Cumartesi, Kasım 13, 2010

körfezdeki dalgın su ve bir menekşeye dokunmak ve hüzün ve gülmek...

...
Gök gürültüsünün ve alacakaranlığın sonu yoktu kasabada. Çoğu zaman bahçeye çıkamaz, pencerenin önündeki sedirde oturup hiçbir şey düşünmeden saatlerce heykel gibi dururdum. Çıplak ağaçlara konup kalkan kanatları ıslak kuşları, sise gömülmüş bahçeyi seyrederdim. Giderek kendime yakıştırdığım bir hüznüm vardı. Bunun özel bir şey olduğuna inanıyordum; boşluğa düşmek ve boşlukta kalmak gibi bir şey.
..."
                                                 h. arkan/ menekşeler atlar oburlar


Uzun süredir elimde Lady vardı, çok bereketli kitapmış bitmek bilmedi bir türlü. Şimdi Vian'in Günlerin Köpüğü romanına başladım. İnanılmaz güzel bir ismi var kitabın, caz parçası gibi. Zaten bu caz benzetmesi de tam anlamıyla kitabı tarif ediyor. Şimdi başka bir kitaptan bahsedeceğim burada, Vian'a sıra gelmedi tabii, ama hep bu ismi tekrarlamak istiyorum ben; günlerin köpüğü, günlerin köpüğü, vian köpüğü, günler, caz, deniz, dalgalar, günlerin köpüğü... Evet, yavaş yavaş deliriyorum:)

Menekşeler, Atlar, Oburlar, Hüsnü Arkan'ın ikinci romanı. Ben ilk romanı olan Ölü Kelebeklerin Dansı'nı beğenmemiştim, ısınamamıştım bir türlü kitaba ama Menekşeler... başka, çok özel bir roman bu. Önceden okuyup çok etkilendiğim kitapları anlatmak zor oluyor. Zaten sevdiğin şeyleri yazmak zordur bir de zaman giriyor araya, unutkanlık giriyor iyice imkansızlaşıyor. (Bundan sonra sadece taze taze okuduklarımı yazayım bari:)) Menekşeler...'ı 2003 yılında okumuşum, kitabın ilk sayfasına attığım tarih bu ve aldığım gibi okuduğumu hatırlıyorum. Şimdi çoğu ayrıntı silinmiş romandan, konu belirsizleşmiş. Aklımda; körfez, rakı, eski şarkılar, menekşenin solması, bir evi sorgusuz dağıtan, Gaugin bilmeyen polisler ve acı kalmış.


Romanda, gerçek ve düş iç içe geçmiş. Hatta neyin gerçek neyin düş olduğu iyice karışıyor bir yerden sonra.

"geri dönemiyordum, hangi yolu tutarsam tutayım kendime çıkamıyordum. sonsuza dek sürebilecek bir kısır döngüydü bu; kaybolan biri kaybolmayı açıklamak istiyorsa, önce kaybolmaktan kurtulmalıydı. ilk gençliğimi düşle gerçek arasındaki çizgide geçirdim ben. yanılsamayla yüz yüze gelmeden yaşayanlar ve bu yüzden yaşamlarını kendilerine ait bir şeymiş gibi hissedenler bu çizginin varlığından habersizdir. ama orada bir yaşam alanı olduğunu bilenler, gerçeğin hiç de göründüğü gibi olmadığını öğrenirler. çünkü bu çizgi düşle gerçeği birbirinden ayırmakla kalmaz, aynı zamanda onları birbirine bağlar. inanılması güç bir durumdur bu. bir şey yaşarsınız ama aslında yaşadığınız başka bir şeydir. hıçkırarak ağlarsınız ama aslında kahkahalar atmışsınızdır. sevgi, mutluluk, zafer, hepsi birer yanılsamadır. yaşam kurgudur, gerçek düştür. yalnızca inancınızla biçimlenen bir avuç hamur. neye inanıyorsanız, gerçek odur."

