Perşembe, Eylül 29, 2011

ev ödevi ya da bilmece; sende olup bende tersi bulunan başka bir şey?*


" ... 'o' buralarda  bir yerlerde. ' içimin bomboş olduğunu biliyordu. '..."**



Bırak elindekileri hemen bir hikâye oku, hemen. Bira ısınmış, unutulmuş bir şeyler. Meyve mutfaktaki masanın üzerinde, oysa unutulmuş her şey hikâyede. Okudun, tekrar oku, belki uykunun bir köşesine kıvrılır, yüz kere dönmezsin yatakta, rahatsız etmemek için. Okuduğum hikâyede iki adam konuşuyor, konuşup tahmin yürütüyorlar. Bir kadın hakkında. İki erkek, arkadaşlar. Biri bir kadını seviyor. Doğrusu, sevdiğini anlatıyor, âşık olmuş bir kadına. Yüzünde kuşkularla yakalıyor arkadaşı onu. Sorduğunda (anlatıcı) "kadınları yeterince anlayamıyorum", diyor. "Kadınlar sevilmek içindir", diyor öteki, "anlaşılmak için değil." güvenemediği şeyi sevemeyeceğini söylüyor şüpheli âşık, bir kadın fotoğrafı gösteriyor meraklı arkadaşına. Fotoğraftaki yüzün gerçeği gösterip göstermediğini soruyor. Nasıl da sırlı bir yüz! Sırların kalıbından dökülmüş bir güzellik, aman tanrım binlerce kopyası olan bir Mona Lisa. Bir faytona bindiklerinde kadınla yaşadığı kısa macerasını anlatıyor. Hayır sarı bir faytona değil, sarı olmaz! Sarı cinnetin kıyısında durur. Bir akşam tanışıyorlar kadınla. Kadın gizemli mi gizemli. Buluşmuyor bir türlü adamla, mektuplar, notlar. Hep esrarlı bir hava. Bir buluşma günü kadın buluşmaya gitmiyor, adam kadını takip ediyor. Otel gibi bir yere giriyor kadın, odaların kiralandığı büyük bir ev. Arkasından bakakalan adamın kadının yere düşen mendilini almaktan başka yapacak bir şeyi yok. Akşam görüştüklerinde kadına bunu anlatıyor, dışarı hiç çıkmadım, tüm gün evdeydim, diyor kadın, mendili veriyor adam. Kavga, gürültü. Adam soruyor, kadın cevap vermiyor. Geri almanın mümkün olmadığı korkunçlukta sözler uçuşuyor havada, adamın kadına söylediği, ayrılıyorlar. Sonra bir mektup alıyor adam ama açmadan geri yolluyor. Bir ay sonra kadının ölüm haberini alıyor adam. O evin bulunduğu sokağa gidip sırrı ortaya çıkarmak istiyor. Ah, çok âşık o dostlar. Hafiyeliği gayet anlaşılır. Kiralık oda soruyor, odaların hepsinin bir kadın tarafından tutulduğu cevabını alıyor. "Bu kadın mı", diyor, fotoğraftaki âşık olduğu kadını göstererek. "Evet", cevabını alıyor, "ne yapıyordu burada", diyor, "bir adamla mı buluşuyordu." "Hayır", diyor otelin görevlisi, "çay içip, kitap okuyordu". "Odada sadece otururdu o."

Böyle işte. Adam, hikâyeyi dinleyen arkadaşına soruyor; "Kadın gerçeği söylemiyordur değil mi?" Arkadaşı verdiği cevapla onu rahatlatmıyor; "Bu odaları, sırf peçelere bürünüp kendini bir roman kahramanı gibi hissederek oraya gitmek için tutmuştu. Gizlilik tutkusu vardı ama kendisi sırrı olmayan bir sfenksten başka bir şey değildi." 

Âşık adamın sevdiği kadının fotoğrafına bakıp; "acaba"  diye sormasıyla bitiyor öykü***. 

(Portrait of Edouard and Marie Louise Pailleron/John Singer Sargent)

(Bakın nasıl da sır dolu bir resim! İyice bakın bir, bilekliğe değil, gözlerine, gözlerine değil, bir gözüne. Ben bu akşam uzun süre baktım bu resme, biraz daha bakayım, yatacağım.)

