Pazartesi, Şubat 28, 2011

merak, eğlence... ah bilirsiniz siz, ne derler; fasa fiso işler

(Taşındığım ev (eski) sıcaktı ve biz daha rahat araştırma yapabiliyorduk, mutluyduk:p) 


Az uyudum, az yedim ve yorgunum, ama Oscar'a hazırım! Hah ha, böyle devam etmeyecekti bu cümle fakat yine dayanamadım. Uzun süredir bu ritüeller keyif vermiyor bana, eskiden Poliş'le seyreder, çok gülerdik. Hiç susmadan, şarap içerek inanılmaz dedikodu yapardık. Hollywood dedikodusu tabii, siz ne sandınız?:) Kim nasıl oynamış, ödülü alacak mı, alsın mı, ne giymiş, yakışmış mı, vs. vs.  O zamanlar arka arkaya film izler, tüm adayları yalayıp yutar, biz de tahminlerimizi yapardık, belki de keyif almanın reçetesi buydu. Neyse ne, bakalım bu gece eğlenceli olacak mı? (Bu arada kırmızı halı çoktan başladı ben hâlâ burada bir şeyler yazıyorum, laubalilik işte.)

Aday olan tüm filmleri izlemedim, izlediklerim arasında Black Swan daha etkili bir filmdi. Winter's Bone keza. 127 Hours, Inception ve The Kids Are All Right diğer ikisinin yanında basit filmler, tamam tamam Inception'ı harcamak ayıp oldu, onu ayıralım. The Social Network'ü dün nöbette izleyecektim güya, oysa izlediğim tek film akciğer ve batın filmleriydi:p The Fighter, sanırım kavga, gürültü dolu, hem içinde kadın da yoktur (annemin klasik lafı), erkek filmi basbayağı, uzun bir süre izlemem ben onu. Coenler'i bu yıl unuttum, allah unutturmasın ne diyeyim:p

Sonra sonra, hah tamam, en iyi kadın ve erkek oyuncular banko, Natalie ve Colin. Arkadaşları tanırım, iyi oyuncu ikisi de ve hak ediyorlar. Yardımcı kadın oyuncu ödülünü de Melissa Leo'nun değil Helena'nın alacağını düşünüyorum. Neden, ne bileyim, öyle işte. Hani hep o kategorilerde şaşırtırlar ya ondan sanırım. Bir de Melissa için Poliş'in söylediği şey geliyor aklıma, hâlâ gülüyorum. Golden Globe'da (sanırım) ödül alırken Jeremy Irons'ın elinden aldığı için o kadar heyecan yapmıştı ki, bize çok komik gelmişti bu tepki. Poliş, kadın gelmiş elli yaşına hâlâ Jeremy'yi gördüğü için ayılıp bayılıyor, Jeremy'yi bizim bakkal görse heyecan yapmaz adam unutuldu yahu, demişti. Ve inanın o söylediğinde daha komikti:p

En iyi yönetmen Fincher olur, Fight Club filmiyle havasını almıştı -ki harika bir filmdir-, bu facebook başarısı hikâyesiyle kesin verirler. Bir de yahudi ya arkadaş hep başarı hep başarı. Zaten yahudi olmayan bir ben varım o sektörde, üstelik sektörde de değilim. Hah ha ne oldu bu şimdi!? Son olarak filmine bayılmasam da Nolan'ı harcadılar, adam daha ne yapsın bilmiyorum valla?

Kısa kısa;

-Antisemitik değilim, keşke yahudi olsaydım.
-En iyi yabancı filmi Kynodontas almalı ama almaz. Oy verenlerin marjinal düşünceye eğimli olduklarını sanmıyorum. Pardon, Bunuel ve Bergman alıp duruyordu değil mi? Olur öyle:)
-Kırmızı halıdan geçen kadınlara yan gözle bakıyorum da, hepsi parlıyor, inanın. Hatta Serap, dayanamayacağım ben yatmalıyım, kadınların yüzünde hiç kırışıklık yok, şaka mı bu, diyor. Kızım bunlar bizden genç dedim, elli yaşında kadın geçti tam o sırada, botox dışında söyleyecek laf bulamadım. Hatta "cevab veremedim":p
-Şarap içmeye bile başlamadım daha, sadece leblebi yiyorum. Bu yıl benim evde tören sönük geçiyor.

Bye!:)

Cumartesi, Şubat 26, 2011

hâlâ çocuk

(Ben Lily'ye şaşarım, o bana, dünyaya ve aslında her şeye şaşırıp şaşırıp kalmalara doymaz.)


Çabucak yazıp gideceğim. Biraz oturdum ya evde, şimdi iş sıklaştı. Bu sabah nöbetten geldim, yarın yine nöbet var. Yalnız bu sefer yirmi dört saat. Neyse benim rutinim bu, hızla geçelim. 


Evvelki gün, oscar adayı filmlerden birini seyrettim. Winter's Bone, diğer aday filmler arasında bir ayrık otu, farklı bir film. Yavaş ilerliyor, sakin ve ağır. Ben bu filmi izlerken çok şaşırmadım, büyük ihtimal unutulup gidecek, bir iz bırakmayacak kalbimde. Diğer bağımsız filmler gibi, hatta Frozen River'ı izleyenlere filmin tarzı tanıdık gelecek. Fakat benim takıldığım şey başka. Filmde, on altı (ya da on yedi) yaşlarında bir kız çocuğu hasta annesine (neden hasta olduğu çok belli, öyle bir ortamda hastalık hafif kalıyor.) ve iki kardeşine bakmak zorunda kalmış. Ki, o da sadece on altı yaşında, yasalara göre henüz çocuk. Babası uyuşturucu işiyle uğraşıyormuş ve kayıp, onun borçları yüzünden ev ve arazilerine ipotek konulmuş ve ödeme yapılmazsa haciz gelecek filan falan. B.ktan bir durum kısaca. Kasabada herkes sert, herkes feleğin çemberinden geçmiş. Kimse kimseye acımıyor bu yüzden. Tüm bunların ortasında zavallı bir kız, çok çaresiz. Taklit ediyor, gördüğü herkes gibi sert olmaya çalışıyor, boşuna bir çaba. Hiç konuşmayan annesinden yardım isterken ağlıyor. Öyle masum, öyle güzel ki. Nasıl bir vicdan bu çocuğu böyle bir durumda bırakır diye sormuyorum, sormam. Onu biliyoruz, vicdanın kolay bulunmadığını, daha sert hâlini. Sadece, bir çocuk hep hayal aleminde mi yaşar, bunu merak ediyorum. Biz mi öyle sanıyoruz ya da? 