Çiftlikte büyüyen bir çocuk, geceleri uyumayan, sabahları uyanamayan, nazlı, kırılgan bir anne, daha çok kadınlar arasında büyüme, alt metninde çok şey saklayan sembolik mi sembolik bir amca, bir arkadaş, adı; Raif. Arkadaşla kırgın olmalar, "küslük" hâlleri.


"Raif, sabahları beni masada görmeye alışıyor artık. Uyuyup uyumadığımı, kahvaltı isteyip istemediğimi bile sormuyor. Yanımdan geçip gidiyor, üstüme basıp eziyor. 'Küs müyüz?' diye düşünüyorum; 'ne zaman küsmüştük, önce kim küsmüştü?' "

İntihar denemeleri, akıldan çay demleme düşüncesinin geçmesi, ama sadece gölgesi. Dokundukça dağılan. Bir doktora görünme, psikiyatr, Cemil bey, iyi bir doktor. Raif solcu bir çocuk, kitabın başkişisinin ev arkadaşı. Özendiği, onun gibi tutkulu bir inancı olmasını istediği arkadaşı. "yaşam karşısında niye onun kadar istekli değilim?", sorunu sorduran. Laroxyl, Melleril ve doktorun sihirli sesi, "çözümü birlikte bulmaya çalışacağız, yanıtı birlikte vermeye çalışacağız ama asıl çabayı senin göstermen gerekiyor."

Beni sarsan o cümleler geliyordu arkasından;

"O gece Raif verdi yanıtı.
1 Mayıs afişlerini asarken boynundan vurulup öldü."

Morgda arkadaşını görüyordu, "Burada hiçbir şey yok Hüseyin, diyordu uykusunun içinden. Hep inandığım gibi; boşluk! Burası da öyle Raif, diye düşünüyordum. Hep inandığım gibi; boşluk..."

Zaman geçer, zaman uğultuyla geçer kitapta. Hüseyin'in kız arkadaşı Selma. Evlerinde sakladıkları konuşmayan bir adam, Sait. Devrimci, sessiz. Sonra konuşmaya karar verişi, bira içerken Selma ile beraber onu dinlemeleri, acımaları. Bir bira, iki bira, beş bira. Selma'nın acısının büyümesi, bira almaya giderken Sait'in saçlarını usulca okşaması.

"Selma Sait'in saçlarını her gün okşuyordu artık.
Acımanın duvarı ne zaman yıkıldı bilmiyorum.
Bir akşamüstü, mutfakta öpüşürken gördüm onları."

Bu kadar yeter. Burası özellikle acıtıyor. Bu romandan çok şey kaldı bana. Sokak serserileri, Olkalar, faşizmin obur yüzü, okuduğum en tuhaf cinayet, menekşenin ölümü. Hiç çekinmeden önerebileceğim bir kitaptır Menekşeler..., okumanın sarsıcı bir düş olduğu.

"...yaşam zıplamak gibi bir şeydi. insanın kendi içine doğru zıplamasıydı. her zıplayışta düşmesi ve düşmeyi bir türlü kanıksayamamasıydı...  bir yanlışlık olmalı. bir yanlışlık olmalı marks'ın yaşamış olması, proletarya hakkında bir kitap yazmış olması, gorki, dostoyevsky, hesse, çehov bütün bu adamların yaşamış olması imkansızdı. düş gibiydi. bu üç adam, her kim oluyorlarsa gaugin'i bilmiyorlardı..."

*ekşi'de yazmıştım kısa bir şeyler, burada.

p.s.: A, başlığı önceden atıvermişim tabii! Eski fotolar çok çok hüzünlü benim gülen yüzlerim de var diyecek ve yeni bir foto koyacaktım buraya:)) Şimdi anlamsız oldu valla başlık, o zaman gülen surat gelsin bakalım:)

Eskiden daha hüzünlü, ağlak bir kızdım o kesin, şimdi öyle mi ya?:) Ve hâlâ günlerin köpüğünü sayıklıyorum!!!

Hiç yorum yok: