Cumartesi, Aralık 31, 2011

çiçek tozu ve yıllara yayılan ruh

(doğum günü çiçekleri. çoğu gitti azı kaldı, çürüyüp gidiyor her canlı, olsun sevinci yeter. çiçek tozları dağılıyor, dağılıyor, dağılıyor; geride kocaman bir gülüş kalıyor, kalır. bana göre şahane bu; ölen bir şey, başka bir ruha can veriyor.)


"...Hafifçe, ama zorlanmadan nefes alıp veriyor; biraz gerilmiş olan dudaklarının arasından beliren dişlerini görünce elimde olmadan ölülerin çenelerini, tıpkı onun gibi toprakla dolu bir tabutta kanlı uykularını uyuyan vampirleri düşünüyorum; teni o kadar soluk ki kendi damarlarımı kessem hayatın rengini kazandıramam ona; o kadar soğuk ki, kalbimin üzerine yatsam onu ısıtamam. Dudaklarını oynatmadan, işitmekten çok tahmin ettiğim, çok alçak bir sesle konuşuyor.
"Bana çiçek vermeniz gerek. Daha rahat olur," diyor..."

                                                                                        m. Yourcenar/Rüya ve Kader (çiçeklikler) 

Çok uzun zaman olmuş gibi; sanki asırlar geçmiş, ben hep burada yazıyormuşum, birileri sesimi duyuyor, konuşuyormuşuz, ama sonra bir ömür geçmiş. Gülmeyin, öyle gibi;) Ne çok çalıştım son on gündür, devamlı nöbetteydim, akşam Mentalist, ve çay, ve yatak, ve yatakta muhakkak Saatleri Ayarlama Enstitüsü, sonra uyku. Uyumanın farkına bile varamadan uyumuşum on gündür, evet sanki yeni uyanmışım gibi. Ne oldu peki? Kitaplarım geldi! Bu, son zamanların en güzel olayıydı bana göre;) Ben hep kitap fuarının son günü sipariş veririm, o tarihler de benim doğum günüme rastlar genellikle. Kendime doğum günü hediyesi almış gibi mutlu olurum. Yoksa indirim filan hikâye, İdefix'e çok alışmışım, yıllardır oradan alıyorum, ama daha önce Pandora, Kitapyurdu vb. yerlerden de çok fazla alışveriş yapmışlığım var, diyeceğim oralar da gayet iyi siteler kitap almak için. Alışkanlık işte. Kitap seçimi yine çok keyifliydi, okumadığım onlarca kitabın yanına gidecek güzelim kitapları tek tek, hepsinin üzerinde dakikalarca düşünerek seçtim;p En çok Yourcenar almışım, bütün seriyi tamamladım sanki. Ve en sonunda, Dağlarca'nın Çocuk ve Allah'ına kavuştum. Bende olmaması büyük ayıptı. Çok rahatladım. 
 ...........
Sabah kahvaltıyı yine geç saatlerde yaptım, ama bu sefer oyalanmadan evi temizlemeye başladım. Nasıl dağıtmışım ortalığı, aman tanrım, tahmin bile edemezsiniz. Yeni bir yıla(!) kirli bir evde giremem, hayır, diyerek radikal ve cesur bir kararla evi temizlemeye başladım. Sonra o cesur kararımı çok sorguladım, toz alırken tabii, fakat olan olmuştu bir kere;p Akşam bitirebildim temizliği, zaten biraz hastayım (yine farenjit sanki?), iyice yorulmuşum. Hemen dışarıya çıkıp alışveriş yaptım; bolca meyve aldım ve alırken çok eğlendim kendimle, eskileri markete girmeden çöpe atmıştım çünkü. Bu sefer yiyeceğim diye söz verdim tekrar tekrar. Şimdi yemeğim fırında pişiyor, meyveleri yıkayıp kocaman bir kaba koydum. Lokum ve fıstıklı çikolatam, antep fıstığım hep yerlerinde, hazırlar zaten. (bayılıyorum atıştırmaya) Neden bunları söyledim, çünkü eve şimdi giren olsa, kesinlikle yerli malı haftası kutlanıyor zanneder. Öyle vahim bir durum. Daha önce de defalarca yalnızdım yılbaşı denilen kutlu günde, eh bugün de yalnızım, sorun yok öyleyse;p  Belki gece güzel bir film seyrederken (canım mentalist istiyor yine, çok az kaldı üçüncü sezonu bitirmeye), sıcak şarap yaparım. Üşenmez ve boğazımı iyi hissedersem tabii. O zaman dualar o yönde olsun; sağlıklı, huzurlu, mutlu yıllar diliyorum herkese. İçeceğinizi; çay, şarap, gazoz, her ne ise işte, güzel güzel, kafanızda sorunlar olmadan, dertsiz bir kalple yudumlamanız şu hayattaki en anlamlı, güzel şey bana kalırsa. Sizin için de aynısını istiyorum.  İyi yıllar.
 -----------------------
p.s.: -Yukarıya koyduğum şarkı, biraz önce okumaya daldığım (ve neredeyse bana yemeği fırına koymayı unutturacak) kitaptan aldığım alıntıya ne kadar çok uydu! Uyum ve huzur, bayıldığım iki kelime, eskiden neyse o; 
 ;))
 - Bu yazıyı yazmam için beni yüz yıllık uykumdan uyandıran TheSaint'e sevgiler ve selamlar, "titre ve kendine gel", sözünü duymuş gibi oldum, valla;p
------------------------
-Yemek için masamı hazırlarken aklıma geldi, Alay Köşkü, Tanpınar Müzesi yapılmış. Size haber verecektim, unutmuşum. İdefix'in hediye ettiği sabitfikir dergisinde okudum ben, duyan zaten duymuştur da, bilmeyenlere gitsin bu bilgi. Çok sevindim, ilk fırsatta gidip göreceğim tabii;) 
(a, burada köşkün fotoları var, meraklısına.)

-Bir de, söylemeden edemem; bu gece çok yağmur yağsın istemiştim, yağıyor!;p Daha ne ister ki bir insan, çok çok mutlu oldum, harika bu. Artık yemek yemeliyim, kaçtım ben.

Çarşamba, Aralık 21, 2011

dut ağacının gölgesinde kutlama; 35!

The Mulberry Tree/Van Gogh  (Saint-Rémy-1889)

"...Hastaydım da tabii, ama cesaret gösteremedim. Sonra, bu krizlerin acısıyla karşı karşıya kalınca çok da korkuyorum; yeniden gösterdiğim çabanın biraz önce söylediğimden değişik bir şey olup olmadığını bilmiyorum; dedim ya, kendimi öldürmeye kalkmış, derken suyun çok soğuk olduğunu fark edince kıyıya ulaşmak için çırpınmaya koyulan biri gibiyim..."