"Gökyüzü gibi bir şey" olduğunu biliyoruz çocukluğun, öğrendik. Peki bu gökyüzü nasıl bir şey? Onun üstünü örten, sonra diğerinin, bir diğerinin. Çocuklar bazen çok erken "olmak" zorunda kalıyorlar, bu kötü sonuç, ama oluyor işte. Bizim onların durumunu "pembe" görmemizin nedeni ne?

Devam edeceğim sanırım bu yazıya, sonra tabii. Uyumalıyım, çok az kaldı sabaha, ne saçmalık.

Çarşamba, Şubat 23, 2011

Yağmur'a bakın!



Dün ben nöbetten gelirken başlayan yağmur dinmedi. İzmir'de. Buranın yağmurunu bilen bilir demiştim zamanında. Yine diyorum, hiçbir yağmura benzemez. Gerçekten öyledir ama, abartmıyorum. Bir şeyin acısını çıkarır gibi yağar. Şimdi nasıl deli deli yağıyor bir bilseniz.

Neyse, mesele bu değildi zaten. Bakmanızı istediğim yağmur da bu değil. Durun anlatayım;

Yağmur'un harika bir dükkânı var. Edip'in sözlerinden adını aldığını düşündüğüm. İnsandaki ezgiyi, aklı gösteren, içinde binbir türlü şey olan, aşkı, ayıbı öğrendiğimiz, kutu, teneke dolu dükkân. Buraya yazmaya başladığım zamanlarda tanıştım Yağmur'la, kısaca ama içten seslenmişti.  Sanki çok eskiden beri tanıyorum ben onu. Bakışını, fotoğraflarını. Çok seviyorum alüminyum dükkanını, onu. "Hangi ağaç" sorusuna portakal ağacı demiş. Pek yakışmış, bayıldım, şurada.

insandan İsa yapmak

(pixdaus.com sitesinden, kullanıcının nickini bulamadım.)


"Yitirdim inançlarımı Stepan. Ve nasıl alabildiğine
Sorumsuz dolaşırsa kan vücutta
Bir yandan bir parçası olarak insanın
Bir yandan büsbütün yabancı insana
Giderek tanrıyı buldum ben de. Tanrıysa
Yitirdi kesinliğini bir insan kılığında."*


Bunları Lusin Stepan'a diyor. Duymadıysanız duyurayım. Ben, "insandan İsa çıkar mı" diye kendimi Lusin bildiğimden beri düşünürüm. Sahi, kim kendini Lusin saymadı ki; Lusin hep gider, isterse biraz gider, yeni bir isim arar, Stepan'a dünyayı zehir eder, ki o Stepan acılarını bile duymaz. Yoğun, çok yoğun anlamsızlıklar içinde. Lusin genelevde yaşar.

Film için geç kaldım ama seyredeceğim yine de, olmadı yarım bırakırım. Eskiden bir şeyleri yarım bırakmak acı verirdi, şimdi alışıyorum. İsa'ya benzeyen bir sevgilim var; İsa, Alyoşa'dır, o da biraz Mişkin. Sonuçta hepsi İsa. Benim buradaki varlığım... Yok, yazmak saçma, şiir konuşuyor;

"Elini verir misin, elini?
Benim anladığımca sen
Bir başına yüceltmek istiyorsun kendini
Bu böyle olunca da, o zaman
Şaşırma bir gün bir mutluluk yerine
Daha hiç denenmemiş bir acıyla karşılaşırsan"*


Şarap fondip yapılmaz ama ben yaptım, oldu!:p

*e. cansever/tragedyalar v-iii

Salı, Şubat 22, 2011

İzmir sokaklarında volta atıyoruz



Nöbet sonrası biraz uykunun ardından yürümek çok iyi geliyor. Hem bir asır yürümemişim, oturup duruyorum evde, yağmur da vardı azıcık,  yürüyeyim bakalım dedim. Çok çok yavaş yürüdüm ve gerçekten -yine yine yeniden- şaştım dünyanın küçük işlerine.

Bankada sıra beklemedim, oysa Conrad yanımdaydı, evde çok işim var ya, okuyamıyorum(!) en azından sıra beklerken okurum diyordum. Olmadı. Makineden sıramı almaya kalmadan yandı numara, sinir oldum. Evet, insanoğluna iyilik yaramıyor:) Benim önümden işlem yapan yaşlı bir kadın vardı, hatta o kadar yaşlıydı ki, ödemesinde bile sorun çıktı. Memur kız, "yetmiş beş yaşını geçince ödeme yapmıyoruz", dediğinde, "ne yani şimdi öleyim mi kızım?" diye cevap verdi. Bu bana müthiş felsefi açılımları olan bir lafmış gibi geldi, düşünmeye başladım, düşünürken kadına gülümsedim sanırım, o da sorusunu tekrar sordu; "öleyim mi yani kızım, az kalmış baksana". Cevap veremedim, yani isteyince ölmek intihar filan sayılır, ee, o kadının da şimdi intihar etmesi büyük aptallık olur. Yani ben dururken burada, hmmmm, çok ayıplarım teyzeyi. Üstelik para için, yiyemeyecek de afiyetle. Hah ha bana ne oluyorsa, geçelim.

