Aşağıya İlya İlyiç'in çok sevdiği Casta Diva videosunu koydum ve bir de yazının başında bir parçasını yazdığım Müldür şiirinin sonunu ekledim. Yazıyla hiç ama hiç alakası yok, yalnız çok güzel şiir yahu, tekrar tekrar okunsun istedim. Bu romanla ilgili destan yazılır biliyorum ama benim yemek yapmam gerek şimdi, düdüklü kaç zamandır ses çıkarıyor;p

"...
modern aşka üç gün
inanabilirdim oysa ben
uzun araştırmalar sonucunda
modern aşk konusunda
diyebileceğim beş satır bir şey var
artık çok da kafamı yormuyorum doğrusu
diyeceğim şu:
bunu yapan biri varbir ilişki bitiyor
kadın kadın olduğu için mi
erkek erkek olduğu için mi bitiyor
bunu yapan biri var.
..."


(Bir dakika ya, nasıl ilgisi yok şiirin Oblomov'la? Var var, onların Olga ile aşkı neden bitti, pekâlâ şiirde anlatılan şey yüzünden bitti, diyebilirim. Dedim bile! Ve yemek zamanı...)

Perşembe, Kasım 18, 2010

birkaç yudum şarap, uçucu iki fotoğraf ve "Günlerin Köpüğü" tabii


"...
Bir ağaç sürüsünün üstünden
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Votka bardağımın içine

Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.
..."
                                       e. cansever/uçurum

İtiraf etmeliyim, ben bu fotoğraf uçucu, köpük gibi görünsün diye çok uğraştım! Öyle görünmediği gibi, yaşlı, net ve çok gündelik (gündelik ne yahu!) göründüm, farkındayım. Üstelik, altına koyduğum Edip Cansever şiirinde de caz kelimesi geçmiyor. Bu ne bedbahtlık! Fakat, başka bir şey var; adı geçen şiir, "Uçurum" şiiri büsbütün cazdır. Limonun sarılığıyla, güneşi ve içkisiyle caza adanmıştır, ya da yıllarca ben öyle bildim.

Şimdi şarap içiyorum, keyfim de yerinde ayrıca. Dün gecenin tüm yorgunluğunu, delirten baş ağrımı, bitmeyen sorunlarımı filan unuttum, "Günlerin Köpüğü"nü yazmak istiyorum sadece. Dünkü yirmi dört saatlik nöbete biraz da onun sayesinde dayandım ben, hiç bilinmez bu, Vian duy lütfen! 


Aslında Günlerin Köpüğü benim kitabım değil. Hiç değil. Sinemada Bunuel hayranı olsam da, sürrealizme bayılsam da, tuhaf geldi yazıda bu iş bana. Gerçeküstücü roman, öyle bir yazım tarzı, uçuşan kelimeler, devrilen, savrulan karakterler, olağanüstü masallar (Borges'in izniyle:)) şaşırttı,  uzak tuttu yazıya beni.

Yine de burada bambaşka bir çekicilik var. Sadece aşık olmak isteyen bir adam Colin, Sartre (Romanda Vian'ın müthiş ironisiyle, Partre!) hayranı bir arkadaş Chick, göğsünde nilüfer yetiştiren hasta bir kadın Chloé, güzeller güzeli Alise (Bu kızın romana katkısını pek anlayamadım, caz ve güzel kızlar ikilisi hatırına sanırım.), saygıyla konuşmayı seven bir aşçı Nicolas, siyah bıyıklı gri ve üstelik sempatik fare, bunlar ve daha fazlası bu romanın kahramanları. O kadar çok çizmişim ki romanı okurken, nereden başlayacağımı bilemiyorum. Yazarın önsözüyle başlayalım bakalım, Vian romana giriş yaparken aslolan iki şey vardır, diyor; güzel kızlarla aşk ve Duke Ellington müziği... Romanı yazarken gerçeğin yansıtılması yöntemini kullandığını ve aslında bir yöntemin olup olmadığından emin bile olmadığını söylüyor okura. Bizi bekleyen, uçucu bir şey. Orası kesin, ayağımızın altında kayıp giden bir metin ve sadece sınırsız bir hayal gücü ile eşlik edilen satırlar var önümüzde.