                                                               Theo'ya Mektuplar/Vincent Van Gogh (çev: Pınar Kür) 



Van Gogh, bu dut ağacını akıl hastanesi yıllarında yapmış. Bilirsiniz, ressamların böyle dönemleri vardır, akıl hastanesinde yatarken yapmış denmez de dönemlere ayırırlar hayatlarını; akıl hastanesi yılları, gençlik yılları, Paris dönemi vs. vs. Belki bu maddeleme ve karikatürize etme alışkanlığı yüzünden insanüstü varlıklar gibi görünüyorlar çoğu zaman, tuhaf bu. Bu akşam koltuğumda yorgun yorgun otururken, onun Theo'ya yazdığı mektupları okudum, kardeşine. Öyle dokunaklıydı ki cümleleri; delirdiğini, yaşarken çok zorluk çektiğini ve acı ölümünü bilmesem bile onun kırgın dilini hissederdim. Bir mektubun ona nasıl iyi geldiğini, hastalıktan korktuğunu, yıldızlı açık gecelere bayıldığını, meyve bahçelerini çizmeyi çok sevdiğini, açık havada, gökyüzüne saatlerce keyifle baktığını ve diğer her şeyi sevinçli, kaygılı, insan cümlelerinden anlardım. 


Kelimelerden çoğu zaman korksam da, yazıya hâlâ güveniyorum.


Meyve ağaçlarını çizmeyi çok seviyor, gözlerimi kapattım onun dut ağacı resmini düşündüm. "Ah gül! hastasın sen/uğuldayan fırtınada/gecede uçan/görünmez böcek"* Eskiden kocaman bir örtüyle altında meyvesini toplamaya çalıştığımız dut ağacıyla yer değiştirdi görüntü. Eski şarkılar, eski anılar, eski gülüşler, hepsi o kocaman ağacın etrafında toplandı. Yaşamak nasıl da "sıkı"dır, önünde açılır, açılır, açılır kocaman bir resim. Dut ağacı verimli bir ağaç, yaprağıyla ipek böceklerini, meyvesiyle insanları doyuruyor. Bu bilgileri o ağaca bakarken koyamazsın herhangi bir yere. Bir türlü olmaz, senin geçmişin dağıtır resmi, "artık yıllar" düşer beynine. Ne güzel, ne kötü. 

Bu resme bakmayı çok seviyorum. Renklerinde dağılıp duruyorum. Ama diyorum, iyi ki bu resmi görecek kadar yaşadım, iyi bir şey bu. Her güzel şeyle karşılaştığımda bunu yaparım ben. İyi ki gördüm, iyi ki baktım, iyi ki okudum. Oyunlarla yaşamak, böyle bir şey, bilen bilir.

Otuz beş, oldum sanırım. Korkutucu bir sayı, yolun yarısı diye adı çıkmış bir kere;) Kanmayacağım bu reklama tabii, şimdilik güzel güzel geçinip gitmeyi düşünüyorum, bakalım ileride ne olur? Bugün yorucu bir gündü, tüm gün dışarıdaydım. Sonra yukarıdaki şarkıyı dinledim, mektupları okudum, biraz kendime geldim. Şimdi güzel bir film seyretmeli, ama hangisi hangisi? İşte oyun dediğim tam da bu;p
-------------------------------------------

*William Blake/hasta gül-Masumiyet ve Deneyim Şarkıları

Cumartesi, Aralık 17, 2011

içeri

 (C.'den.)


"... Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir. Filhakika babamın benim yüzümden palas pandıras karakola çağırıldığının hemen ertesi günü halam öldü. Ve ikindiden biraz sonra tam gömülürken tekrar dirildi. Bu çift hadise bütün aile hayatımızı altüst etti. Babam onların tesirinden bir daha kurtulamadı..."
a. h. Tanpınar/ Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Sabah ne zor uyandım. Kendime beş dakika daha, on dakika daha, böyle hak vere vere neredeyse öğleden sonrayı bulacaktı yataktan kalkışım. Yatarken biraz okumuştum, sıcak yataktan kalkmadan önce biraz daha okudum. Osmanlıca kelimeler okumayı güçleştirmiyor bu ilginç, roman çok akıcı ve rahat okunuyor. Belki ilginç doğru kelime değil burada, söz konusu yazar Tanpınar, onun için şaşırmamalı bu ustalığa, ve ben onun usta dilini çok seviyorum.
Rüya'yı görmeye gittim. Biraz oynadım, şimdi evdeyim işte. Ev, içinde büyüttüğün huzur ya da huzursuzluğa aldırmıyor hiç, öyle anlayışlı, sakin ve masif varlığıyla seni bekliyor. Sen onu ısıtıyorsun sonra, yemek yapıyor yaşadığını anlatıyorsun. Hepsini dinliyor, güzel bu, en yakın arkadaşın ve sırdaşın o senin.
Dün gece gördüğüm rüya birazcık açık saçıktı, sevgilimle öpüşüyordum, çıplaktım. Uyandığımda şaşkındım önce, sonra gülmeye başladım. Güneşli bir mevsimin rüyasıydı, yazdı. Mutluluk, gülen bir yüz, barış kelimelerini seçip alıyordum rüyanın içinden, kitabıma uzanırken. Kurgu eğer rüya ise dokunamazsın, gülüp geçersin en fazla. Kelimeleri alır saklarsın, anlatmak için. Sakladım, gülüp geçtim ben de. 

Yemek yapmalıyım artık, ev ev olduğunu hissetmeli. Yoksa boşa konuşmuş olmaz mıyız, oluruz;) Öyleyse, hadi bakalım.

Çarşamba, Aralık 14, 2011

havadan sudan

"Rüzgâr, içimde ıslık çalıyor.
Çıplağım. Hiçbir şeyin, hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile. Rüzgâra karşı duran, rüzgârın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca; yüzüme çarpan rüzgâr da benim."
e. Galeano/Kucaklaşmanın Kitabı (esinti)


Sabah böyleydi hava. Yolda çok yağıyordu, sonra birden durdu. Oysa yolda yağmasaydı, eve gelip uyumaya hazırlandığımda yağsaydı daha hoş olurdu ama her şey istediğim gibi olmuyor tabii:p Eve geldiğimde çok yorgun olduğum hâlde duş alınca uykum kaçtı. Biraz oturdum balkonda, bir iki sayfa Tanpınar okudum (roman gerçekten çok, çok güzel), fotoğraf çektim, düşündüm. Manzarayı; fırçanın hatalarını, kurgunun aksayan taraflarını, herkesin uyuduğu, üç beş ışığın yandığı o anların hataları affettirebileceğini.