-------------------
*Eski bir konuşmadan.
**Kara Kitap'ta "Göz" bölümünde geçer bu cümle. Aynı "eski" konuşmada tekrar söylenir.
***Bu gece okuyup, size de anlatmaya çalıştığım öykü, Oscar Wilde'ın Sırrı Olmayan Sfenks adlı öyküsü. Merak edenler için şu kitaptan. Şuralarda öykünün tam metni var; ingilizcesi, ve türkçesi.

Çarşamba, Eylül 28, 2011

zor ama çok lezzetli bir yemek; Julie & Julia

Akşamları -yok, doğrusu geceleri- genellikle film izliyorum. Bir süre ara vermiştim, sadece okuyor ve boş boş tv'ye bakıyordum. Şimdi eski düzenime döndüm sanki. Akşam yemeğimi geç saatte yiyor, çay demlenirken film seçiyor ve ilk bardağımda filme başlamış oluyorum. Filmin ortalarında dişlerimi fırçalıyor ve bir bira açıyorum. Böyle basit bir düzen ve binlerce evde aynısının yaşandığına eminim. Niye böyle genelleme yaparak, saf saf konuşuyorum dersiniz; bu gece şehir çok net görünüyor gözüme de ondan;) Gerçekten öyle, oturduğum yerden şehrin manzarası inanılmaz net bugün. Niye bilmiyorum, belki hava çok temiz, belki benim miyopum geriliyor, belki hiçbiri, ama öyle sonuçta. O kadar ki, filmden başımı kaldırıp defalarca takıldı gözlerim manzaraya, meyve koymaya gittiğimde, bira almak için kalktığımda vs. vs. Eee tabii zaten uzun olan film üç-dört saatte bitti böylelikle. 

Dün gece seyrettiğim film çok kötüydü, romantik komediymiş; Letters to Juliet. Onu hemen geçelim. Bu gece Julie & Julia'yı izledim. Çok Hollywood, çok klişe ama tatlı bir film. Bir de bana yıllar önce (rahat iki yıl olmuştur) yaptığım bir yemeği hatırlattı daha da şirin oldu gözümde. Poliş'le beraber akşam yemeğine ne yapsak diye düşünüyorduk. Eski evde ve elbette yalnızdık. Yemeği şölen haline getirmezsek bütün gün tüm ağırlığıyla çöküyordu üzerimize. Yemek neşeyle yapılacak, bir kadeh şarap içilecek sonra film seçilip, konuşa konuşa seyredilecekti. Böyle sade bir ritüel ama yaşamak için ciddi istek veriyordu bize. "Zor bir tarif deneyeceğim Poliş!", demiştim. Hah ha, cesarete bakın;p Aslında rosto yapmak istiyordum, burada büyük bir parantez açmalıyım;) (öyle hatırlıyorum emin değilim. rosto kalbimde bir yaradır benim, ona takılmış da olabilirim. bir kere denemiştim, belki on yıl olmuştur, içi çok pembe kalmıştı. becerememiştim sanki, Poliş yemiş ve çok beğenmişti ama sonuçta Poliş benim yaptığım her şeyi beğenir. emeğe de ciddi saygısı vardır kardeşimin kötü demez asla. onun için, rosto konusunda soru işaretleriyle kaldım o günden beri. bir de çok çok sevdiğim Rosemary's Baby filminin bir sahnesinde rosto yiyorlardı ve ben bayılmıştım o sahneye. işte böyle komik, anlamsız bir anı, rosto travması yarattı bende;)) Ne diyordum, evet, rosto yapacaktım vazgeçtim. Bloglara bakarken Cafe Fernando'nun Julia Child yazısına rastladım ve o akşam Boeuf Bourguignon yaptım! Valla atmıyorum, yaptığım en zor ve yapımı en uzun süren yemekti fakat bir o kadar da lezzetliydi. Aman tanrım nasıl bir deneyimdi o öyle; kaynamalara doymayan et, mutfağı saran ve kim bilir kaç gün gitmeyen şarap kokusu. A, şarabın içinde yavaş yavaş pişiyordu et, ondan yoğun bir lezzeti vardı sanırım. Böyle işte, Julie & Julia filminde de bu yemekten çok bahsediliyor. Ben tarife bire bir uyarak (acaba!) yapmış ve memnun kalmıştım. Aklınızda olsun sizin de, belki güzel bir et yemeği yapmak istersiniz, bu tarif gerçekten çok iyi. 