Emlak ofislerinin önünden geçerken uzun uzun oyalandım, okudum yazılanları. İmla dışında pek bir sorun yok emlak dünyasında, rahat uyuyabilirsiniz bu gece. Ben sizin yerinize kontrol ettim;p Vitrinin üzerine yapıştırılmış renkli renkli kağıtları (Adam bunlar için uğraşmış evinde, ne güzel. Yok, belki de ilkokula giden çocuğu vardır üstlerini pembe boyayla filan ona çizdirmiştir.) okurken, içerdekiler de beni incelediler. Ben ilanları, onlar beni, komikti. İçerideki adam seslenecek gibi yapınca hemen ilerledim, düşecektim. Ne salaklık, sanki yiyecekler. Konuş işte değil mi, hem yokuştaki evi satıp yeni ev almak gerek, belki akıl filan verirler:)

Dönüş daha eğlenceliydi; sokaklar küçücük, yürüyecek kaldırım yok, olsa bile araba park etmiş yürüyüş yerine, evler anlamsız anlamsız dizilmiş, hatta bir apartmanın en alt katı, telefon direği ve kendi duvarına çaktığı çivi arasına tel bağlamış, neredeyse takılıyordum. Onu da düşündüm, geri dönüp biraz bakındım bile. Ne amaçla böyle bir düzenek yapmış bu arkadaşlar diye. Sanırım çamaşır asıyorlar yazın oraya. Fakat şöyle bir sorun var, orası bildiğin sokak, hatta cadde ve üstelik yaya kaldırımı! Bu rahatlığa şapkam olsa çıkarırdım ama o kadar da cumhuriyet kadını değilim, sadece ağzım açık kaldı. Bravo iç sesleri eşliğinde yürümeye devam ettim. Ayrıca bir de şükrettim tanrıya, tel tam boyun hizama geliyordu. Giyotinle ölmek çok uzak değil dostlar, hatta çok olası:)

Bir kadın bebeğiyle karşıdan bana doğru geliyordu. Düriye, yavaş yürü kızım dedi, En fazla iki yaşındaydı bebek, ismiyle uyumu var mı, acaba ben mi saçmalıyorum diye düşünürken baktım da Düriye benden daha ince giyinmiş ve gayet mutluydu. Büyüyünce daha mantıklı olacak her şey diyerek bakkala girdim. Taraf ve Radikal aldım. Eskiden Taraf için çok dolaşırdım bakkalları. Bulması zordu ve uğraştırıyordu. Hatta Deyvo (ablamın eşi) İstanbul'a bu gidişimde cafede otururken -bozuk türkçesiyle- benim için Taraf bulma çabalarını anlattı. Öyle kötü anlattı ki, masadakiler Taraf'ın illegal bir gazete benim de salak olduğumu düşündüler. Neyse, uzun süredir gazete alma işini bırakmış netten okuyordum. Ben yokken gazeteler küçülmüş. Radikal bazı yazarlarını (h.c. güzel'i heyecanla aradım sayfalarda ama gitmiş maalesef) nasıl sığdıracak bu boyuta diye aptalca bir komiklik düşünürken bakkalın mesafeli ve olgun tavrıyla kendime geldim. Bu espriyi ona da yapayım dedim ama sanırım Taraf almam adamın pek hoşuna gitmedi. Bence bazı İzmirliler (ben) çok alıngan bazıları da (bakkal) çok atatürkçü.  İzmir düzelmeyecek, denge yok ya da o yaşlı kadın gibi söyleyeyim, düzelse de ben görmeyeceğim:p

Eve yaklaşırken, giderken yolda görüp çok acıdığım köpekle tekrar karşılaştım. Acımıştım, çünkü çok derin ve hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, gözleri kapalıydı ve uyumaya çalışıyordu. Üşüyor herhalde, ne kötü demiştim. Dönüşte gördüm ki senden benden sağlıklı. Öyle herkese acıma kızım dedim, markete girdim. Lily'ye farklı bir şey alayım diye, gittim saçma sapan bir şey buldum; hüptrik yoğurt! Lily çok beğendi gerçi ama ben hâlâ meraktayım, bu işleri kocaman kocaman adamlar mı yapıyor yani? Oh ne âlâ memleket, millet hüptrik yoğurt filan icat etsin ben sıkıcı sıkıcı nöbet tutayım.

Eski oturduğum semt de şimdi oturduğum yer de çok kötü bir yerleşim düzenine sahip. Yürümek ve yürürken düşünmek imkansız. Ve sanırım ben böyle yerlerde dolaşmayı seviyorum:) İstanbul'a bir önceki gidişimde Süleymaniye'yi gezmiştik, sağlam rehberim vardı tabii:p Yani ne bileyim, çok güzel, çok etkili, muhteşem ama, insan asla kendisiyle kalamıyor ki! Sağına bak tarih, soluna bak geçmiş, zaten duygusal, saftirik bir kızım alık alık bakınıyorum etrafa. Duvarlara, taşlara dokunmaya çalışıyorum, fazla mesai işte. Daha fazla anlatamayacağım, düşünmesi bile yordu beni, bakın.

Eve geldim, Taraf ve Radikal'i tuvaletteki gazeteliğe koydum (Altan ve mahdumları -arkadaşları- üzülmesin, çok şık bir gazeteliğim ve banyom var, valla:)), kahve yaptım ve buraya yazıyorum. İşin özeti; hayat zor dostlar, gerekmedikçe dışarı çıkmayın.

Erkek sitelerine inat, hepiniz öpüldünüz!

Pazar, Şubat 20, 2011

haberler idare eder, fena değil. aman niye zorluyorum, iyi işte!



Tatil bitti, bitiyor. Yarın akşam nöbet var yine. Olsun, ne yapalım yani, gider tutarız. Şimdi oturuyorum ya, koltuğumda sessizce. Yeter.