Dün yoğundu günüm, yirmi dört saat hastanedeydim, koşturmaca, telaş, hastalık, kaygı, ses, gürültü. Akşam biraz dinlendikten sonra yine başlıyordu çalışma sürem, ee söz konusu ben olursam bomba gibi başladı dersem tuhaf olmaz sanırım. İkinci hasta (benim durumumda hastayla ilgili bir sorun olmuyor, hasta sahibi demem daha doğru olur) enteresandı. Kadın bir güvenlik görevlisi (polis, bilmiyorum artık) ile birlikte gelmiş. Çocuk onun çocuğuymuş (onu hiç anlamadım, ben niye tutayım çocuğu, bana ne, ben ışın alamam onun yüzünden, diye bağırıp duruyordu), ajite bir hastaydı (spastik, altı-yedi yaşlarında güzel bir çocuk), imkânı yok çekilmiyor filmi. Uzun uzun anlatmayayım şimdi, sinir bozucu bir manzaraydı. Kadın devamlı ama devamlı hakaret ediyor, çocuğu tartaklıyor, biz işimizi bilmiyormuşuz, şikayet edecekmiş filan falan. Sizin neyiniz oluyor bu kadın, dedim adama, patronumun eşi, dedi, çok korkarak sessizce konuştuğuna göre patronu über bir şey olmalı. Umursamadım, odaya gelen arkadaşıma, sen ilgilenir misin ben daha fazla dayanamayacağım, deyip cr'a oturdum. Aynı sahne tekrarlandı çekim odasında, kadın bu sefer benim yerime çocuğun filmini çekmeye çalışan kadına laf söylüyor, konuşup duruyor, hiç ama hiç susmuyor. Odaya girdim, arkadaşıma bakıp, boş ver bırakalım, yapmayalım bir şey, dedim. Kadın da o sıra bizi şikâyet edeceğini söylüyordu, yüzüncü kez. Hiç bu kadar canımın sıkıldığını hatırlamıyorum. Daha önce yaşadığım (daha farklı elbette ama temelde aynı) başka anlaşmazlıkları da düşündüm. Ne tuhaf, bazen karşındakine öldür allah bir şeyi anlatamıyor, tamamen çaresiz kalıyorsun. Korku filmi gibi -kelimenin tam manasıyla "korku filmi gibi"-, anlamıyor, sesin yükselmiyor, kabalık yapmıyorsun, incitmemeye çalışıyor, belki o da bir şey anlatmaya çalışıyordur bekleyeyim bakalım, diyorsun. Hayır, olmuyor. Kapı duvar. Kadın şaka gibiydi özetle. Çocuk ayakta görmüyor musunuz nasıl çekelim, diyoruz, çekin, ben çekerim, sizin beceriksizliğiniz, diyor. Öyle baktım, içimden de düşünüyorum, bu kadına hep dayanmak, katlanmak zorunda olan insanlar var. Kocası, çocuğu, şusu busu, onunla yaşayanlar işte. Allah, lafını bir türlü karşısındakine anlatamayanlara, üstelik anlatamamak bir yana, suçlanan, sabrı sınananlara kolaylık versin. 

Sabaha karşı, altı gibi odadaki kanepeye uzandım, bahçeden çığlık çığlığa çocuk sesleri geliyordu. Hayır tabii, hastalık bağırışları filan değil. Hastanenin bahçesinde üç beş çocuk oyun oynuyordu. Sabahın körü, hastaların servislerinde dinlenmesinin şart olduğu zamanlar, ertesi sabah kim bilir hangi rutin kontrollerle, berbat bir gün geçirecekleri kesin olan çocukların uyuduğu saatler. Hiç abartısız dört buçuktan benim uzandığım zamana kadar bağırışları kesilmedi çocukların. Merak ediyorum, nasıl bir aile, çocuğuna, dur, yapma, biraz sessiz ol, rahatsız olanlar vardır, vs. vs, demez? Nasıl bir rahatlıktır bu? Arkadaşım dinleniyordu, çekim için kalktı, bu sesler nedir, diye sordu. Sanırım, hayatlarındaki en mutlu günü yaşayan çocuklar var dışarıda, yağmur filan dinlemiyor, koşturuyorlar, dedim. Pencereden biraz onları seyrettim; ne güzel yetişiyorlar, aferin, yaramazlıklarına sonsuz müsamaha gösteren ebeveynlere sahipler, büyüyünce de birisini rahatsız ederken bu kadar umursamaz ve gamsız olacaklar, muhteşem diye düşünerek çıkmaya hazırlandım.


Sonrası, yağmurda yolculuk, opera ve su; çok fazla, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun bıraktığı su. Biraz sonra Pina'yı izleyeceğim. Uzun süredir aklımda, dayanamayıp on-on beş dakika kadar seyrettim çok önce, ama hep daha güzel bir zamana sakladım. Zaman bu zamanmış demek. Haberler böyle.
-------------------------
Konuyla ilgisiz ya da ilgili birkaç not;

-Boğaziçi Üniversitesi, GETEM, ve Türk Telekom işbirliğiyle bir reklam hazırlanmış. Konuşan Kitaplar diye. İlk gördüğümde hayran kaldığım bir fikir ve proje bu. Reklam da harika. Suç ve Ceza'nın bir iki dakikalığına içine giriyorsunuz, o kadar etkili çekilmiş. Çok beğendim. http://www.youtube.com/watch?v=1mnipud5Uag

-Bazı şeylerin kıymetini bilmek gerek. Suç ve Ceza'yı kimsenin yardımına ihtiyaç olmadan okuyabilmek çok değerli. Bazıları şanssız doğuyor, dünkü anneye sahip olan hasta çocuk gibi. 

-Ispanak soslu makarna nasıl olur diye düşünüp duruyorum. Kremalı filan. Neyse, deneyeyim, söylerim size de.
---------



Ne kadar çok oyalandım yine. Film henüz bitti, taze taze;
-Ben klasik bale severim, modern dansla aram yoktur, yine de Pina'da yapılan dansları sevdim. Zaten dans ettikleri de söylenemez dansçıların, öyle yaşıyorlar, tüm hareketleri içten. Önceden düşünülüp koreografisi yapılan tek bir hareket yok sanki. Gerçekten büyük başarı.
-Wenders'in Berlin Üzerinde Gökyüzü filmine hayranım, hâliyle severim yönetmeni, bu filmi de gayet güzel çekmiş, benim filmim değil belki, fakat güzel.
-Film 3d çekilmiş, ben evde seyrettim tabii. Eminim sinemada izlemek çok farklıdır, görüntüler izleyeni hipnotize edecek kadar etkili.
-Ben en çok dolunay dansını ve bir kadın dansçının kendisini derin bir kuyuya bırakır gibi yanındaki adamın kolları arasındaki boşluğa bırakışını sevdim. Büyülendim, harikaydı o sahne. 
-Pina kendisini dansa adamış, tüm varlığını, hayatını. Bir insanın böyle bir adanmışlıkla (ve elbette hırsla) herhangi bir şeye (iş, aşk, eşya) bağlanmasını çok şaşırtıcı buluyorum. Bilmediğim ve korktuğum bir duygu.
-Genç bir dansçı kıza, "neden benden korkuyorsun, ben bir şey yapmadım", diyor Pina, bunu çok sevdim. Ne çok anlam yükledim o cümleye, kadın bir bilse;) 
-Filmin müzikleri muhteşem, yukarıya koyduğum şarkıda yapılan dans da güzeldi. Şarkıyı bir dinleyin lütfen, seveceksiniz.
-"Kırılganlığın aynı zamanda senin gücündür", diye bir lafı var Pina'nın, dansçılarına söylediği. Buna inanmıyorum. Hoş benim için pek bir şey fark etmez, ben güce inanmıyorum.
---------
Saat beşe geliyor, sözde erken uyuyacaktım bugün. Hemen uyumalıyım, uyku en iyi sağaltıcıymış ya, hadi bakalım.

Pazartesi, Aralık 12, 2011

mesafeli bir aşk

 
Şimdi bir film seyrettim. Çok hoş bir film, unutmamak ve geçiştirmemek için hemen yazmalıyım. Nights and Weekends, uzak mesafe ilişkisini anlatan bir film. Tesadüf diye bir şey var gerçekten, var ki bu film, bu gece gelip beni buldu. Bayıldım!
İlk defa dört günlük bir boşluğum vardı, market dışında evden çıkmadım. Çay keyfi, dizi seyretme, vs. vs. derken, tüm yorgunluğumu atmayı istiyordum. (eh, hemen hemen öyle oluyor da, bir günüm kaldı sadece) Mentalist seyretmekten fenalık gelmişti, bir film seyredeyim, sonra bir bölüm dizi izler yatarım dedim. İyi ki öyle demişim, çok eğlendim bu filmi seyrederken. Arşivdeki filmlerden herhangi birine tıkladım, ne konusunu ne de oyuncuları biliyordum. Denk düştü, dolunay şansı;) Nights and Weekends, bir çiftin ilişkisinin, belli bir bölümünü anlatıyor. Başlangıcı ve sonrayı bilmiyoruz. Yönetmen, oyuncu ve senarist aynı iki kişi. Filmin başrolündeki kadın ve erkek, aynı zamanda senaryoyu yazıp, filmi de yönetmişler, ki bu çok önemli, çünkü film inanılmaz doğal, çok içten. Hareketli bir kamera çifti gözetliyor sanki ve izleyen bazen kadına bazen de erkeğe hak vererek izliyor olan biteni. Ben öyle yaptım işin doğrusu. 
Güzel film, izleyin bence, pişman olmazsınız. Son zamanlarda benim izlediğim en gerçek film üstelik. 

Bu akşam Alkım'a yorum yazarken, komik olduğumu düşünmüştüm, uzaktaki sevgiliye, "hadi yemeğe gel" mesajını çektiğim için. Ama böyledir işte, uzak mesafe ilişkisi yaşamadıysanız bilmezsiniz, yaptığınız her şeyde (güzel ya da kötü) onun da yanınızda olmasını istersiniz. Sizinle beraber mutlu olsun ya da üzüntünüze şahit olsun. Zordur ama çok istersiniz. Her iki-üç ayda bir gitmeler, dar zamanlara sığdırılan sevmeler, sevişmeler, her şeyi yapma isteği, film seyretme, yemek yeme, yemeği beraber hazırlama, soğuk havada amaçsızca dolaşma, güneşli bir günde şehri gezme, her şeyi işte. Kafada sorular sorular sorular, hiç bitmez. Bu ilişkiyi ben ayakta tutuyorum iddiası, ne zamana kadar sürecek bu durum kaygısı. Oysa hepsi öyle boş ki, sadece sarılmak ve durmak yeter aslında. 
Yetsin öyleyse. Tek dileğim bu.
----------------------
p.s.: -Filmleri indirerek seyrediyorum ben, ama bu film sanırım online film izleme sitelerinde var (emin değilim). İzlemek isteyenler o yola da başvurabilir. 
-Filmi seyrederken arka arkaya mesaj attım, o uyuyordu tabii, uzak mesafe ilişkisi demiştim, değil mi?;p
-----------------------

ve günün şiiri postama geldi, teşekkürler;)

Gölgelerin Gezintisi

(çeviri: Nazila Hamedan & Ulus S. Baker)

Yaşlı incir, seriyor ortaya sırrını hayatın,
Yağmuru çağırırken yeryüzü
Balık dolaşıyor, suyu yararak,
Rüzgar esmekte. Kırlangıç donuyor
Ve kayboluyor bakışım...

Balık suyun esiri, ben kederin,
Toprak olacak gözlerin, gülümsemen solacak,
Gölgeyi sana düşürdüm, putum olasın diye,
Geliyorum yamacına, çöl kokusunu duyarak...

Sana varıyorum, yapayalnız,
Seninle daha da yalnız,
Zirvene kadar, serilmiş hayatım, işte önünde...

Ve sen serilmiş, benden bana kadar,
Rastladım sana, tapınmanın sırrıyla,
Senden çıktım yola, acının cilvesine vardım.

Şeffafsın, hey, buna rağmen!
Acayipsin hey, buna rağmen!

Yolum yok senden dışarı,
Toprak yağmuru çağırıyor, ben seni, yolum yok!
Vücudunu ellerimin esiri yaptım,
Zamanı hapsetmek için,
Rüzgâr koşuyor
Kulunu dağıtıyor çabamın.

Dönüyor kırlangıç. Balık dolaşıyor, suyu yararak.
Fıskiye akıyor, doluyor son anım...

Sohrap Sepehri

Perşembe, Aralık 08, 2011

su renginde düşünceler

Kaza yaptım. En sonunda oldu. Kendi kendini gerçekleştiren kehanet diyorum ben buna. Sigorta şirketi ne der bilemem tabii. Bu akşam eve gelirken bir araca çarptım, uygunsuz yerde bekleme yapıyordu, yolu kapamıştı, deli gibi yağmur yağıyordu, ben dalgındım, şudur budur, bilmiyorum artık neden, niye oldu, tek bildiğim aklımdaki ve kalbimdeki gerçekleşti. Ne tuhaf, korku yoktu içimde, heyecanım da geçti sonra, fakat şimdi, bu yazıyı yazarken buraya, az önce demlediğim mis gibi çayımı içerken, kısaca her şey normale dönmüşken, neden ellerim titriyor?

