Perşembe, Nisan 21, 2011

dün roma, bugün hatay, yarına allah kerim

(bakın hüzünlü Justine, görece tabii)


Dün gece, saat dört gibi, belki daha da geç bir filme başladım. Aslında tam anlamıyla yatma pozisyonundaydım, yatakta uzanmış laptop'ı yanıma almıştım ama uyumadım tabii. Ne şaşırtıcı! Habitación en Roma (Room in Rome) filmini seyrettim, saat beşi geçerken bıraktım, sonu kaldı artık, olsun. Julio Medem'in yere göğe koyulamayan Lucía y el sexo filmini de beğenmemiştim (berbattı!) aslında, kötü bir seçimdi bu yüzden. Ama o saatte de sadece bu tarz bir film giderdi sanki, ne bileyim. Neyse, filmde iki kadının -birbirini daha önce tanımayan- bir gecelik ilişkisi anlatılıyor. Filmde kadınların orgazm sahneleri o kadar yapay, yapmacık, komikti ki, gülsem mi ağlasam mı şaşırdım. İkisini de yapmadım tabii, biraz doğrulup, elma yedim;p Dişiyle dudağını hafif ısıran kadın, iki saniyede atılan zevk çığlıkları, estetik bir pozisyon olsun diye oluşturulan anlamsız duruşlar, yok dostum yok bu kadar da değil diyerek saate bakmama ve filmin sonunu beklemeden uyumama neden oldu tabii.  Bir iki şiirsel söz, kadınların birbirlerine devamlı hikaye anlatmaları (bkz; binbir gece masalları), yalan söylemeleri, otel odasının güzelliği sayesinde kurulan sanatsal kareler hoştu, Roma'ya gidersem bir gün öyle bir otelde kalayım bari dedim, bu film sadece bu işe yaradı benim için, o kadar.

Kadınlar konuşup, ara ara sevişirken Rus olan bir vibratör istediğini ve ancak bu şekilde bir şeyler hissedip, boşalabileceğini söyledi. Daha maskülen olan diğeri, aramıza giren erkeksi şeylerden hoşlanmıyorum diyerek oldukça feminist(!) bir söylemle bu isteğe karşı çıktı. Küçük şarap şişesi önerisini ve diğer komik seçenekleri de aynı şekilde reddedip, sevişirken parmağını "elbette" kullandı! Gerçek kadın nasıl "olmalı", nasıl mutlu olunur soruları, bu filmde de gösterilen, bu tarz kelimelerin ve ön yargıların hayatı (belki ilişkiyi) şekillendirmesi şaşırtıcı. Beauvoir, Kadınlığımın Hikâyesi adlı kitabında kendisinden hayli genç (on yedi yaş küçük) bir adamla yaşadığı ilişkinin onu ürkütmediğini, Sartre ile olan ilişkisini bozmadığını, ama bunun, onun hayatında sürekli bir macera değil, ancak bir süre devam eden bir parça , sonunda kopmaya mahkûm bir zerrecik oluşuyla mümkün olduğunu anlatıyor. Ne tuhaf, rahatlığa ve bağımsızlığa düşkün bir kadın bile kafasındaki düzeni dağıtıp, yıkamıyor. Karışık işler bunlar.
----------------------------------
Hatay'a (eskiden oturduğum semt) gittim bugün, bankaya ödeme yapmaya, bir de postaneye uğradım. (Hava çok güzeldi, evde donarken dışarıda terlemek çok saçma, bir türlü ortayı bulamıyorum ben.) Böyle küçük işler için dışarı çıkmak sağaltıcı bir şey oluyor benim için, kendime geliyorum. Etrafı seyrede seyrede yürürken, kim ne durumda, moda nereye gidiyor filan öğreniyorum hem, güzel şeyler bunlar.  İki çocuk yürüyordu benim kaldırıma doğru, ya hurda işiyle uğraşıyorlardı ya da kağıt toplama, tam bakamadım. Biri diğerine "lan Adem, sen bu kadar tipsiz misin ki hiçbir kız sana bakmıyor?", diye bol gülüşlü ve gevrek(!) ses tonuyla bir laf attı, diğeri de güldü ama ne cevap verdi duymadım, hızla ilerliyordum çünkü. İlk başta laf atan çocuğa kızmıştım çok acımasız diye, fakat çocuk gerçekten çirkindi dostlar, o kadarını gördüm valla. İçimden,  "Adem  ayvayı yemişsin yavrum, hiç şansın yok, ne kötü", diye üzüldüm ayrıca. Şimdi çocuk karizma yapsa yapamaz, öyle bir şansı yok, arkadaşının bile diline düşecek kadar çirkin üstelik. Eee, ne yapsın Adem bu durumda, hiç tabii.
--------------
Postanede sıranın bana gelmesini bekliyor, kitabımı okuyordum, bir kadın benimle konuşmaya başladı, "üç saattir bekliyorum ne biçim postane burası", diye söylenip benim de fikrimi almak istedi. Alıştım ben, dedim (bak bak!), sonra başından geçen bir olayı anlattı kadın bana. Bozyaka ssk'nın mutfağında çalışıyormuş, orada kullanılan çamaşır suyu ve eldivenin tepkimesi sonucunda kolunda yanık izi gibi bir yara olmuş. Gösterdi bana, kötüydü. İş yapmanızı etkiliyor mu dedim, tabii, sinirler ölmüş filan falan dedi, doktorların ona söyledikleri işte, bilirsiniz. Şikayet etseniz, bir avukata danışın lütfen, dedim ama sonucun sıfır olduğunu bile bile konuştum tabii. Çok yere başvurmuş, taşeron firmanın hastane ile sözleşmesi bitince kadını da işten atmışlar. Öyle saçma ve öyle tanıdıktı ki durum sadece anladım ve çok geçmiş olsun, dedim. Böyle işte, biraz konuşunca birileriyle, kendi sıkıntın başkasının sıkıntısıyla yer değiştiriyor. Başka da bir şey olmuyor. Kibar bir kadındı, çok ince sözlerle vedalaştık. Kitabımı kapattım sonra, öyle etrafı seyrettim.
-------------
Dönüşte bir tane deniz levreği ve kıvırcık marul aldım, bir de bir kızın telefonda karşısındakine söylediği sözü duydum; "seninle tanıştığım güne lanet olsun!" Bir hışımla yanımdan geçti, arkasından bakakaldım, hayatta böyle laf edemem birine ben. Asla! Doğrusu, böyle bir şey desem bile arkasından yüz tane şey daha derim; "aslında o kadar da değil, iyi birisin sen, ben de şunu şunu yaptım sana, ikimiz de..." vs. vs. Çok mıymıy bir şeyim sanırım, kızda ise omurgalı bir duruş vardı, biraz fazla bağırıyordu o kadar;p

İzmir'in küçük bir bölümünde bunlar yaşandı işte, gerisinde ne olabilir ki? Bence koca bir hiç. 

Çarşamba, Nisan 20, 2011

dinlenme günümde çöpçatanım Sartre'la

(nihayet "geçtiğimiz" kış diyeceğimiz zamanlarda, hipodromda.)

"...
Bugün bile, bu küçük kusur var bende: teklifsizlik. Kolej arkadaşı gibi davranıyorum bu ünlü ölülere; Baudelaire üzerine, Flaubert üzerine teklifsizce söz ediyorum ve bundan dolayı beni ayıpladıkları zaman içimden hep: "Karışmayın bizim işimize. Sizin dâhileriniz benim malım oldu, elimde tuttum onları, tümünü saygısızca, tutkuyla sevdim. Şimdi onlarla konuşurken eldiven mi takacağım?" demek geliyor. Ama Karl'ın hümanizminden, bu din adamı hümanizminden, her insanın tam bir insan olduğunu anladığım gün kurtardım kendimi. Ne hüzünlüdür iyileşmeler: dil sihrini yitirmiştir; kalem kahramanları, eski benzerlerim, ayrıcalıklarından sıyrılıp herkesle aynı sıraya girmişlerdir: iki kere taşıyorum içimde onların ölüm acısını.
..."
j. p. Sartre/Sözcükler (de yayınevi-çev; Bertan Onaran)
 ----------------
-Buraya koyduğum şarkı Tennessee Ernie Ford'un Sixteen Tons'u. Johnny Cash de güzel yorumluyor bu parçayı ama ben bu söyleyişe bayılıyorum. Bu şarkıda dans edilir işte, tabii  yine tek başına;)

Pazartesi, Nisan 18, 2011

ben olsam bu kadar derin yaratmazdım onu*

Théodore Géricault/Portrait of a Woman Suffering from Obsessive Envy


Théodore Géricault'un portrelerine bakmak korkunç bir deneyim. Ben seviyorum onları. Deli, çıplak ve seyirciyi huzursuz edecek kadar gerçek. Bir de, resmi siyah-beyaz yapmam, umarım ressamın kemiklerini sızlatmaz, bu da ayrı bir mesele. Neyse, bugün kahvaltıdan sonra kahve içerken Karamazov Kardeşler'den "Baş Kaldırma" bölümünü tekrar okudum. Benim için bu metin, Géricault'un delileri kadar korkunç, her okuyuşta daha çok şaşırıyorum.

"...
-Bir itirafta bulunmalıyım sana, diye başladı İvan, kişinin yakınla­rını sevebilmesine hiçbir zaman akıl erdirememişimdir. Bence özel­likle yakınlarını sevemez kişi, onları sevemeyince yabancıları da hiç sevemez elbette. "Merhametli İohan"la (bir azizdir) ilgili bir yazı okumuştum bir zamanlar. Günün birinde soğuktan eli ayağı tutma­yan, aç bilaç, bir yolcu çalmış kapısını, ısınmak için içeri girmesine izin vermesini dilemiş. Merhametli İohan donmak üzere olan adamı götürüp kendi yatağına yatırmış, sarılmış ona, adamın korkunç bir hastalık sonucu cerahatlanmış, pis kokan ağzına ağzını dayamış, so­luk vermeye başlamış. Bunu kendisi zorlayarak, görevinin sevmek olduğuna inandığı için, dinsel bir ceza kabul ettiği için yaptığı kanı­sındayım. İnsanın sevilebilmesi için yüzünü saklaması gerekir. Yüzü­nü birazcık gösterdi mi sevgi yok olur.

-Zosima dede de aynı şeyi birçok kez söylemiştir. İnsan yüzünün, seven tecrübesiz kimselerin çoğunda sevgiyi öldürdüğünü söylerdi. Ama insanlığın da çok çeşitli sevgisi vardır, hem İsa’nın sevgisine benzeyen bir sevgidir bu, biliyorum bunu İvan…

-Ne var ki, ben bilmiyorum, anlayamıyorum da… Benim gibi mil­yonlarca insan da bilmiyor. Önemli olan şu, kişioğlunun kötü özel­liklerinden mi ileri geliyor bu, yoksa yaratılışı mı böyle. Bence İsa’nın insanlara beslediği sevgi, yeryüzü için bir tür mucizedir. Öyle ya, bir Tanrıydı o. Ama bizler Tanrı değiliz. Şöyle düşünelim, sözgeli­mi ben çok derinden acı çekiyorum diyelim, ama benim ne denli de­rin bir acım olduğunu başka birisi anlayamaz, çünkü ben değildir o, bir başkasıdır. Hem şu da var, kişioğlu başka birisinin derin acı çektiğini (sanki bu marifetmiş gibi) kabul edemez. Niçin kabul edemez acaba, ne dersin? Çünkü iğrenç kokuyorum, aptal bir yüzüm var, çünkü bir zamanlar ayağına basmıştım… Sonra acının da türleri var­dır: Beni küçük düşürücü bir acıya, sözgelimi açlığa ses çıkarmaz ve­linimetim, ama buna karşılık bir düşünce için çekilen biraz daha soylu bir acıya gelince izin yoktur… pek seyrek razı olur buna. Çün­kü yüzüme bakıp, öyle bir düşünce için acı çeken bir insanda olma­sını hayal ettiği yüze benzetemez. O anda bütün iyiliklerden yoksun eder beni, hem kötülük düşünerek de yapmaz bunu. Dilenciler, özel­likle soylu dilenciler hiç ortaya çıkmamalı, gazeteler aracılığıyla dilenmelidirler. Yakınlarımıza, bazen uzaktan bile, soyut bir sevgi bes­leyebiliriz, ama yakından hemen hiçbir zaman olamaz bu. Her şey ti­yatrodaki, balodaki gibi olsa, dilenciler yırtık pırtık ipek giysileriyle gelseler, zarif danslar ederek dilenseler, eh, o zaman hoşlanılabilir onlardan. Hoşlanılır, ama gene de sevilemez. Artık yeter bu konu. Düşüncelerimi açıklamam gerekiyordu sana, o kadar.
..."** 

---------------------------
* Karamazov Kardeşler romanının, "Ateşli Bir Yüreğin Manzum İtirafları" bölümünde Mitya (Dimitri) kardeşi Alyoşa ile konuşuyor; "Evet, derin, gereğinden çok derin bir yaratıktır insan, ben olsam bu kadar derin yaratmazdım onu".

** F. Dostoyevski/Karamazov Kardeşler-Baş Kaldırma sf;266-67 (İletişim Yayınları, çev; Ergin Altay)

Cumartesi, Nisan 16, 2011

her şey bir boşluk bırakır*


(Lily o gün, parktaki çocuklarla çok oynamak istedi. onlarla konuşmaya çalıştı, olmayınca da ananesine gidip "neden benim arkadaşım yok, benimle neden oynamıyorlar diye sordu? acı ama gerçek.)


"Bugün güzel bir gün!" Bu benim lafım değil, Lily söylemişti iki yaşında filanken, biz yine huysuz huysuz oturuyor, dışarı çıkmak istemiyorduk, parka gidelim diyordu o da. Çok severim bu cümleyi, o heyecanla söylemeyi. Bir zaman ben de "tansaş'a gidiyorum!" diye bir heyecan yapmıştım ama, hem otuz yaşını geçmiş, o heyecanın yakışmayacağı durumdaydım hem de tansaş yani, milletin dalga geçmesinden başka bir işe yaramamıştı bol ünlemli cümlem;p

Neyse, ne diyordum; bugün güzel bir gün evet. Kalktığımda hava soğuk gibiydi fakat şimdi güneş çıktı. Hatta, gözüme geliyor ışığı, hemen storları indirmem gerek. Varlığı bir dert, yokluğu ayrı bir dert. Tuhaf valla.

Bazı şeylere çok takılıyorum. Dün hastaneden gelirken hep aynı müziği dinledim mesela. O da ayrı bir komediydi zaten. Daha hareket etmeden cd'yi bulayım dedim. Azıcık hareket edip cerrahi binasının önünde durmuştum. Şimdi, cd takılmadığında hemen radyoya geçiyor alet, ee radyo dinleme durumum olmadığı için de saçma sapan müzikler duyuluyor geçiş sırasında. Ses ayarında ise bir problem var, çalarken sorun yok, direksiyondaki kumandadan ayarlanıyor ama cd koyup çıkarma sırasında son ses oluyor! İki, üç kere cd'yi koymayı denedim, saniyelik bile olsa hastanenin bahçesinde aptalca müzik açmış gibi oldum. Zaten böyle şeylerde takıntılıyım, kornaya bile basmam aman bir heyecan oldu bende. Başlayacağım şimdi müziğine de şarkısına da dedim, içimden küfrede küfrede hareket ettim:) Işıklarda buldum tabii cd'yi. Gül Pansiyon'u dinledim eve gidene kadar, başa sarıp sarıp. Hatta buraya da koyayım, dinlemeyen varsa bir baksın, belki bir faydam olur insanlara;p


Hiç adı "gül" olan bir pansiyonda kalmadım, şarkıda anlatılan durumu yaşamadım ama bu şarkı çok "gizemli"(!) bir şekilde eskiyi hatırlatıyor bana. Gerede'ye ilk gittiğim zamanlarda, tam hastanenin karşısında "gül pastanesi" diye bir yer vardı. Boktan bir yerdi, en kalabalık zamanında bile üç kişi filan olurdu orada. İlk günlerde oturup çay içsem bile sonra hiç gitmedim, üç yıl boyunca. Neden bilmem, hep orası aklıma gelir. Şeklini, çalışanlarını (kesin bir kişi çalışıyordu, "lar" ne yahu?!), hiçbir şeyini net hatırlayamam ama orası büyük bir boşluktur bende.

Lily, arkadaş olma durumunu çok seviyor. İzmir'de sorunu biraz çözdük sanki, iki arkadaşı var, arada buluşuyorlar buraya gelince. İstanbul'da da ananesi onu parka götürüyor sık sık. Park her zaman boş oluyormuş ya -herkesler(!) kreşte- neyse, yine de üşenmiyor kadın, yılmıyor:) Ben ise çoooook eskiden arkadaşlık olayına boş vermiştim. İşte o çoooook eskiden olan olay da bir boşluk bırakmıştır kesin içimde. Yedi filan yaşındaydım, tüm hayal kırıklıklarına açıktım ve büyüyünce oluşacak boşluklardan habersizdim tabii;)

Yazıya koyduğum ilk şarkı, Heaven Is A Place On Earth, tam seksenler şarkısı. Salak salak dans ederdik bu şarkı çıkınca. Bugün dinledim ve dans etmedim, sakin;p

(Yiğit Özgür)
Hadi gülelim biraz, ayrıca boşluk boşluk nereye kadar değil mi ama!? Ben yapamam, öyle;p

* İlhan Berk dizesi tabii, unutmuşum yazmayı.

Perşembe, Nisan 14, 2011

küller küllere, alkol kana

Sad statue on a rainy day
(heykel British Museum'dan. foto ise şuradan.)

"...
-Yorgun düştüm, Valentin. Üzgünlükten yoruldum. Bilmiyorsun, içimin üzgünlükten nasıl acıdığını.
-Neren acıyor?
-Göğsümün içi, boğazım...acaba üzgünlükler neden hep bir noktaya tıkılır kalır?
-Çok doğru.
-Bak şimdi de... ağlamamı durdurdun, artık ağlayamam da. Ağlamayınca boğazımdaki yumru büyüyor sanki. Öyle acıyor ki Valentin, öyle acıyor ki...
..."