İzmir hep sakin, akşam şehre yaklaşırken hissettim dinginliğini. Nerede İstanbul'un koşuşan, aceleci, çok meşgul hâlleri, nerede İzmir'in sayfiye görüntüsü. Bu bana çok tuhaf geliyor. Son gecemde şöyle bir durup baktım o kalabalığa (evet, bir tepeden bakamadım ama, koca şairle yarışamam tabii:p), ne büyük yorgunluk! Çok seviyorum ama, sanırım yaşamak için fazla kalabalık İstanbul. İşten o gürültüyle beraber çıkıp eve yürüdüğümü düşünmek korkutucu geliyor. Eskiden böyle değildim, hem gezer büyüsünü yaşar hem de güzel güzel otururum işte, ne var  filan diyordum. Şimdi istemiyorum. Ayrıca insanları da nazik ve güler yüzlü değil, ki en önemli şeydir bu. İzmir size hep gülerek bakar, olmadı ben bakarım, yerseniz:p

Sonra sonra, ne vardı anlatacağım, hah tamam;

......

"Şu gördüğün fışkınlar arada bir
budanmazsa narın dibinden,
bak dokun, dikenleriyle, çalılığa
döner koca bir bahçe. Her şey
aslına eğilimlidir doğada,
gelip geçicidir çünkü insanoğlunun
kurduğu düzen, bakım ister. İlişkiler de
öyle, sık sık başbaşa verip konuşmak
gerektirir bazı konular, bu bir tür
ayıklamadır. Gün olur boğazımızı yırtarak
yutulur ya sanki bir söz, temizlik
zamanı gelmiş demektir. Yoksa yanına
yaklaşılamaz olur, şu dalda  gördüğün
güzelim meyve gibi, ruhlarımızdaki öz.
Bizi yeniden yaşama döndürecek şurubuna
ne çok susamışızdır oysa."

Duru güz ikindisine düşüp
saçılıveren-Eyvah!, lekesi çıkmaz!-
çocukluk günlerinden bu anımsama.
Adımı seslemiş, sonra susmuştun. Ah, ben
dişlediğin meyvenin ekşisidir sanmıştım o zaman
yüzündeki burkulma?"
                                           n. ağıl/konuşulmayan


Huzurluydum, arada yanlış anlamalar, kısa süreli kırgınlıklar oldu. Olur. Bazen konuşunca, bazen hiç konuşmadan geçmeli sessizlikler. Biraz ışık vuruyorsa kırılan yerin üstüne, görüyorsun sorunu. Yoksa karanlık. Hem, hep bildiğin, doğduğun günden beri sana öğretilen. Neyse, sarılınca geçiyor.

......

Akşam Şvayk'ı anlatsam, Conrad'a zaman ayırsam biraz, ne hoş olur. Bir erkek bu kadar bekletilir mi hiç? Saçmalık benim yaptığım, Conrad, onu okuyacak kadınını uzun bir süre bekledi, onu daha fazla ihmal etmemeliyim:) Bana müsaade, kaçtım!

Çarşamba, Şubat 16, 2011

kentin misafiri, tanışma heyecanı, baharın ve Conrad'ın kısık sesi



"...
Ben kışın güzelliğini söylerim ne gelirse dilime
çünkü kış bir hazırlıktır soluğuma kıpkırmızı gülüme
..."
t. uyar/baharı bekleyen'e 
İzmir ne alemdesin?! Peki sizler?
Yıllar yıllar önce, yatılı okuduğum bu kentte misafirim şimdi. Soğukmuş, pek farkında değilim. Yola çıkmadan önce Cumartesi gecesi Şvayk'ın birinci cildi bitmişti. Yanıma Conrad'ı almıştım. Başlayamadım henüz, fakat heyecanı, onu okumak ilk aklıma düştüğünden beri içimde. Çok tanışmak istiyorum, çok. Önsözünü yolda okuyordum; sanatçının durumunu anlattığı cümleleri. Kısık ama sarsıcı sesini duyacağım Conrad'ın. Beynimde, yüreğimde hangi gizli yerime dokunacak merak ediyorum. Ne mutluluk, nasıl bir heyecan! 

Sahi, bugün hava nasıl İstanbul'da, birazdan dışarı çıkacağım ondan soruyorum?:p

Perşembe, Şubat 10, 2011

uyku ve onun kocaman saran elleri

Francisco Goya/The Sleep of Reason brings forth Monsters


"...
yüreğimi bırakmıştım düş gücünün iklimine,
kendi evimden ayrı, düşüncemin varlıklarıyla birlikte
yalnızca bir kez-yalnızca bir keresinde-
belleğimden silinmez o çılgın saat
bir güç ya da büyü bağlamıştı beni,
ya o soğuk yeldi gece üstümden esip
ruhuma damgasını basan
..."
e. a. Poe/rüyalar

Birden uyumuşum. Koltukta "biraz" uzanıp, düşünüyorken ne var ne yok diye, uyku kocaman elleriyle gelip sarmış beni. Akşam uykuları korkunç olur, tekinsiz. Çok eskiden bir gün öyle bir uykudan uyandığımı hatırlıyorum da, ne kabus! Ne nerede olduğumdan ne de kim olduğumdan haberim vardı, nasıl bir boşluk duygusu anlatamam. Anlatmayacağım zaten:p Bu vesileyle uykudan bahseden bir kitaba geçelim, hadi;


Uyku Evi'ni iki yılbaşı önce, bir sürü kitapla beraber, ama birden aldım. Aklımda hiç ama hiç yoktu, onu diyorum. Kıbrıs Şehitleri, Yakın kitabevinden. Çok hoş bir yer orası. Çalışanları da çok "ince ve zarif":p (şaka bir yana, çok önemlidir bu benim için, Yourcenar'ın kitapları için defalarca aradılar, ilgilendiler. güzel bir yer orası, ben geç bile keşfettim.) Netten kitap almaya öyle alışmışım ki, diğer türlüsünü unutmuşum. Oysa bütün kitaplara dokunup, bölümler okuyarak seçim yapmak da eğlenceli ve şaşırtıcı. Uyku Evi mesela, hiç bilmediğim bir yazar, duymadığım bir kitap, birden geldi beni buldu. Adına vuruldum tabii, yoksa ben bildiğim isimlerden hiç ama hiç şaşmam.

Neyse, uzamasın bu yazı. Kitap çok iyi değil, beğenmemiştim ben. Fakat adı güzel, kapağı güzel, fikir hoş. Roman hakkında daha önce kısa bir şeyler yazmıştım, buraya kopyaladım. Buyrun; 

Uyku filan bahane, sadece aşkı anlatmak isteyen roman. İşte sorun da burada başlıyor; aşkı anlatacağım derken o kadar çok tali yola sapıyor ki yazar, aşk kayboluyor arada. Robert kimdi, Sarah, neden onun için bu kadar ulaşılmaz ve vazgeçilmezdi. Ayrıca bütün o sapılan tali yollar, uyku gibi, sert yollardır. bir girip çıkamazsınız öyle. Uyku yumuşakça şaşırtır.

Romanda, Simone Weil'ın La Pesanteur et la Grâce kitabından alıntılar da var;

"... Gerçek sevgiyi bulacağınız o gün, eğer gelirse, içteki yalnızlık ve dostluk arasında hiçbir çatışma olmayacaktır. Tam tersine, bu dayanılmaz belirti sayesinde dahi bileceksiniz ki... Eğer gelirse..."

"İçimizdeki boşluğu kabul etmek olağandışıdır. Kendisini dengeleyecek hiçbir şeyin olmadığı bir hareket için nereden enerji bulunur? Enerjinin başka bir yerden gelmesi gerekir. Yine de önce bir parçalanma, karşısında çaresiz kaldığın bir olay olmalı; boşluk yaratılmalıdır."

"Doğal ya da doğal olmayan hiçbir ödülün alınmayacağı bir dönemin geçirilmesi gerekir."

-------------------

-Yazıya koyduğum müzik daha çok Goya'nın harika çizimi ve benim uyandığımdaki ruh hâlimle ilintili, kitapla ilgisi yok, şaşırmayın.

-Simone Weil'ın La Pesanteur et la Grâce kitabının adı çok güzel. Hızlı geçip, dikkat etmediyseniz tekrarlayayım; "Gravity and Grace", "Yerçekimi ve Zerafet". Muhteşem.

-Uykunun, ama özellikle akşam saçma sapan bir saatte gelen uykunun gerçekten kocaman elleri var. Bana inanın. Sarıyor ve kendisi istemeden bırakmıyor.

-Yarın mesai var ama öğlene kadar. Üzgün başlayıp, sevinçle devam eden bir cümle bu, onun için ünlem koyup koymamak konusunda kararsız kaldım:p

-Sonra bir hafta izin! İşte buraya ünlem yakışır:)

Salı, Şubat 08, 2011

Justine konuşuyor, şişşşttt


Justine fm'den herkese günaydın! Hemen mırın kırın etmeyin, benim 'günaydın'ım bu işte. Şimdi kalkmadım, bir iki saat oldu tamam ama şimdi günüm aydınlanıyor ne yapayım?:p Hah ha nasıl çeviriyorum bakınız! Evet nerede kalmıştık, biraz dans edelim mi? Hadi.
(Better Than Ezra-Juicy)

Isındığımıza eminim, Eee, zor bir gün olacak onu da biliyorum, o zaman devam;

(Michael Sembello- She's a Maniac)

Zorluktan mı bahsetti biri ve haliyle biraz sinirlendik. Durup nefeslenin öyleyse;

(Angela McCluskey-Sucker)

Bu işleri tam olarak kıvıramadığımı anladım, hızlı başlamıştım, birden yavaşladım filan:) Aman boş ver! Mein Herr diyerek bitirelim mi? Hiç unutmaya gelmez onları, bilirsiniz:p

(Liza Minnelli - Mein Herr)

Liza bu şarkıyı Cabaret filminde söylerken ne güzel danseder değil mi? Ben çok severim o kadını, balık balık bakar. Dur bir bakalım. Hmmm... Hah ha balık burcuymuş, erdim mi ne!?

"...the continent of europe is so wide, mein herr.
not only up and down, but side to side, mein herr.
i couldn't ever cross it if i tried, mein herr.
but i do what i can, inch by inch, step by step, mile by mile.
man by man..."

Millet eğlenmesini biliyor vesselam!:) Bir programın daha sonuna geldik, haftaya aynı gün aynı saat............

Pazar, Şubat 06, 2011

bak işte, gece gece düşününce...



Yarın iş var, uzun uzun hastane kokusu, sesi, görüntüsü bekliyor beni. Bu şarkıya dün rastladım sanırım. Ya da daha önceki gün, her neyse, ne fark eder? Çok hoş şarkılar var şu hayatta, söylüyorlar hem güzel güzel:p Bakın şimdi ne geldi aklıma, ben hep şöyle düşünürüm; adını duymadığım ya da duysam bile beklettiğim, okumadığım ne çok kitap vardır etrafımda. Bir el uzaklığında. Alıklar Birliği'ni okuduğumda bu duygu ciddi bir şekilde içime yerleşmişti. Nasıl kaçırmışım bu kitabı! Ve ne kitaplar, filmler var hayran kalacağım ama beklettiğim. Kitaplık ötede, filmler orada, müzik bekliyor. Ben gözüm açık gideceğim o kesin.

Bazen yanımdaki kişi konuşurken, "sen kimsin" demek istiyorum. Birkaç kere dedim ama kırmadan tabii, dalgınlıkla, yavaşça:) Beraber güldük elbette. Zaten amacım neden üzmek olsun ki birini, boş boş bakıyorum, kafam karışıyor o kadar. Yine bir çizgi ve yine Yiğit. Ne güzel anlatmış, çok seviyorum.

(Yiğit Özgür)

Cumartesi, Şubat 05, 2011

bu gece İbrahim'in serin ve rahat ateşini düşün, benim gibi




"...
Sen bir çocuksun, annen sinirden bir de sevinçten doğurdu seni
yırtılan ipek sesiyle;

Bir çocuksun sen, bedeviler gibi ezberindeki şiirlerle bulmak
zorundasın çölde yitirdiğin yolu; yeryüzü şenliğinin azımsanamaz
bir parçasıdır yaktığın ateş, kıvrıldığın dönemeç, açtığın şemsiye,
kucakladığın yaşlı ağaç; iyi bir çocuksun; tuhaf çocuksun; ağzını
burnunu tıkasalar gözlerinle soluk alırsın; gözlerini bağlamaya
kalksalar el ve ayak tırnaklarınla; kalsiyum ve kalker destekler
seni, yeraltı suları destekler seni
..."

C. Süreya/Burkulmuş Altın Hali Güneşin


Bir şiir, bir resim, bir heykel, "bir tabak da spagetti" yetiyor insana. Bunu bilir bunu söylerim. Sonra sonra, bu soğukta duş peki?! Serin ve rahat ateşini düşünüyordum İbrahim'in ama olmadı, bu dizelerini yazdım şairin. Hem ben neden kafiyeli konuşuyorum böyle, kalksam iyi olacak.

bir "püf" sesi




"...
Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler
..."

Turgut Uyar/Terziler Geldiler

Kibritçi Kız, rahatsız bir kafanın masalı ve kim ne derse desin ben o masalı çok seviyorum. Hayır, söyleyen var onun için böyle tepki vererek başladım. Laf söyletmem. Dün gece yazacaktım ama olmadı, Kaurismaki'nin "The Match Factory Girl" diye bir filmi var, biliyor musunuz? Müthiştir. Komik, tuhaf, hüzünlü. Çok eskiden seyredilip aklın bir köşesinde kalmış yine. Sıkıntılıydım, bira içiyor ve zamanın geçmesini bekliyordum. Çok gülmüş, çok üzülmüştüm kızın durumuna. Tekrar seyretsem? 



Iris ailesiyle yaşıyor ve bir fabrikada çalışıyor, vardiyalı, rutin. Gündüz iş var, geceler televizyon karşısında delirecek kadar sıkıcı. Bir eğlenceye gidiyordu, silik hatırlıyorum. Yanındaki herkes dansa kaldırılıyor bizim kibritçi kıza yanaşan olmuyordu. Eğlenceli, ritmik şarkılar, içilen meyve suları, kalbe yerleşen keder. Alt tarafı bir dans oysa. Üstü; beğenilme, bir eylem, yaşadığını fark etme çabası. Filmleri anlatmayı sevmiyorum, çok güzel bunu söylesem yeter sanırım. Seyredin, kibritçi kızı bir daha anlarsınız fena mı?
        

(Iris, bir elbise beğeniyor, biriyle tanışıyor ve en sonunda dans ediyor. Film ağlak değil sakın korkmayın, sadece Otomatik Portakal seyrederken ağlanıyor, o kadar. Sonu çok eğlenceli ayrıca, ben kahkahalarla gülmüştüm.)


(Meyve her şeye iyi geliyor, mis gibi vitamin işte. Ve Kubrick ağlatıyor!)
Bu günlerde neden hep o sesi duyuyorum ben, kibritin sönen hâlini? Ne tuhaf.

p.s.: Yukarıdaki heykel yine bir mezarlık heykeli. Bayılıyorum onlara, çok güzeller. Ayrıca, filmin buradaki sahnelerini özel olarak capture ediyorum, kıymet bilin yani:p Son olarak; Aki Kaurismaki sevimli adam,  sense of humour'ı var üstelik. Ki çok kişide olmayan bir özelliktir bu, bulunca, yapışıyorum. 

Cuma, Şubat 04, 2011

sen ömründe sabaha emrettin mi?

(Küçükken böyle...)

"...
günün herhangi bir saatinde çıkar gelir
nasılsınız ruhi bey, derim
o her zamanki gibi: iyiyim, iyiyim
şu köşedeki masa onundur
başkası oturmuyorsa gider oturur
şaraptan başka bir şey içmez
bazen şarapla birayı karıştırır
doğrusu sarhoşken hiç görmedim
tersine çok incedir, derim ki biraz da soyludur
nedense bulutlanır gözleri arada
o zaman kimseyi görmez
uzaklara bakar yalnızca
..."
e. cansever

Edip, canım, hayatım. Daha çok ekmeğini yeriz biz, ne yapalım sen de yazmasaydın böyle içli içli. Nöbet sonrası çok uyuşuk oluyorum, canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Boş boş oturuyorum ve kuruyorum. Bugün biraz düşündüm de, Ruhi Bey'e tuhaf bir yakınlık hissediyorum, şarap ve bira benim için de önemlidir:p Eskiden fondip yaparken daha rahattım tabii, şimdi birazcık yaşlandım. İçimi ısıtan içecekleri seviyorum; çay, bira, şarap. Alkol değil sanırım sorun, çay içerken, o mutluluğu sıcacık içinde hissederken de aynı duyguyu yaşıyorsun. Her şeyi yapabilirim hissi. Akşam bütün ışıklar yanıkken, sesler kesilmemişken daha, çay bardağı elinde, mutluluk böyle küçük bir yudumdaysa eğer; neden olmasın? Sabah henüz şehir uyanmamışken, ezan sesi bulanık bir şeyi daha da bulanıklaştırırken, benim içim titrerken bütün ölüm kapıları açıktır artık.

William Blake/book of job

"My bones are pierced in me in the night season: and my sinews take no rest"
Eyub, 30/17

Peri soru sordu dün gece. Bende bir telaş bir telaş. Sanırsın, o gece gerçekten ağaç oluyorum. Hayır, insan olduğumu, olabildiğimi bile düşünmüyorken doğru dürüst. Bir de insan olmayı şiddetle istemiyorken. Canım sevgilim duy beni; "İnsan olmayan ama kesin 'bir şey' olan bu kız" konuşuyor yine gece gece. Tamam konuya dönüyorum. Bu aynı şuna benziyor; en çok sevdiğin kitap, yazar, film, sorusu gibi, bütün varlığını ele geçiren gizemli, hangi amaca hizmet ettiği muğlak bir soru:p Kiraz ağacı müthiştir, ama güzel Stella olmuş bir kere, hem onun Tennessee Williams torpili var:p (İşim gücüm geyik olmuş benim, pardon gerçekten.) İncir desen, muhteşem! Hem bana ne çok yakışırdı, bayılırım yemişine. Ananemin köyünde de çok haşır neşir olmuşluğum vardır. Sütünü, kaşıntısını, tadını iyi bilirim. Fakat onu da Şenay almış, öyleyse hiç karışamam. Elinin ayarı yok gibi geliyor bana, kızar filan:p (Elbette şaka yapıyorum, alınma lütfen.) Sonra aklıma kestane ağacı geldi. Çocukken (evet, gökyüzü gibi gerçekten gitmiyor, gidemiyor!) çatıya sarkan dallarında oyun oynardık. Şahin tepesi diye bir isim verdiğimiz en yüksek dalına çıkmak büyük işti. Ben biraz zor çıkardım tabii, vertigo:) Erik ağacı, nasıl eğlenceliydi. Kırmızı, yeşil, sarı her rengi ve çeşidi vardı ve dallarında meyveye doyardık. Elma, inanılmazdı. meyvenin ağırlığından eğilen dalları saklanmamızı kolaylaştırırdı. O bahçe, bu kadar çocuğun sesiyle içimde neden ağlıyor hâlâ? Sevgili Atze, bilmez miyim hüzün kelimesinin sende olumlu bir hâl aldığını, sevdiğini? İyi bilirim. Seni tanımasam bile bilirim. Kelimelere sığınan birinin, çözülmesi en zor şeyi neden sevdiğini anlarım.

Ama sakın neşeli bir anıyı, hadi onu bir kenara bırakalım, neşeyle anlatılmış bir geçmişi hüzünlü yapmayın. Olumlu, güzel ya da mutluluk dolu, ne olursa olsun hüzün kalpte bir sıkıntıdır. Ağacın dallarının saçlarını karıştırması, o duyguyla şımartılmak sadece zamanın geçtiği hissi derdimizse hüzünlü olur. Sendeki hüzün (yine en iyi sen bilirsin elbette, öylesine konuşuyorum say) düşündüğün kurgunun resmi ve yansıması.

Şöyle yazmıştım; "Hüzün belirsiz bir şey. Zamansız. Birden geliyor, anlıyoruz mutsuzluğumuzun kışını yaşadığımızı. Ne güzel çocuk olmak; bir kadeh şarabın, belirsiz dizelerin, akşamın ve yağmurun hiçbir şey vadetmemesi. Bu kadar üzüle üzüle bu yaşlara gelmek… O geldiğinde, "bir yaşam alanı" alayım lütfen, diye seslenmek. Midenin devamlı bulanması. Nefes alamamak. Yatakta devamlı dönmek, bütünüyle hasta hissetmek, vücudun karıncalanması, bütün organların. Ve en çok beynin. Beynine, düşüncelerine batan bir şeyler. Geçmesini beklemek hüznün. Neyi beklemek peki, godot? Evet, Beckett söyledi. Çok hüzünlüydüm ama duydum. Hüzün gitsin diye, sırf o gitsin diye, yarın sabah erkenden kalkmak, bu sabahtan daha farklı bir şeyler yapmak. Ama çabuk geçiyor sabahlar, kalkınca gece oluyor, hep gece oluyor. Gece denize girilir o zaman, çakıllı, soğuk bir denize. Geçer."
"bugün güneş doğmayacak, bugün sen çok öleceksin
  Biraz düşlerine eğil, orda bir şey bulacaksın"
h. arkan

Yine, Peri'nin sorusuna döneceğim. Madem eski topluyor bizi, şöyle bir şey vardı; dokuz, on yaşlarındaydım. Bahçeli evin çok ötesinde büyük bir tarlada toplanmıştı herkes. Ben evde kalıyor, hayal kuruyordum. Bir şey beni seyrediyor, birisi benim sesimi duyuyor, bir hareket, olmayan ama olan düşler benimle yaşıyordu. Arka kapıya gidiyorum, kestane, incir, elma, erik, kiraz, muşmula, dut, tanrım bütün ağaçlar bana bakıyor! Ön tarafa çıkıyorum, armut, vişne ve üzüm orada. Sesleri yok, duruşları beni delirtmeye yetiyor. Gideyim bakalım dedim, tarlaya. Yolu güzel, oyunlu ama biraz korkunç. Çocukken her şey korkunç ya, neyse. (Bir gün Lily'ye, bu duyduğun tıkırtı sokaktaki yavru kedinin sesi dedim, korkudan sarı yüzü bembeyaz oldu. Bir de çok sever kedileri, tüm hayvanları güya:p) O yolda, uzun ve süssüz kavak ağaçları vardı.


Sesleri aklımda kaldı. Asla dallarına oturamayacağın yalnızlığı. Bak yine hüzün!:p Beni deli bir çocuk yapan o yolun, o güzel ağaçlarıdır. Kavak ağacı, benim kadar şizofren, benim kadar hasta, benim kadar ıslıklıdır. Kulakta devamlı bir sesle yaşamak ne demek, bir bu ağaç bir de ben bilirim. Ve o gün iyi ki o yolda yürümüşüm. Başım yukarda, yukarda, kavağın en tepesinde. Çünkü çok uzun bu ağaç, ne zavallı, ne yalnız. Bir ağaç gibi tek ve neydi yahu, unuttum?! Hah ha, şöyle afili şeyler bu güzel ağaçlara hiç ama hiç uymuyor, yapmayalım lütfen.

Stella'ya imreniyorum. Çocukken çok güldüm, çünkü bu benim gülmeyi iş gibi bilmemdendi. Ötesi yok. Gülmenin vücudumda bir izi var hâlâ. Ona bakınca kavak, tahta sesleri, gülüşmemiz ve tüm çocukluğum hüzünle geçiyor gözümün önünden. Oyun kurardım, inatla oyun yapardım her şeyi. Sabaha emrediyordum, belki günahım budur.

Ve şunu da yazmıştım, öyle bitsin. Yoruldum yazmayayım artık.

"Bence çocukluk; acıyla, tuhaf bir ürpertiyle, korkuyla ve bütün bunlara bulanmış oyunla hatırlanan bir dönemdir. Çocuk, unutmaz. Her şeyi özgürlüğün o korkutucu rüzgârıyla kurar. Çocuğun anıları bir yetişkinin anılarına benzemez, silik ama serttir. Hesaplı tutulan kinden çok kaynağı belirsiz kötülük vardır. Bir çocuk, intihar ederse ne olur? Ölümün büyük işi olduğunu düşünen bir çocuk, ölmeye karar verirse, artık görünmez mi olur?"

(Büyüdüm ve...İnsan yedisinde neyse:))

* Dalmış, unutmuşum. Çemberi kırmak olmaz. Bu sorunun (bir ağaç olsan ne olurdun?) cevabını sevgili Vuslat ve canım Yağmur da versin isterim.  Hem Yağmur güzel bir fotoğrafla süslersin belki yazını, ne dersin? İsterseniz tabii, zorla mim mi olurmuş hiç?:p

Salı, Şubat 01, 2011

kafalar "bi" milyon

(Yiğit Özgür, harikasın! Bir insanın tüm esprilerine gülünür mü? Söz konusu kişi Yiğit ise, evet gülünür, bayılıyorum mizahına.)

Kış bitmiyor. Bugün düşündüm biraz bu konu üzerinde, bitmeyecek sanırım. Yani ne bileyim, kalıcı gibi bu sefer, öyle havalı, sakin, masif bir heykel sanki:p Madem öyle, gitmiyorsun dedim, önlemimi aldım ben de; gerekmedikçe çıkmıyorum dışarı. Nöbete gidip koşa koşa geliyorum. Ev daha soğuk belki, ama olsun en azından içerideyim. Kapılar, camlar kapalı, vs. vs. Nöbetlerden nefret ediyorum fakat bende biraz akıl olsa, daha çok nöbet tutardım, hastane sıcacık. Deli gibi yakıyorlar kaloriferi devletin parası bol tabii. Böyle hesapsız kitapsız gidersen sonun Yunanistan gibi olur, ama nerede bunu düşünecek adam? Neyse bana ne, yakan yaksın. Bakın konu nasıl dağılıyor, oradan oraya. Devlet deyince aklıma başka bir ülke geldi ayrıca, hey gidi koca Mısır hey!

Bir de şu var; geçen sinema dergisini okuyordum. The Tourist filmini, The Lives of Others'ı (Başkalarının Hayatı) çeken adam çekmiş. Kötü bir filmmiş, Angelina ile Johnny'nin kimyası tutmamış, şudur budur konuşuyorlar şimdi. Hollywood adamı bozmuş demeye getiriyorlar lafı sizin anlayacağınız:p Çok komik! Gerçekten komedi. Ben Başkalarının Hayatı filmini yıllar önce yere göğe koyulmadığı ve inanılmaz övüldüğü zamanlarda "hadi bakalım, neymiş bu böyle?" diye tamamen olumlu önyargılarla izlemiştim. İnanın yalan söylemiyorum, çok istekliydim filmi beğenmeye, fakat daha filmin yarısında tuhaf hissettim. Bekleyeyim bakalım dedim, Poliş'e bakmamaya çalıştım, peşin peşin konuşmamak için. Hoş o da aynı nahoş hisler içindeymiş ya:) Neyse, sonu batırdı zaten filmin, ortasına başına gerek kalmadı güzelmiş demek için. Gizli servis elemanı adamın, izlediği yazarın hayatından etkilenip ağlaması filan, tanrım ne klişeydi! Gözyaşları sahnesi hele. Yapmayın, bir film Avrupa filmi diye illa güzel olmak zorunda değildir. Niye genele sesleniyorum, çünkü ben deliyim ve "herkesler" bu filme bayılıyor:) Hatta ve hatta üzülüyorlar Hollywood uyarlayacakmış diye. Kadını başka bir Hollywood ünlüsü oynayacakmış, sanki kadının rolü ve oyunu harikaydı. Bir de bu üzülenler bayılır Cate'e, Angelina'ya filan. Son olarak, devlet, derin devlet, paranoya, istihbarat vs. vs. konulu sağlam film aranıyorsa, Bug, Cría cuervos,  The Spirit of the Beehive, Good Night, and Good Luck., Sis ve gece hatta, Caché (Hidden) seyredilmeli. En azından daha dürüstler ve hiç ama hiç ağlak değiller.

İşte şimdi oldu; tam anlamıyla yukarıdaki adam gibiyim. Kafam "bi milyon"! Hocayla bir ay önce, bir salı günü görüşüp, yarın geleceğim dememin üzerinden sanırım tam bir ay geçti. Arada hastalık, kavga, gürültü, sel, deprem atlattım. Yarın tüketici mahkemesine gideceğim, buluşmam gereken iki kişi var, bir arkadaşımla balık, diğeriyle yemek yemem gerek. Yok yok gerek filan değil, akıl sağlığım için şart, evde delireceğim çünkü.

İstanbul'a bir gitsem, özledim.

See you, dostlar. Gerçekten see you size. Bir de şunu dinlesenize ne güzel söylemiş, sözler Mısır'ı ve beni anlatıyor hem:p


p.s.: Ulrich Mühe, iyi oyuncudur ve Funny Games'i seyrettim. Sorun yok yani.