(Kaza anı fotoğraflanmalıymış, bilmiyordum ben. Bunca zaman araba kullanırım hiç başıma böyle bir şey gelmemişti. Adam da bilmiyormuş. Etraftan söyleyenler oldu, sinir bozucu, külüstür inatla değiştirmediğim telefonum çekmedi tabii, kartı çantamdaki diğer sinir bozucu, külüstür telefonla değiştirdim, böyle yarım yamalak çekmeye çalıştım. Benim arabayı ileriye almıştım, sadece adamın arabası girdi kareye, anlamsız bir foto oldu, bloğa yarasın; işte çarptığım araba bu. Ve gerçekten ne çok yağıyordu.)


Neyse, bitti gitti. Ellerim de kendine gelsin, silik hatıralar albümüne yollanacak bu görüntüler.


 "Romanın bir yerinde bir büyük dede, büyük torunuyla karşılaşıyor. Büyük dede tam anlamıyla bunamıştır "düşünceleri su rengindeydi" ve tıpkı büyük torununun yeni doğmuş bebesi gibi mutlu ve nurlu bir ifadeyle gülümser. Dede, anılarını yitirdiği için, torununun torunu da henüz hiçbir anısı olmadığı için mutludur. Sanırım kusursuz mutluluk budur. Benden ırak olsun." *

Öyle çok unutmak istiyorum ki, sabah akşam unutmak istediklerimi düşünüyorum. Korkunç bu, çok üzücü, üstelik acıtıyor. Yazar gibi, benden uzak olsun kusursuz mutluluk, diyecek kadar eskiye bağlı olmak isterdim. Bütün anılara bağlı olmak, anıyı bırakın ekmek aldığın bakkalı hatırlamak istemek, nasıl bir biriktirme arzusu? Uzun süredir hatırlama isteğim yok, ne çocukluk, ne ötesi. Yine de yakın geçmişle bir derdim var sanki, hatırlamaya çalışıyorum. İstanbul'da daha önce gezdiğim yerleri tekrar gezerken, şaşırıyor, heyecanlanıyor, konuşup duruyorum. Çoğu zaman içimden, bazen yüksek sesle. Bak burada daha önce yemiştik biz, sevmiştik yemeklerini, bu çok eski bir taş, üzerinde yeniçerilerin kafası kesilirmiş, bu duvarlar çok güzel, yaslanmıştık. 
---------

Tanpınar'dan Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okuyorum. Dilini seviyorum Tanpınar'ın. Huzur'da biraz rahatsız olmuştum fakat bu sefer iyi anlaştık sanki. Huzur'u Klazomenai kazısındayken okuyordum, lisans yılları daha. Çok eski. Tamam geçelim. Anlatımındaki ince mizahtan hoşlanıyorum, daha hızlı okusam keşke. 


İstanbul'a giderken uçakta Zweig'ın Satranç adlı kısa öyküsünü okudum. Lisede okumuştum ben bu öyküyü. O zamanlar satranç oynama meraklısıydım. Nereden merak salmıştım bilmiyorum, evde oynayan yoktu, etrafımda ilgilenen kimse de yoktu, ama küçük ben daha çok öğrenmek, tüm oyunları ezbere bilmek için çıldırıyordum. Satranç tekniklerini öğreten küçük bir de kitap almıştım -şimdi kim bilir nerede-, yatağa girdiğimde yatakhanenin cılız ışığında onu okumaya çalışırdım. Öyküyü okurken uçakta, emniyet kemerini bağlamış, yerine geçerken özür dileyen, rica eden, hep korkunç olduğunu düşündüğüm bulutları seyreden ben, evet şimdiki ben, yatılı okuldaki küçük çocuğun öykünün ana fikrini anlamadığı kanısına vardım. Anlamamış, dedim bilmiş bilmiş, sadece satranç oyununun zevkine varmak istemiş. Peki, şimdi bu öykünün faşizmi sarsıcı bir şekilde anlattığını, hiçliğin korkutucu olduğunu, duvarlarla konuşmanın can yaktığını, insanın kendisiyle konuşmasının delirtebildiğini, nobran ve duygusuz insanın yenilebileceğini (?) anlattığını düşünürken yazarı gerçekten anlıyor muyum?

(Bu foto Ağa Kapısı'ndan. Burası Süleymaniye'de çok güzel bir mekân. Daha önce hep yazın gitmiştim, en üst katta çay içmek güzeldi. Şimdi alt katta oturduk, şerbetleri çeşitli ve çok lezzetli. Ama yazın içmek daha güzel olabilir. Ben çay içtim. Çay ne güzel. Tekrarlayayım öyleyse; "çay içtin, çay içtin çay içtin, göz bağını çözemez kimse..." 
Yine gülmek zorunda kalmışım, poz vermek öldürüyor beni. Ablam, Poliş ve C. de vardı yanımda, hepsi beni İgno'ya benzettiler. Oysa o başka bir şapka takıyordu. Avcı şapkası gibi bir şey, şöyle sanki. Hem ben beremi çok seviyorum, sımsıcak tutuyor kulaklarımı.)



Sabahları kalktığımda Eduardo Galeano'nun Kucaklaşmanın Kitabı'nı okuyorum. Bir iki bölüm okumadan kalkmıyorum yataktan, yatarken de öyle. İyi geliyor. Kısa kısa öyküler. Öykü bile değil, günlük parçaları. Yukarıya koyduğum müziği dinliyorum, çay demlenirken. Yağmur yağıyor, burnumu çekip duruyorum. Kahvaltı yapmak bir süredir çok zor geliyor. Öğleden sonraya kadar uzatıyorum. Zaman geçmeyen bir şeydir belki, oyalanmamız mı yoksa sadece? Öyledir, tamam öyle olsun, bir kere de ben haklı olayım. Tatil güzeldi, ilk günler hep evde oturdum sonra dolaştım. Eve döndüğümde kapıyı açtığım gibi tuhaf bir his yerleşti kalbime. Ne kadar sessiz bir ev. Nasıl büyük bir yalnızlık. O akşam nöbete gitmesem çok ağlardım, biliyorum. Nöbete zorla gittim, fakat bir şekilde kurtuldum sanırım. Kendimden ve kafamdaki seslerden. Bazı akşamlar yalnız kalmamalı insan. Hiçbir şeyden değilse bile, bundan eminim işte.