Pamuk helva tadında bir yaşam sürüyor Colin, İlk önce Alise'e sonra (Onu arkadaşı kapmış diye!) herhangi bir kadına aşık olmak istiyor. Saçlarının kokusunda kendinden geçilecek bir kadın olmalı bu, çiçek gibi! İş filan yok tabii, çalışmıyor, parası arkadaşına borç verecek kadar bol üstelik. Mutfağında aşçısı ona ilginç yemekler pişiriyor, faresi ve sevgili arkadaşı Chick ile bu yemeklerin tadına bakıp caz dinliyorlar, ta ki aşk gelene kadar. Chloé, sorunsuz bir kadın, aşık olmak için uygun ama kim bilirdi ki hasta olacak düğünden hemen sonra! Düğün peri masalı gibi oluyor, sonra Chloé üşütüyor, akciğerlerinde bir nilüfer büyümeye başlıyor. Ve çiçek bile olsa hiçbir hastalık sevimli değildir, bunu anlıyoruz.

"-Ben yoksulum... dedi Colin, ve Chloé öldü..."

Sevgilisi daha iyi olsun, iyileşsin diye ona devamlı çiçek alıyor Colin, parası bitiyor, işe girmeye çalışıyor ama ne yazık ki çalışmayı sevmiyor;

"-Siz ne iş yaparsınız? diye sordu profesör.
-Birtakım şeyler öğrenirim, dedi Colin. Ve de Chloé'yi severim.
-İşinizden bir şey kazanmıyor musunuz? diye sordu profesör.
-Hayır, dedi Colin. İnsanların iş olarak anladığı bir işte çalışmıyorum.
-Çalışmak iğrenç bir şeydir, bilirim, diye mırıldandı profesör, insanın kendi seçtiği iş de fazla gelir getirmiyor çünkü..."

arkadaşı Chick de öyle;

"-İstemiyorum, dedi Chick. Çalışmak istemiyorum. Sevmiyorum bunu.
-Kimsenin bunu söylemeye hakkı yoktur, dedi üretim şefi. Kovuldunuz, diye ekledi.
-Elimden bir şey gelmedi, dedi Chick. Adalet bu mudur?
-Hiç böyle şey duymadım, dedi (bayıldım ben buraya, çok komik!:)) üretim şefi. O kadar işim var ki."

Hastalık ilerliyor, büyük paralarla alınan (Çiçek çok pahalı bu romanda.) ve odaya doldurulan çiçekler ciğerdeki nilüferi yenemiyor, korkutup kaçıramıyor. Yaşadıkları ev gittikçe şekil değiştiriyor, daralıyor, küçülüyor. En sonunda karanlık ve havasız, mezar gibi bir yer oluyor.

Günlerin köpüğü böyledir, uçuşur uçuşur, diner sonra. Sorunsuz ilk gençlik günleri biter, aşk her zaman ilk günün heyecanı ve tasasızlığıyla sürmez, hastalıklar gelir biz fanileri bulur, sorumluluklar cazı susturur. Vian bu romanında bütün kurumlarla dalga geçmiş; din, elbette kilise, devletin güvenlik ve silah merakı, para tutkusu, tıp, iş ve kurumları aklınıza gelecek her şeyle. İşin alkışlanacak yanı, bunu caz ve blues tadıyla yapmış. Bir zamanlar çok fazla blues dinlerdim, ilk gençlik yıllarımda, blues festivallerini hiç kaçırmazdım, ağızdan ağıza konyak içmenin tadına varmıştım yani, işte o zamanlardan bilirim ben 'swing'i. Bu roman swing ritminde yazılmıştır, buna inanın. Komedi ile acı, çirkinlikle güzellik, yaşam ile ölüm kendini tekrarlar belli bir ritmle. Hiç korkmayın hem, günler köpük gibidir, güzel ve kısacık. İz bırakmayan.

Son söz; şaşkın ve mutsuz aşıklar, sevgiliye çiçek alınız. Onun yaşaması ve gülümsemesi için (ki çok şeydir), önemlidir bu. Her şeyi geçtim, genç yaşında öylesine ölüveren, Vian'ı da mı duymadınız? 