Örümcek Kadının Öpücüğü/m. Puig

Biraz önce bir film seyrettim, Never Forever. Binlerce film arasından neden onu seçtim bilmiyorum. Hep bir sebebi olur, öyledir işte. Yönetmen, konu, oyuncu vs. vs. Fakat bu sefer nedensiz tıkladım ve sevdim filmi. Kadın kocasına aşık, hatta belki seviyor. Çocukları olursa eğer, ilişkide var olan gerilim sona erecek sanki. Kadın öyle sanıyor ve sanırım adam da. Neden birbirlerine bu kadar aşıkken gerilim var, bilmiyorum. Olur ama, anlaşılır bir durum. Adam, intihar ediyor, kadın bir karar veriyor. Sonrası tuhaf, karışık ve karanlık.
Film çok stilize, fakat bu şıklık göz yormuyor. Biraz I Am Love filmine benzettim tarzını, kadının gözüyle görüyoruz her şeyi. Güzel bu.
Aslında bu gece, bu filmi seyretmem biraz tuhaf oldu, tam da kadınların, kadınları anlatması üzerine kafa yorarken denk geldi. Yönetmen benden bir-iki yaş büyük Güney Koreli bir kadın. Çok güzel anlatmış, alışkanlığın bir hayatı nasıl felç ettiğini. Bana göre tabii, çünkü bence hayatta her şey bir alışkanlık sorunudur.* (Başkaları filmde alışkanlıkla ilgili hiçbir şey bulmayabilir, şaşırmam.)

Şimdi buraya koyduğum müziğin filmle alakası yok, seyrederken aklıma geldi.  Dmitri Shostakovich'in şu eseri. Ben çok seviyorum, dinleyin bence siz de seveceksiniz. Yazının başına koyduğum alıntının da hiç ama hiç ilgisi yok filmle. Yıllar önce okuduğum ve hatta filmini de seyrettiğim Örümcek Kadının Öpücüğü'nden Valentin ve Molina'nın konuşması. O da aklıma geldi filmi izlerken, ne yapalım akıl bu düzen filan işlemiyor. 

Yağmur başladı birden, şimdi -yine birden- durdu. Saat kaç olmuş, yatalım öyleyse. Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa.**
-----------------
*Bahsettiğim kitapta böyle bir söz geçiyor, sanırım. Kafam karışık şimdi, sonra bakarız.
** Bu da Edip'in Salıncak şiirinden. Herkes biliyor zaten. 

Çarşamba, Nisan 13, 2011

Justine boş işlerle oyalanıyor!*

(Böyle bir fotoğraf çektirmezsem ben de Justine değilim!;p)


Boş boş oturuyorum evde. Dün kötü bir gündü, biraz rahatsızdım; ayrıca, köpeklerin dışarıdan gelen sesi gece hiç ama hiç susmamıştı, on dakika için uğrayan ama bu uğrayışını beş saat önce haber veren misafirin ağırlığı da vardı üzerimde ve ben kendimle deli gibi konuşuyordum, içimden! Neyse, bugün iyiyim. Güzel bir kahvaltı yaptım, çay keyfini çoook uzattım ve türk kahvesi içtim, lokumla;) Daha ne olsun değil mi? Akşam yemeği de güzel olsun tabii!;p Akşam için kendime ziyafet vermeyi düşünüyorum. Ama ocağım çok temiz, kirletme fikri de çirkin ve anlamsız(!) böylece fırında bir şeyler yapmalıyım. Fırında baharatlı patates yapsam, eti nasıl ilave ederim ki bu tarife? Of, yine saat kaç olacak ben yemeği yapana kadar, burada oyalacağıma, tarif baksaydım keşke.

Daha markete gidip malzeme almalıyım! O zaman kısa kısa;

Daniel Craig geldi bugün aklıma, neden acaba?! Buradan C.'ye gitsin o zaman; akılda yoksa, sen zorla sokmayacaksın. Hah ha neyse, iyi oyuncu o adam;p Ben onun  Enduring Love'ını çok beğenmiştim. Bugün Neo'ya da yazdım, Ian McEwan'ın romanından uyarlanan film gerçekten sağlamdı.  Adanmışlık, aşk, varoluş ve inanç hakkında söyleyecek çok lafı vardı ve beni şaşırtmıştı. Sonra The Mother'ı seyretmiştim. Annemle!:) Şimdi, filmi bilen ve seyreden, neden güldüğümü de anlar. Öyle çok açık saçık sahnesi yok anneyle izlenmeyecek(!) kadar, ama farklı bir aşkı anlatıyordu film.

(güzel şeyler bunlar, insan kendisine bakmalı tabii, her anlamda!;p)

Filmde; adam sevgilisinin annesiyle zamanla yakınlaşıyor ve aralarında tuhaf(?) bir ilişki başlıyor,  filmin kabaca özeti bu. Bu yakınlaşmanın veriliş şekli çok ustacaydı benim hatırladığım kadarıyla. Unutmadığım bir sahnesinde, ilk birlikteliklerinde yatakta adam kadını okşarken, aşağılara iniyor, çarşaf altında tabii, ve kadının yüzünü seyrediyordu bir yandan. Çok tuhaftı; çok anlaşılır, çok yabancılaştırıcı, çok ayrıksı ve çok acı. Beni kendime getiren ise, annemin her sahnede, "yazıklar olsun!", "vah vah vah, utanmaz kadın", laflarıydı:) Güzel film diye hatırlıyorum, seyredin gitsin.