-----------------------
p.s.: Dün gece Mentalist'in bir bölümünü seyrediyordum, cinayet ve konu satrançla ilgiliydi. Zweig'ın öyküsü de öyle düştü aklıma tekrar. Jane çay içti, ben çay içtim, çok hoş bir bölümdü, çay ve gülüşü içimi ısıttı. Bazı karakterleri ne sevimli yazıyor senaristler. Hayranım onlara. Şimdi güzel bir film seyretmeliyim. Her gece böyle uysal bir alışkanlık. Ev sessiz, görüntüler ve sesler benim dışımdan gelsin, sakin, su gibi.

*Eduardo Galeano'nun Kucaklaşmanın Kitabı'nın unutuş/I isimli bölümünden.

Çarşamba, Kasım 30, 2011

ne çok şey

Der Flötenspieler (The flute player)/Marc Chagall



Uyku gelmeyince gelmiyormuş, gelmedi. Eh, ne yapmalı öyleyse? The Mentalist izlenebilir, izleyelim.  
.....................
Hmmm, yine yok. Anlatayım hadi;
İstanbul'dayım. Hep gezgin derim ya kendime, bu sefer ne gezgin ne de turistim. Bildiğin oturuyorum evde. Sıcak sıcak, mis. Bir tek, blog sayesinde tanıdığım (sanırım ilk yazıştığım kişiydi) Cüneyt'in sergisine gidemediğim için üzüldüm, o kadar. Yoksa evde oturmak hep, her zaman tercihim. Ama bakın hayat nelere gebe!;p Yarın, yok yahu artık bu akşam demeliyim, evet, bu akşam bir programım var, ne güzel;) Bale gösterisine gideceğim. Ben opera sanıyordum, baleymiş. Neden öyle zannettim peki, onu da anlatayım. İzmir'de tüm opera ve bale gösterilerini izledim ben. Zaten evirip çevirip aynı şeyleri sahneleyip duruyorlar. İzlemediğim bir iki temsil kalmıştı, gelmeden onlardan birine gittim. Lied akşamı. Daha önce Lied dinlemiştim Elhamra'da fakat bu sefer farklı aryalar seçilmiş tabii. Güzeldi. Serap'la gitmiştik, biraz geyik yaptık, öyle daha da güzel oldu. Piyanoda Hans Joachim Gallus diye bir sanatçı vardı. Bize biraz özensiz biri gibi geldi beyefendi. Kıyafeti ve tavrıyla Didim'de yazlık alıp, "lütfen" buralarda çalıyormuş havasındaydı. Biz o tahminde bulunduk valla. Şile bezi üst ve pijamayla çıkmıştı sahneye. Hıncal Uluç gibi abuk sabuk konuşmak istemem ama tuhaf görünüyordu. Opera sanatçısı kadın uğraşmıştı en azından, jarse kıyafetiyle göz dolduruyordu;p Hah ha nasıl da sallıyorum;) Olsun, devam edeyim, hoşuma gitti. Sayfa çevirici şık bir penyeyle görüntüyü tamamlamıştı. Serap bir ara kulağıma; "jarse-penye jarse-penye" dedi, niye böyle yaptı bilmiyorum ama ona uymadım, gülmedim sevgili dostlar. Sadece, gözlüğümü takma gafletinde bulundum o lafın üzerine ve keşke takmasaymışım!


Evet, ne diyordum? Hı tamam, işte o temsile bilet alırken ben, Poliş de İzmir'deydi ve başka bir gösteriye hemen hemen aynı zamanlarda bilet alıyormuş. Birbirimizden habersiz sanat aşkıyla tutuşmuşuz sizin anlayacağınız. Kısa keseyim, Poliş beraber gideriz diye düşünüyordu, ve ben uyardığım hâlde ne C.'ye ne de kendi sevgilisine bilet aldı. İkimiz seyredelim olur mu, demişti. Eee, tabii evdeki hesap çarşıya uymadı. Poliş şimdi ancak aynada kendisini seyredebilir desem o bile canım kardeşimin berbat durumunu anlatmaya yetmez. Çok çok yoğun çalışıyor ve gelemeyecek benimle. Opera sanmamın nedeni de bileti onun almış olması. (bu durum ne kadar basit anlatılırdı oysa, bildiğin gevezeyim ben. Millet twitterlarda tek cümlelik hayat özeti veriyor. vay ki ne vay.) 
---------------------------
Bu satırları yazarken Tylol Hot içtim. Boğazım hafif yanıyor, iyi gelir demiştim. İyi gelir mi bilemem ama uykum fena geldi. İlaçlar ne güzel. Uyutuyor, uyandırıyor, iyi ediyor, özetle cennet simülasyonu gibiler, hayranım hepsine;) İyice saçmalamadan kaçmalıyım, ilaç kafa yaptı ne tuhaf. Yarın ola hayrola, devam ederim sanırım. Hiçlikten çok şey kırptım, çok. Aferin bana;)

Çarşamba, Kasım 23, 2011

"güzel anılar gibi hüzünlü..."*

 
Biraz önce gitti Liliş. Çok üzüldüm. Bu sefer kolay olmadı. O hep güler, dalga geçer, oyun oynardı ayrılırken, bu gidişinde çok ağladı. Balkondan bakıyordum, özellikle bırakmak istemedim hava alanına, birkaç gün sonra ben de geleceğim yanına, diye seslendim. Ağlıyormuş ben konuşurken. Hissettim sanırım, hemen üzerime bir şey alıp, aşağıya indim. Öptüm, kokladım, oynadığımız oyunları yazacağım defterime Liliş, sen de yaz tamam mı, dedim. Oyunları hatırlamaya başladı. Onları sayıyordu araba hareket ederken. Çocuk işte, sadece çocuk. Uçakta uyumak istememiş, el sallayacağım, görür mü acaba beni, demiş. Düşünüp duruyorum, büyüyünce nasıl da körleşiyor insan. Hiçbir şeyi görmüyor.

Tamam, yemek yapayım belki sıkıntım dağılır. Şu, yukarıdaki şarkıyı dinlerim, neşeli, güzel, Lily gibi. 
.................................

A, bildiğin acı bu, "çocuklar korkunç, korkunç Allah'ım! Çok güzel bu şiir, içimden okuyup duruyorum yıllardır.