(Vian benim için sadece bu fotodaki gibidir; cin gibi bakan ve hep gülen:))

Pazartesi, Kasım 15, 2010

ah eski günler ve bir şiir, ithaf edilen

(Evet, aşağıdaki şiir fotodaki kadın için yazılmış tek şiir, ablam tarafından yıllar önce:))

".... yapılacak en iyi şeyi bilir
doğarken kanatlarına üflenmiştir.
hep gidebileceğini bildiğinden belki
eve sonsuz bir şefkat gösterir.
onun yol açtığı yaralar kollarda ellerde bacaklarda seğirmez
kalbi gagalar gıdıklar gibi
sonsuz bir şefkat gibi
ağlamaya yol açan güzel bir şiir gibi

onun bildiği bizim bilmediğimiz bir şey var
ona uzun uzun bakma isteği uyandıran
şeffaf olmayan bedeninin körüklediği merak duygusuna karşıt
bütün soruları susturan yüzünün, bütün duyguları geçiren ince derisi
yüz haritasının parşömen kağıdı
yırtıldı yırtılacak
sema'da çakan ansız bir şimşek gibi
belki hep bildiği için çakabileceğini
sakin bir uğultu doğduğundan beri"


Canım canım, benim için şiir yazmıştın sen! Sonra araya yıllar girdi, kısa kısa kavgalar, atışmalar, yollar, kahkahalar, büyüme çabası. Ben o kasabadayken, hep mektup yazardık birbirimize. Bildiğimiz mektup, pullu, uzun gecikmelerle gelen karmaşık yazılı mektuplar. Yazını bir tek ben çözerdim, içindeki huzursuzluğun karmaşasını. Bana yazarken, gördüğün tüm karanlık arkada kalsın isterdin, yazdıkça rahatlamak, beni rahatlatmak. Esentepe'den inerken cebimde mektubun vardı, ilk aşkımla buluşmanın heyecanından çok mektuptan gelen sesin heyecanına kapılmıştım. Tekrar tekrar okumak, o da duysun, seni tanısın, bana yazdığın şeylere şahit olsun istiyordum. Yine soğuktu, hep soğuktu, sanırım orada mutlu olduğum tek gündü, mektubu çıkardım, "ablam göndermiş, okusana", dedim! Hah ha, şimdi gülüyorum bak, büyümüşüm demek. Yazını çözemedi tabii, beraber okuduk, çok sevdi yazdıklarını, öyle dedi ya da bilmiyorum şimdi. Sana sarılabilir miyim, diyordun, silik silik hatırlıyorum, ısınmamış bir yerim için sana sımsıkı sarılabilir miyim canım, diye soruyordun. Nasıl severdim mektuplarını, bana seslenmelerini. Kırlangıç, diyordun bana, hatırlıyor musun? Hep biraz uzak, hep "dokunmanın mümkün olmadığı" -kapı arkasında, evet-, soyut kardeşindim senin. Annem çocukken kişiliklerimize göre iç çamaşırı almazdı, bunu biliyordun, sen bir şeye kızardın, o sana, ben aramızdaki her şeye. Benim sana ve senin bana tahammül etmemiz gerektiğini o küçük evde öğrendik, bahçesiyle hayat kadar genişleyen. Bana bulaşmama geleceği yok kardeşim!, diyordun. Kendimizi birbirimizden koruyabilme geleceği yok, sen yazıyordun. Köyde, duvarlarına afişler astığımız bir oda, küçük tiyatrolar oynadığımız, yağmurda beraber dışarı kaçtığımız, ne sorunlu bir geçmiş yarattık biz. Şimdi o geçmiş olmasa dağılıp parçalanacağımız. Rüyanda eline o atletler geliyor mu? Geliyor mu sahiden abla, annemin aldığı beyaz çamaşırlar? Ensemde toplamadığım saçlara bakardın, banyodan çıkışıma, beraber bir kahvaltı sonra, çayımı soğutmadan, ardını bırakmadan içersem şaşıracağını söylerdin. Çayımı hep içtiğim gibi içersem de şaşıracaktın, biliyordun. Biraz şaşırmaksın benim için kardeşim, demiştin. Şaşkınlığın, aynı topraktan geldiğini unutarak. O toprak, kan kırmızı terra rosa! Yeryüzünün cin gibi olduğu terra rosa topraklar, benim sözümü kırmızı döktüğüm, senin kırmızı bağırdığın. Nasıl bir sessizlikti?