---------------------------

-Yukarıya koyduğum, çektireceğim fotoya örnek olan fotoğraf tarzından hoşlanmam aslında. Daha önce burada ve ekşi'de linkini verdiğim sitede böyle çok fazla fotoğraf var. Bazıları inanılmaz güzel, hoş ve doğal ama bazıları çok itici. Kurulan, oluşturulan, yapmacıklık hissettiğim fotoları hiç ama hiç sevmiyorum. Ara Güler'in bazı fotoğraflarında bile bu hissi duyuyorum. Mesela bu kurgu olabilir ama çok hoş, bu ve bu da aynı şekilde, fakat şu, şu ve şu çok itici. Öyle kitap mı okunur allah aşkına!;p Hele şu, niye yalnızsın ki sen, o kadar kitap arasında? Madonna öyle mi bak!;) Aslında daha güzel örnekler bulabilirdim ama saat çok çok çok geç oldu, bittim ben! Bir de sevmediklerimin çoğu moda fotoğrafı, ee, moda komik zaten. Ve amaç başka orada, yani kurgu esas rahatsızlık unsuru değil.

-Annemle Funny Games'i izlemişliğim de vardır, annemin çok etkilendiği ve hiç unutamadığı filmlerin başında gelir, Haneke'nin o filmi. Bu durumda, Haneke'ye değil, anneme bravo diyorum ben;) 

Hadi bakalım, kalk Justine. Bunlar hep boş laf.

-----------------------------
*Annemin bu yaşıma kadar bana en çok söylediği cümle budur. Acı ama gerçek. Neredeyse ömrüm doldu doluyor, ooo kadın tın! Burada "tın" olan kadın benim tabii;p

Pazartesi, Nisan 11, 2011

titre, ama kendine gelme

(Üç yıl önce çekilmiş bu foto; o zaman düşündüğüm şeyleri hâlâ, aynı biçimde ve yine "bir yaraya merhem", "bir derde derman" olmayacak şekilde kurup kurup duruyorum.)


"...
'Yatakta dizlerini bacaklarımın arasına iterek açmak için zorladı. "Kızgın olduğun zaman," dedi, "kendimi ırzına geçiyormuşum gibi hissediyorum. Sonra da beni o kadar seviyormuşsun ki bana karşı koyamamışsın diye düşünüyorum. Görüyorum ki ıslanmışsın ve karşı koyman da ve bozguna uğraman da hoşuma gidiyor.'
'John, beni o kadar kızdırıyorsun ki seni terk edeceğim.'
Korktu. Beni öptü. Bunu tekrarlamayacağına söz verdi.
Kavgalarımıza rağmen, John'un beni yalnızca daha duyarlı kılmasıyla sevişmiş olmamızı anlayamıyordum. Vücudumu uyarıyordu. Şimdi kendimi bütün kaprislere bırakmak için daha büyük bir arzu bile duyuyordum.
..."
                                       Anais Nin/Venüs Üçgeni-sanatçılar ve modeller

Filan falan. Yazmış kadın işte, çoğu zaman yapılanın aksine tahlilleri okumak yerine, kendisini tahlil etmiş. Ben Nin'i iki yıl önce okudum, yatakta uyumadan önce hafif bir şeyler olsun niyetiyle elime almış ve beğenmemiştim. Geçelim şimdi bunu, aklıma gelmesi kafamdaki "ahlaklı olma-ahlakçı olma" sorununa takılmamdan ve hatta "takmamdandır". Sonra onu geçip, o ünlü "titreme"ye geldim. Evet, o yanak pembeliğinde durdum.

Karşındakini her hareketiyle anlamaya çalışmak, çıkan sonuçlar seni korkutsa, yıldırsa bile, kendini tartmak, tanımlamak, kendi kendinin semiyolojisini yapmak gibi önemli, anlamlı bir çaba. Yoksa daha çok düşünür, takılır kalırım; Lawrence diye bir adamın yazdığı, Lady Chatterley diye bir kadının titremelerinin ne kadarının kurgu ne kadarının gerçek olduğu sorusuna. 

Anais Nin'in yazdıkları, ben ne kadar küçümsesem, edebiyat değil desem bile önemli. Anna'yı, Emma'yı, Lady'yi, Bihter'i ve diğerlerini yazan müthiş kafaların, harika cümleleri kadar önemli.  Ne de olsa, kadın; ikinci cins* ve fakat birinci tanık;p

---------------------

*Simone De Beauvoir'nın Kadın İkinci Cins'inde, D. H. Lawrence'ın Frieda ile ilişkileri biraz anlatılır. Çok tuhaftır ve çok tahmin edilebilir. Ek bilgi olsun bu da, merak edene. A, bahsettiğim kitap nette pdf olarak bulunuyor ayrıca.  

Cumartesi, Nisan 09, 2011

ey ruhum! dur biraz

(Eskiden, Kaş'ta. Vitrin bakıyordum, takılar, şu, bu. Dün geceki rüya ise bu kadar normal değildi.)


"Yarı karanlık mahzende, gölgeler içinde birbirlerine ve bize bakan yüzlerce anlamlı göz  ve yüz vardı."

o. Pamuk/kara kitap-bedii usta'nın evlâtları

Çok ağır, sıkıntılı bir gün bugün.

Dün gece, kitaptan son okuduğum bölüm Bedii Usta'nın Evlâtları'ydı. Çok şaşırdım, çok etkilendim. Cansız, vitrin mankenlerini anlatıyordu yazar -yok Celâl-, Bedii Usta'nın oğlunun aktardığı hikâyeyi kendi kurgusuyla evirip çevirerek.

"...soluk lambaların abarttığı korkunç gölgeleriyle birlikte bana kaybettikleri saflıkları yüzünden acı çeken tanrıları, bir başkasının yerinde olamadıkları için kendilerini yiyip bitiren çilekeşleri, birbirleriyle sevişerek yatamadıkları için birbirlerini öldüren mutsuzları hatırlatıyordu. Onlar da, benim gibi, bizler gibi, içlerine rastlantıyla düştükleri belirsiz bir varoluşun anlamını cennette kalmış kadar uzak bir geçmişte bir gün sanki keşfetmişler, ama sonra unutmuşlardı bu sihirli anlamı. Unuttuğumuz bu hatıra için acı çekiyorduk..."

Saat 4:45 gibi uyumuştum, gözlerimi kapadım aslında, hemen uyku gelmiş. Kötü bir rüyayla tabii. Birisiyle -arkadaşımmış-, takı vitrinlerine bakıyoruz. İki mağaza, dükkân, aydınlık ve sorunsuz. Sonra, başka bir pasajı gösteriyorum, "oraya girelim", diyorum. Daha pasajın başında beni uyarıyor, kolumdan tutuyor(?), arkamızdan gelen biri, bir el. Koridorun o kısmı çok karanlık. Korkunç. Nefesini duyduğum biri var ve çok yakınımda. Birden gözlerimi açıyor, hemen uykuyu kontrol ediyorum. Arkamda kimse yok, şükür. Saate bakıyorum, 05:08. Kısacık bir uyku yine. Geçenlerde olduğu gibi ve çok kötü, korkunç bir rüya. Gece lambasını söndürüp yatmışım, neredeyse sabah oldu diye, hemen onu açıyorum. Elim suya gidiyor, üşeniyorum uzanıp içmeye. İki satır bir şey yazıyorum, uyandığımı o pasajda olmadığımı kanıtlamak için. Diğer yastığa başımı koyuyorum. Biraz soğuk, üzerine düşen herhangi bir başın düşüncesiyle ısıtılmamış. Eskimemiş ve o serinlik şimdi, hâlâ, ayağının yere bastığını hatırlatıyor. Evet, yalnızken düşünmek korku verici. Bildiğim tüm dualar, Kara Kitap'ın kolajı gibi içimden geçiyor. Anlamsız, karmakarışık ve başka türlü "yanlış".

Aklımızda kalan, hatıramızda yer eden herhangi bir nesne, bir "şey", tek başına bir anlam ifade etmez. Onun eskide bulunduğu yer, bizim için oradaki anlamı, gerçektir. Mâna -varsa eğer-, işte orada saklıdır.

Cuma, Nisan 08, 2011

tükenmez kalemin hoşluğu

(Rüya, Lily ve ben. Rüya burada bir aylıktı sanırım, yine de objektife bakmayı bilmiş, biz becerememişiz.)


Bu havalarda işe gitmek her zamankinden daha zor. Evde oturmak kolay ama. Herkes güneşi görünce dışarı atar kendisini ben eve, evet evet aylaklığa övgü bu yaptığım.

Geçenlerde Last Night diye bir film seyrettik ablamla. (Ablam proje değerlendirme işi için bir haftalığına İzmir'e geldi. Çok fazla bir arada olamıyoruz ama akşam oturuyoruz genellikle.) Fena film değildi, idare eder oyalanmak için. Karı-koca olma durumlarına, aynı evde yaşama, alışkanlık ve sadakat meselelerine bakıyor, çok fazla klişeye batmadan. Komedisi olmayan romantik bir film arayanlara (biraz dram sosuyla tabii) tavsiye olur, belki.

Kara Kitap'ı okuyorum geceleri. Güzel gidiyor. Bu İstanbul'a gidişimde sevgilim hediye etmişti. O çok seviyor Pamuk'un bu romanını, bakalım ben de onun kadar sevecek miyim? Turkuvaz tükenmez kalemle (o da hediye!) çiziyorum bazı yerleri, Rüya, Galip'i yeşil tükenmez kalemle yazdığı kısa bir mektupla bırakıyor (terk etme kelimesini sevmiyorum). Bu hoş bir ayrıntı. 

"-Rüya gitti.

 -Arasın bakalım Galip, acaba gerçekten bulmak istiyor mu?

 -Önemli mi?

 -Bilmiyorum, gelsene yanıma."

böyle böyle geçiyor günler. Geçsin ne yapalım?

Cumartesi, Nisan 02, 2011

"bir vardı bir yoktu, allahın kulu çoktu"*

 
(gün ışığında manzarada gecekondular var. akşam biraz daha yumuşak bir görüntü ve gece şehir güzelleşiyor. üçüncü foto öylesine, onu koymasam düzenleyemiyordum yazıyı. okeye dört işte;))


Her mevsim geçişinde bana bunu yapıyor vücudum. Ne güzel sağlıklı sağlıklı oturuyordum. Şimdi boğazım yanıyor biraz, az ateşim var, bakalım neler olacak?



"Dünyanın böyle dev konuları vardır. Ne kadar çok tahmin yapılabiliyorsa, meseleyi o ölçüde büyük ve derin görmek lazım. Bu teşkilatın gücü benim fikrimce, beynimizin işleyişi kadar yaygındır. Hayal yeteneğimizi serbest bırakırsak temeli onlar olan dedikodunun günahı dahi olmayacaktır. Çünkü Allah bunun hesabını tutamaz, kaçırır. Gönlümüzün izinde biz kafamızda kurduğumuz şekle inanacağız. Felsefenin icabıdır. Onlara 'Forus' dersek, Forus olmaya mecbur kalırlar. Zaten de Forusturlar!"

                                                                                      Buzdan Kılıçlar/Metis yayınları-sf:103

Biraz Tekin'in Buzdan Kılıçlar'ına baktım bugün. Oyalanıyorum ya, başladığım kitaba dönmüyor, etrafında gezinip duruyorum. Buzdan Kılıçlar'dan doğru düzgün bir şey kalmamış aklımda. Üzerine tarih atmamışım kitabın ama küçük bir not düşmüşüm. Oradan, Gerede'ye tayinim çıkmadan, daha İzmir'deyken okuduğumu çıkarttım. 94 yılında büyük ihtimal. Unutuluyor tabii. Bu unutulan kitaplardan olmuş. Pılık pırtık adamları anlattığını hatırlıyorum. Gogi; bilgili mermiyi, sonra Halilhan'ı. Bir Volvo vardı, üzerine titriyorlardı. Fikrimin İnce Gülü'nde olduğu gibi. Müslüman bir kızı seviyordu Ya Gogi ya da Halilhan, hatırlayamadım şimdi. Kız isteklerini sıralıyordu buna. Madde madde, akıllı, kültürlü bir kızdı. Zaten kültürsüz kızla evlenmem, yapamam ben diyordu adam:)  Berci Kristin... ise gecekondulardan bahsediyordu. Çiçektepe mahallesinden ve çöp toplayan insanlardan. Oradan da bir alıntı yazayım, haksızlık olmasın:)

"... Çiçektepe kondularına çöp tepelerinin karton süsleri ve 'Ay döner hışır hışır, kondular ışır' diye başlayan Çingene türküleri yayıldı. Kâğıt yorgan altında/Romanlar üşür.
Ay hışır hışır döndü. Fabrikalar ışıdı. Fabrikalarda işçiler uçaktan daha hızlı çalıştı. Ay çekildi güneş çıktı..." 
                                                 Berci Kristin Çöp Masalları/Metis yayınları-sf:88-89

Çok eskide kaldı Latife Tekin. Berci Kristin Çöp Masalları, Buzdan Kılıçlar, Gece Dersleri hepsi silindi gitti. Aşk İşaretleri ve Sevgili Arsız Ölüm'ü biraz daha iyi hatırlıyorum. Severdim dilini o zamanlar. Zaman olsa, tekrar okusam iyi olur. Aynı tadı alır mıyım bilemem tabii. Bazı şeyler bazı zamanlara ait aslında.

Kitabın başına şunları yazmışım;

"Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir." Kasas Sûresi, 56

Sonrasında ne oldu ne bitti bilmiyorum. Ben mi hidayete erdim, yoksa başkaları mı yükseldi göğe. Unuttum Unuttum! Unutmak ne güzel adalet;)

----------------------------

Boğazım iyice yanmaya başladı, yazıyı yazarken. Yemek yapmayacaktım güya, vazgeçtim yapacağım bir şeyler. Canım dünkü yemeği yemek istemiyor. Kalkıp bir şeyler yapayım, o pişerken de duş alayım. Belki sıcak duş ve ilaç iyi gelir. Böyle valla, ne desem boş.

*Berci Kristin Çöp Masalları romanından.