"...
Çocuklar korkunç Allah'ım
Elleri yüzleri saçları
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları..."**

-----------------
*C. Süreya'nın Fotoğraf şiirinden.
**F.H. Dağlarca/Çocuk ve Allah

Pazartesi, Kasım 21, 2011

ah, bir tuhaf hâllerdeyim

(foto şuradan)

 

Çok hüzünlü bir havadaydım, geçti. Yok yahu, hüzün değil de kavuşma arzusu, özlem filan çekiyordum sanırım. Tam bilemedim şimdi, az sonra bir filme başlayacağım kafam orada, o yüzden karıştırıyorum. İsimlendiremediğim o tuhaf havanın nasıl dağıldığını söyleyeceğim tabii, ama önce günün haberlerini vereyim; sabah erkenden kalktım ve kahvaltı bile yapmadan Liliş'i tiyatroya götürdüm. O, annesiyle oyunu (Şirinler Aramızda, oyunun adı. fantastik bir şey elbette;)) izledi, ben sonuna yetiştim. Tüm çocuklar oyuncularla fotoğraf çektiriyorlardı salona girdiğimde. Lily ise ruhsuz ve donuk bakışlarla koltuğunda oturuyordu. Oyun nasıldı Lilişka beğendin mi, dedim, beğenmedim, dedi. Fotoğraf çektirsene uykucu Şirin'le, çok tatlı değil mi, dedim, yok dedi. Vayy dedim içimden, nihilizm bebeklerin ruhunu bile ele geçirmiş! Sonra Şirine ile fotoğraf çektirdi de tiyatro olayını biraz tebessümle atlatabildik. Alışveriş kısmı sıkıcıydı, sadece bir jean ve çanta alabildim. Kitap almayacaktım sözde, ama öyle boş boş bakınırken bir kitaba fena daldım, iki sayfa okudum ve aklımdaki başka bir kitapla birlikte kasaya gidiverdim. Şimdi isimlerini yazmayayım hediye çünkü, fakat takıldığım kitabı daha sonra mutlaka söylemeliyim, çok ilginç ve eğlenceli bana kalırsa, siz de okuyun isterim. 
İşte şimdi geldik yazının en eğlenceli kısmına. Yazmaya iki saat önce başlayıp şimdi hâlâ yazıyor olmamın nedeni bir bira ve Serap. Çok konuştuk, çok güldük. Bir bira az değil aslında, yanında güzel bir sohbetle iyi kafa yapıyor aklınızda olsun;) Aşağıdaki videoyu bu akşam Serap gösterdi bana, birilerinin kafası daha iyiymiş, seyredince anladım. Baksanıza bir;


Bu nasıl bir tatmin, videonun sonunda kadının yaşadığı durum nasıl bir varoluş, bir bilebilsem rahatlayacağım inanın. Hadi, hepiniz öpüldünüz, bu gösteri sayesinde çok keyifliyim ondan;)
-------------------
p.s.: Yazının fotoğrafı ve müzik hiç olmadı bu havaya, biliyorum. Böyle başlamamıştı tabii gece, olaylar birbirini kovaladı diyelim biz, pardon;p

Salı, Kasım 15, 2011

lilişka, polişka; soğuk ama güneşli ev


Lily ve Poliş yanımda, bu cümlenin anlamı, evin içine ışık giriyor demek. Bu sabah erkenden odama geldi Lily; sanırım doktora gitmem gerek, boğazlarım ağrıyor, dedi. Ondan sonra uyku yalan oldu tabii. Lily hep ama hep hastalanıyor, devamlı. Bir ay iyiyse, diğer ay kesin hasta. Nasıl bir bağışıklık sistemi var anlamadık, tam anlamıyla saçmalık. Güzel kalpli, canım Lily. Çok seviyorum onu. Yakında gidecekler, fena alıştım seslerine, benim için kötü olacak. Poliş de gidiyor Perşembe günü. Onlar varken unutuyordum her şeyi, benim de bir yerlere gitmem gerek, hemen hemen!

Her akşam film seyrediyoruz, Serap, Polişka ve ben. Çoğu kötü çıkıyor tabii, kavun değil ki koklayasın olayı. Güzel olacağı, yönetmeninden, oyuncusundan, şuyundan buyundan kesin belli filmleri ise yine bekletiyoruz, bu da zor zamanlar vs. vs. durumu. Dün gece Sleeping Beauty' yi seyrettik, kötüydü. Ondan önce bir diziye başlamıştık. Korku dizisi olur mu sizce? Olmuş, onu da yapmışlar, evet. American Horror Story tüm korku klişelerini kullanan, hareketli kamera çekimleriyle ilginç bir dizi. Ben bir bölüm seyrettim, eğlendim izlerken. The Shining değil elbette, yine de korku filmi severler için bulunmaz nimet. Den brysomme mannen, aklımdaydı uzun süredir, seyredememiştim bir türlü. İki üç gün önce o da çıktı aradan. Güzel bir konuyu, tüketim toplumu eleştirisini oldukça basit işlemiş bir film, iyi belki ama çok iyi değil. Ben basit buldum anlatımını, sevmedim. 

Ve bu yazıyı yolladığım gibi hemen herkesin seyrettiği, ilginçtir; entelektüel veya değil, (akıllı-aptal, komik-sıkıcı, şıkları arttırabiliriz Hıncal Uluç geliyor aklıma;p) yine hemen herkesin beğendiği, Allen'ın Midnight in Paris filmini izleyeceğiz, çok umutluyum çok. Ben Woody Allen'ın filmlerini severim, bakalım nasılmış?

Böyle işte; filmler, hastalıklar, soğuk hava(!), nöbet ve oyunlarla geçiyor hayat. Geçsin, ne var yani, bundan ötesi Şam'da kayısı!;)

Çarşamba, Kasım 09, 2011

"yanan mumları parlak tut"*


"
I don't believe in an interventionist God
But I know, darling, that you do
But if I did I would kneel down and ask Him
Not to intervene when it came to you
Not to touch a hair on your head
To leave you as you are
And if He felt He had to direct you
Then direct you into my arms
..."

Nasıl bir tanrı isterdim? Dün tüm gece bunu düşündüm. Passive'in yazısını okudum, ellerim eski kitaplara gitti, İvan'a, Lao Tzu'ya, hayaletlere. Biraz içtim, sabah olduğunda kimse kalmamıştı kalbimde, aklımın kapı arkalarında hayaletler. Ne çok hayalet. Gerçeğe ihanet edemem ben, diyen İvan'ın zavallılığına güldüm yatağa girerken, gerçek "hakikat" değildir sevgilim, sen biliyorsun. Ben bunu herkese söylemeliyim. Bir öykü anlatayım; çok çok eskiden uzak topraklarda (mucizeler uzaklarda olmalı) Balaam diye bir adam yaşarmış, bir aziz, ermiş. Moav kralı (işte onu iyi bilirsiniz; lanetlenmiş iki kabileden biri. moav ve ammon. babasıyla yatan kızların soyu, lut kavmi), Balaam'a bir ricada bulunur; İsrail halkını lanetle. Balaam geceyi benimle geçirin, der kralın isteğini ileten adamlara, tanrıya soracağım. Sorulan tanrı, kaderini belirleyen, üstelik iradene güvenen tanrı. Mutluluk için yüksek pahalar biçen tanrı. Tümüyle paradoks. Din de, hayat da, zavallı sen de öylesin. Masalı dağıtmayalım, tanrı yüksek perdeden cevap verir; Sakın! "Onlarla gitme! Lanet okuma, onlar kutsanmıştır" Tekrar ricalar ve tekrar tanrıya sormalar sonunda tanrı "kendi dediğinin yapılması karşılığında" izin verir. Balaam yola çıkar, eşeğinin sırtında. 
 

(Balaam and the Ass/Rembrandt van Rijn)

Tanrı meleğini Balaam ve arkasındakilerin karşısına çıkarır, ama meleği yalnız zavallı hayvan görecektir.

"...
And I don't believe in the existence of angels
But looking at you I wonder if that's true
..." 
Önüne çıkan meleği görünce hayvan yoldan çıkar, tarlaya sapar. Balaam eşeği döver, yeniden yola koyulurlar. Tekrar melek görünür, çaresiz hayvan kendisini zorlayan Balaam'ın ayağını ezer. (Öcü alınmamış acılar**.) Sana ne yaptım, diye sorar eşek, bana neden vuruyorsun? Sözümü dinlemiyorsun, ben senin sahibin değil miyim, der yaşlı, inanmış Balaam. Hep bildiğin, ve hep bindiğin eşek değil miyim diye cevap verir, akıllı hayvan, daha önce sana hiç böyle davrandım mı, diye sorar. Hayır, der Balaam, tanrı o zaman gözlerini açar. Özürler ve af dilemeler. Balaam bağışlanır, tanrı bir kavme meleğiyle sarılır. Bu çok çok eski bir hikâyedir.
Hepimiz bir cennet yaratmaya çalışıyoruz, kimin ayağına bastığımıza dikkat etmeden, nasıl koktuğumuzu görmeden. Yol da nasıl karanlık ve soğuk, kim bizi suçlayabilir? O yazıyı okuduğumdan beri uzun süredir gökten bir haber gelmediğini düşünüyorum, bahsettiğim yollar çok bulanık. 
 ----------------------
Buraya taşınmadan önce oturduğum apartmanda merhabalaştığım, tanımadığım ama bildiğim bir adam vardı, benim yaşlarımda. Dün haberini aldım, ölmüş. İki yıl önce bir "yanlışlıkla" çok zayıfladığını hatırladım, sonra kibar eşini, iki çocuğunu. Ben haberi öğrenmiş, şaşırmıştım, balkondan sokağı seyrediyordum, o sakin sakin evine yürüyordu. Dün duydum ki ölmüş. Hayat böyle böyle geçiyor işte.
---------------
 *Yazıya koyduğum şarkıdan.
**İvan'ın bir cümlesi.

Perşembe, Kasım 03, 2011

kısa iyidir

Kısa film demişken, hazır Poliş de kısa filmlerle ilgili bir link vermişken hepsi birer dakikalık bu kısa filmleri seyretmeli. Bu sabah nöbetten geldim, uyudum, kahvaltı, kahve keyfi filan derken aşağıdaki kısa filmleri seyretmeye başladım. Bazıları müthiş, çok etkili, zekice. Loop bu senenin birincisi, bayıldım ben. At The Opera çok sevimli ve komik. Kısa film zor iş, hele bir dakikada insanlara bir şeyler anlatmak ve etkili olmaya çalışmak daha da zor. Kısa filmle ilgilenenleri çok cesur buluyorum ve zehir gibi zeki elbette.

Aşağıya beğendiğim birkaç tanesini koydum, hepsini izlemek isteyen şuraya buyursun. 





Çarşamba, Kasım 02, 2011

mükemmel insan


"...
Ne düşünüyor?

Ne düşünüyor?

Mükemmel insan içinde bulunduğu odayı mı düşünüyor?

Yiyeceği yemeği mi?

Mutluluğu mu?

Aşkı mı?

Ölümü mü?

Mükemmel insanın düşündüğü nedir?

Ona bakın.

Ne düşünüyor?
..."
                                                                               Mükemmel İnsan/Det perfekte menneske
Bu kısa filmi çok seviyorum. İlk seyrettiğimde çok şaşırmıştım, altı-yedi yıl kadar önce. Onlarca lafın arasında, onlarca işin, bu gece tekrar seyrettim. Bir daha hayran kaldım. Küçük bir mektup, kısa bir film, kalpte büyük bir yük. Bugünün özeti bu. Yarın erken kalkmalıyım, bugün geçsin, yarın da, belki bir gün daha, bu muhteşem kısa film hakkında yazarım belki bir şeyler. Yazınca ellerimle istediğim yere dokunabilirmişim gibi geliyor. Sözle hiçbir şeye dokunamıyorsun, yazı yokluyor, tartıyor, şekil veriyor, fazlalığını alıyor, aslında olmayanı koyuyor, yazı derin bir nefes. 

İnsan uyumak ister, insan nasıl da akıllı. Uyumalı hemen.

Cumartesi, Ekim 29, 2011

biraz hava


Dışarı çıktım, biraz hava aldım, iyi geldi. Ev-hastane ve belki market dışında hiçbir yere gitmiyordum, Ayhan geldi onunla buluştuk. İstanbul'a uğrayıp tekrar gidecekmiş New York'a, o anlatırken ben yoruldum. Otursam otururum bin yıl, hiç gidesim yok uzaklara. A, ama bir dakika, yakında İstanbul planım var, iyileşme belirtisi sayılır mı acaba? Ben de gidebiliyorum işte bir yerlere, yaşadığımın delili olmalı bu:) Lily bana benzemiş, evden çıkmak istemiyor, yapıştı mı yapışıyoruz bulunduğumuz yere, gitmek ölüm sanki. Neyse.

Kızlar şimdi The Killing'i seyrediyorlar. Ben seyredeli oldu biraz, unutmuşum. Güzel dizi ama o bile klişe, çok çok doğal ne olabilir ki? Hayat? Belki, uykum geldi şimdi. Uyusam her şeyin cevabını bulurum ben, buna inanıyorum sanki. Belki, sanki! Hey ki hey sana Justine, bu saatlerde ne güzel saçmalıyorsun böyle.

(Ayhan'la Eko bar'da. Dışarıda görüştüğüm iki üç arkadaşımdan biriydi Ayhan ve o da gitti tam oldu. Bu arada İzmir'de, ayda yılda bir kere çıktığımda gittiğim yer ise Eko, orası kapanırsa ne olur acaba? Şaşkın ben, otururum evde mis gibi, ne olacak;p)