Can havliyle , aramızdaki ayrık otlarından, ısırganlardan canı yanan gözlerimizin acısıyla geliyoruz birbirimize. Sarıldığım hep sensin, konuşurken sesimdeki kamaşmayı, utanmayı tek duyan. Sana şimdi ve daima "aldıracağım" canım, seni seviyorum. (Buradaki aldırmak, en en en eski mektubundan kalma!)

(Ben kuşsam sen de romantik bir balıksın işte, ne dersen de, bak bu da kanıtı:) Bu fotoğrafın sende olmadığına eminim, neresi hatırlayamadım ama, ne kadar eski!)

Pazar, Kasım 14, 2010

"insanlardan 'buz gibi' soğudum"

Sis ve Gece filmini seyredeli çok oldu. Vizyona girdiği gibi sinemada izlemiştim. Çok etkilenmiş, biraz şarabın, biraz gecenin, biraz da müziğin etkisiyle aşağıdaki yazıyı yazmıştım. Yazının tarihi de eski yani. Burada bulunsun istedim, hemen aşağıda;

“bizi bölmek istiyorlar
 devletimizi güçsüz kılmak istiyorlar…”

                                                                sis ve gece/ismet

Tekvin’de daha başlarken tanrı, yeri göğü nasıl yarattığını anlatır.

“ve yer ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve Allah’ın ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve Allah dedi: Işık olsun; ve ışık oldu. Ve Allah ışığın iyi olduğunu gördü; ve Allah ışığı karanlıktan ayırdı. Ve Allah ışığa Gündüz, ve karanlığa Gece dedi. Ve akşam oldu ve sabah oldu, bir gün…”   (Bap 1)

Burada mesele bir gün ne olduğu. Bir gün kız kayboldu. Bir gün düşünmen gereken şeylerin ertelenmesi ihtimali belirdi. Bir gün başka şeyleri düşünmen ve şüphelenmen gerekti. Bir gün paranoya başladı. Düş başladı.

Adamın arkadaşı öldürülür, biraz kimlerin öldürdüğünü bilir biraz neden öldürüldüğünü. Ama hep biraz. Çünkü aslında bilmek istemez. Ama işte arkadaşının yüzü devamlı gelir gözünün önüne. Devamlı konuşur onunla, cevabını vermek zorunda olduğu sorular sorar, duymak istemediği cevaplar verir. Nedir arkadaşını unutamamasını sağlayan? Zaman ölüyü de acıyı da unutturur lafı burada niçin etkili değildir? Karısı orada evinde bulunduğu sürece karısıdır, çocukları sevdiği sürece. Diğer zamanlar onları unutur. Aklına hiçbir zaman gelmezler. Peki, nedir sevdiği kız Mine’nin farkı? Devamlı gözünün önüne gelmesi, unutamaması? Sadece kaybolması olabilir mi? Olamaz, çünkü kız gitmek istemiştir belki. Unutulmak unutmak istemiştir. Hem onun başka bir sevdiği yok mudur?


Evet, başka bir sevgilisi vardır kızın. Unutamadığı arkadaşından başkasının söyleyemediği sebepler vardır: “genç bir kız yetişkin bir kadının erkeğini alıyor.” Hem Fahri var. “O çocuğun hiç mi etkisi yok ayrılmanızda?” O zaman yine tanrıya dönelim, hem yaratan hem yakan tanrıya. Hem yükselten hem alçaltan. Habil, koyun çobanıyken, Kain (kabil) çiftçiydi. Tanrının bir göz yanılgısı Kabil’i sinirlendirdi. (Neden çocuklarına aynı anda bakmaz tanrı?) Tanrı Kain’e sordu: “niçin öfkelendin? Ve niçin çehreni astın? Sorular cevapsız kalır bazen. Tanrı da olsa bekleyebilir. Bekledi de. Kabil’in kardeşini öldürmesini bekledi. Sonra tekrar sordu: “kardeşin Habil nerede? Ve dedi: bilmiyorum; kardeşimin bekçisi miyim ben?”


Mantıklı. Hatta, anlaşılabilir. Kanın sebebi olmasaydı eğer. İşte bu sebepten dolayıdır ki kardeşinin yüzünü sudaki yansımada, güneşteki ışıkta, her yerde görür. Artık onun yanı başında nefreti vardır, kini vardır, düşüncesizliği ve sitemi vardır. Yaşam bir eziyettir. Şimdi Sedat soru soruyor işte, fail arıyor. Düş kardeşi olduğu Kabil’le aynı cezayı çekiyor. “Her servis diğerlerinin içine sızmak ister.”, böyle dediler yeterli gelmedi mi Sedat sana? “Polis kızı öldürdü”, dediler. Katili mi beğenmedin? Niye bağırdın o zaman kanıtlamak ister gibi; “basit bir ilişki değil, deli gibi aşığım ona”, diye. Senin paranoyan bize de mi bulaştı Sedat? Biz neden inanmıyoruz sana? İmzala artık o dosyayı da. İmzala ki hiçbir şey gizli kalmasın. Arkadaşın bir daha konuşmasın. Kızın yüzünü bir daha görme. İmzala, Eyüp peygamberin bekçisi gitsin. Yatağı teselli bulsun. Sen uyu. Raskolnikov haklı çıksın; düşünmekten vazgeçip otorite bildiğinin emrine uysun. Cinayeti işlesin.

Senin başkaldırın kime Sedat? İş arkadaşın çok mu toy, çok mu gerçek? Harbi mahalle delikanlısı madamı ve tüm gayrimüslimleri soyarken çok mu şerefsiz? Solcu şair yeteneksiz mi yoksa? Şiirde, sevmekte. Kızın sevgilisi olamaz mı buyurdunuz? Karın çok mu sessiz, kızın babasının geçmişi çok mu karanlık? Boş ver. Boş ver. Ne demiş şair? Buz gibi, demiş. “Aşk iyidir bak, duyumunu arttırır insanın” demiş. Buz gibi demiş. Duydun mu Sedat? Cuma seni öldürseydi keşke, sorular dinseydi. Gitseydi Mine. Sussaydı Yıldırım. Buz gibi. Olmuyor mu? Dört kurşun var orada. Biri senden. Diğerleri kimin siteminden biliyor musun kardeşim? “İçinizi kemiren, ruhunuzu derinden yaralayan, vicdanınızı devamlı rahatsız eden nedir?”,  Raskolnikov acıyla güler bu soruya, “Anlatsam da anlamayacağını biliyorum der.” Adam hiçbir şey demez. Susmak öğretilmiş olandır. Edinilmiş olan değil. Anlatmaya kalkmak insanlıktır. Dosyaya olanı yazmak. Sen Eyüp değilsin. Sakın bağırma tanrıya, “beni rüyalarla korkutuyorsun” diye. Hastasın ama aklın başında. Hep seslenecek kız arkandan: “Sedat yardım et lütfen”… Dondu O, unutmayacak. Etrafta akıp giderken görüntüler, biz unuturken her şeyi o unutmayacak. “bu kimin duruşu, bu sizin en gülmediğiniz saatlerde, her cümlede iki tek göz, bu kimin, ya da kim korkuttu bu kadar sizi, bu nasıl sevişmek, üstelik bu kadar hızlı, ya da tam tersine, boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere”, şair böyle diyor. Adam sevişirken yeni yaralar açılıyor. Kadın kimi sarmış kollarında? Kimi bekliyor? Cuma’nın öldürdüğü kişi, babası. Karısı. Senin kocanı öldürmüş çok mu? Üç kurşun var kadının kocasının elinde. Kaynağı belirsiz üç kurşun. Vatanı olmayan ölüm. Bir yığın ölüden gelen varlığını sordun mu ona?


Ben biliyorum, adam aslında soru sormuyor. O, tek kurşunun, sevdiğinin katili. Dosyanın onaylanmışı. Yıldırım’ın tesadüfî arkadaşı. Unutan, unutacak olan. Ama bir resimden geçiyoruz şimdi. Yaşamsız bir resimden. O zaman konuşsun adam.

Bir şairin sesinden;

“…
insanlardan “buz gibi” soğudum
işte yalnız sen varsın
öyle halsizim ki sorma
anlarsın
....”  

 c. külebi.


Sedat, söylesene lütfen, bu ne sevişmek bu kadar hızlı?

*Sis ve Gece romanını okumadım ben, aslında hiç Ahmet Ümit okumadım. Bilmiyorum, film kadar güzel midir roman, genelde tersi olur değil mi? Roman harikadır, filme çekilir ve beter olur:) Bu örnekte filmi biliyorum, kitabı da iyidir diye umalım, ve sırası gelince okumayı.

Ayrıca, yazı eski bir yazı demiştim ya, çok fazla yanlışı, eksiği, gediği olabilir. Öylesine, birden, yazılması çok çok çok gerekliymiş gibi yazıp, ezan okunurken, huzurla yatağıma girmiştim:) Siz de öylesine okuyun, gitsin bitsin.

Cumartesi, Kasım 13, 2010

körfezdeki dalgın su ve bir menekşeye dokunmak ve hüzün ve gülmek...

...
Gök gürültüsünün ve alacakaranlığın sonu yoktu kasabada. Çoğu zaman bahçeye çıkamaz, pencerenin önündeki sedirde oturup hiçbir şey düşünmeden saatlerce heykel gibi dururdum. Çıplak ağaçlara konup kalkan kanatları ıslak kuşları, sise gömülmüş bahçeyi seyrederdim. Giderek kendime yakıştırdığım bir hüznüm vardı. Bunun özel bir şey olduğuna inanıyordum; boşluğa düşmek ve boşlukta kalmak gibi bir şey.
..."
                                                 h. arkan/ menekşeler atlar oburlar


Uzun süredir elimde Lady vardı, çok bereketli kitapmış bitmek bilmedi bir türlü. Şimdi Vian'in Günlerin Köpüğü romanına başladım. İnanılmaz güzel bir ismi var kitabın, caz parçası gibi. Zaten bu caz benzetmesi de tam anlamıyla kitabı tarif ediyor. Şimdi başka bir kitaptan bahsedeceğim burada, Vian'a sıra gelmedi tabii, ama hep bu ismi tekrarlamak istiyorum ben; günlerin köpüğü, günlerin köpüğü, vian köpüğü, günler, caz, deniz, dalgalar, günlerin köpüğü... Evet, yavaş yavaş deliriyorum:)

Menekşeler, Atlar, Oburlar, Hüsnü Arkan'ın ikinci romanı. Ben ilk romanı olan Ölü Kelebeklerin Dansı'nı beğenmemiştim, ısınamamıştım bir türlü kitaba ama Menekşeler... başka, çok özel bir roman bu. Önceden okuyup çok etkilendiğim kitapları anlatmak zor oluyor. Zaten sevdiğin şeyleri yazmak zordur bir de zaman giriyor araya, unutkanlık giriyor iyice imkansızlaşıyor. (Bundan sonra sadece taze taze okuduklarımı yazayım bari:)) Menekşeler...'ı 2003 yılında okumuşum, kitabın ilk sayfasına attığım tarih bu ve aldığım gibi okuduğumu hatırlıyorum. Şimdi çoğu ayrıntı silinmiş romandan, konu belirsizleşmiş. Aklımda; körfez, rakı, eski şarkılar, menekşenin solması, bir evi sorgusuz dağıtan, Gaugin bilmeyen polisler ve acı kalmış.


Romanda, gerçek ve düş iç içe geçmiş. Hatta neyin gerçek neyin düş olduğu iyice karışıyor bir yerden sonra.

"geri dönemiyordum, hangi yolu tutarsam tutayım kendime çıkamıyordum. sonsuza dek sürebilecek bir kısır döngüydü bu; kaybolan biri kaybolmayı açıklamak istiyorsa, önce kaybolmaktan kurtulmalıydı. ilk gençliğimi düşle gerçek arasındaki çizgide geçirdim ben. yanılsamayla yüz yüze gelmeden yaşayanlar ve bu yüzden yaşamlarını kendilerine ait bir şeymiş gibi hissedenler bu çizginin varlığından habersizdir. ama orada bir yaşam alanı olduğunu bilenler, gerçeğin hiç de göründüğü gibi olmadığını öğrenirler. çünkü bu çizgi düşle gerçeği birbirinden ayırmakla kalmaz, aynı zamanda onları birbirine bağlar. inanılması güç bir durumdur bu. bir şey yaşarsınız ama aslında yaşadığınız başka bir şeydir. hıçkırarak ağlarsınız ama aslında kahkahalar atmışsınızdır. sevgi, mutluluk, zafer, hepsi birer yanılsamadır. yaşam kurgudur, gerçek düştür. yalnızca inancınızla biçimlenen bir avuç hamur. neye inanıyorsanız, gerçek odur."

Çiftlikte büyüyen bir çocuk, geceleri uyumayan, sabahları uyanamayan, nazlı, kırılgan bir anne, daha çok kadınlar arasında büyüme, alt metninde çok şey saklayan sembolik mi sembolik bir amca, bir arkadaş, adı; Raif. Arkadaşla kırgın olmalar, "küslük" hâlleri.


"Raif, sabahları beni masada görmeye alışıyor artık. Uyuyup uyumadığımı, kahvaltı isteyip istemediğimi bile sormuyor. Yanımdan geçip gidiyor, üstüme basıp eziyor. 'Küs müyüz?' diye düşünüyorum; 'ne zaman küsmüştük, önce kim küsmüştü?' "

İntihar denemeleri, akıldan çay demleme düşüncesinin geçmesi, ama sadece gölgesi. Dokundukça dağılan. Bir doktora görünme, psikiyatr, Cemil bey, iyi bir doktor. Raif solcu bir çocuk, kitabın başkişisinin ev arkadaşı. Özendiği, onun gibi tutkulu bir inancı olmasını istediği arkadaşı. "yaşam karşısında niye onun kadar istekli değilim?", sorunu sorduran. Laroxyl, Melleril ve doktorun sihirli sesi, "çözümü birlikte bulmaya çalışacağız, yanıtı birlikte vermeye çalışacağız ama asıl çabayı senin göstermen gerekiyor."

Beni sarsan o cümleler geliyordu arkasından;

"O gece Raif verdi yanıtı.
1 Mayıs afişlerini asarken boynundan vurulup öldü."

Morgda arkadaşını görüyordu, "Burada hiçbir şey yok Hüseyin, diyordu uykusunun içinden. Hep inandığım gibi; boşluk! Burası da öyle Raif, diye düşünüyordum. Hep inandığım gibi; boşluk..."

Zaman geçer, zaman uğultuyla geçer kitapta. Hüseyin'in kız arkadaşı Selma. Evlerinde sakladıkları konuşmayan bir adam, Sait. Devrimci, sessiz. Sonra konuşmaya karar verişi, bira içerken Selma ile beraber onu dinlemeleri, acımaları. Bir bira, iki bira, beş bira. Selma'nın acısının büyümesi, bira almaya giderken Sait'in saçlarını usulca okşaması.

"Selma Sait'in saçlarını her gün okşuyordu artık.
Acımanın duvarı ne zaman yıkıldı bilmiyorum.
Bir akşamüstü, mutfakta öpüşürken gördüm onları."

Bu kadar yeter. Burası özellikle acıtıyor. Bu romandan çok şey kaldı bana. Sokak serserileri, Olkalar, faşizmin obur yüzü, okuduğum en tuhaf cinayet, menekşenin ölümü. Hiç çekinmeden önerebileceğim bir kitaptır Menekşeler..., okumanın sarsıcı bir düş olduğu.

"...yaşam zıplamak gibi bir şeydi. insanın kendi içine doğru zıplamasıydı. her zıplayışta düşmesi ve düşmeyi bir türlü kanıksayamamasıydı...  bir yanlışlık olmalı. bir yanlışlık olmalı marks'ın yaşamış olması, proletarya hakkında bir kitap yazmış olması, gorki, dostoyevsky, hesse, çehov bütün bu adamların yaşamış olması imkansızdı. düş gibiydi. bu üç adam, her kim oluyorlarsa gaugin'i bilmiyorlardı..."

*ekşi'de yazmıştım kısa bir şeyler, burada.

p.s.: A, başlığı önceden atıvermişim tabii! Eski fotolar çok çok hüzünlü benim gülen yüzlerim de var diyecek ve yeni bir foto koyacaktım buraya:)) Şimdi anlamsız oldu valla başlık, o zaman gülen surat gelsin bakalım:)

Eskiden daha hüzünlü, ağlak bir kızdım o kesin, şimdi öyle mi ya?:) Ve hâlâ günlerin köpüğünü sayıklıyorum!!!