Filmde karı kocanın (hem Julia hem de Julie'nin) muhabbeti çok tatlıydı, keşke herkes öyle geçinse. Yemiyor tabii, o güzel yemekler bir şekilde yeniyor da, geçinmek yemiyor;p Kötü bir espri ile geceyi bitiriyorum ne kötü. 

Bon Appétit;p

-----------------
 p.s.: -Cafe Fernando sitesini pek sevmem ben, söylemeden geçemedim.
-Meryl Streep'i hep sevdim, bazen "hafif" baydığı oluyor ama çok zarif bir kadın, hoşuma gidiyor konuşması, tarzı, giyimi, her şeyi. 
-Filmin yarısında Ayhan aradı, Amerika'ya gidip şöyle devrim niteliğinde işler yapmayan bir arkadaşa sahibim. Yani bir Julia Child'a bakın, bir de Ayhan'a. Kadın Fransa'ya gidiyor ve harika bir kitap yazıp, hayatını tümden değiştiriyor. Bizimkisi ise, yakında gelirim havalar çok güzel New York'ta diyor;p Ho ho, sen buralara bakma daha Ayhancığım, intikam böyle alınır işte;)
-Zor bir yemek, şu bu diyorum da, ben dün gece saat üç buçukta, evet evet tam olarak gecenin köründe çemen yapmış insanım, bana herhangi bir tarif koyar mı, allah aşkına?;)
-Filmi seyrederken Bomonti içtim. Çok ilginç bir tadı var bu biranın, sanki birazcık beyaz şarap gibi. Birazcık ama.
-Filmde blog sahibi olmak ve hiç tanımadığın insanlara seslenmek üzerine de hoş şeyler söyleniyor. Onu da seyredince görürsünüz artık, ben hemen yatmalıyım. 

Cumartesi, Eylül 24, 2011

rüyaya sızan roman; Döşeğimde Ölürken


"...Zamanın içine bir dolanıp karışabilsen. Bu iyi olurdu işte. Zamanın içine bir dolanıp karışabilsen iyi olurdu..."


Bir rüya gördüm. Hiç aklımda yokken, hatta okuduktan sonra, içindeki derin hüznü özellikle unutmaya çalışırken, ve başka bir kitap okumuşken ondan sonra, bir gün önce de komik bir romana başlamışken, bir rüya gördüm. Döşeğimde Ölürken kitabındaki Cash vardı rüyamda. Cash'in bacağı çok ağrıyordu, acı çekmediğini söylüyordu ama ben biliyordum. Kitabı okurken düşündüğüm her şey rüyama da geçmiş, bunu anladım yine rüyamda şaşırarak. Yapmayın dedim, babasına ve diğer kardeşlerine, bacağa çimento dökmeye çalışırken onlar. Kitabın tüm kapaklarına bakmıştım okumam bitince. Bir kapağı hiç beğenmemiştim. Aslında fena değildi ama arabanın olması, o kapakla arabanın mahsus imlenmesi bana tuhaf gelmişti. Oysa bırakın arabayı, ailenin onları başka bir kasabaya götürecek hayvanı bile yoktu. (Okumayanlar için -çok kısaca- konu şöyle; çok çocuklu bir ailenin annesi ölür ve vasiyeti üzerine ölüyü başka bir kasabaya gömmeye götürürler. Biz bu olayı farklı farklı karakterlerin ağzından işitiriz. Gerisi okunmalı tabii, hiçbir anlatmanın veremeyeceği güzellikte bir dili var romanın. Bilinç akışı tekniği hem tüm karakterlerin ruhuna nüfuz etmesini sağlıyor okuyanın hem de şiir gibi dinliyorsunuz konuşanı.) İşte o kapak da aynen gördüğüm şekilde oradaydı; rüyamda. Bir o arabaya koşuyordum (bekleyen iki kişiye), bir Cash'in yanına. Ben rüyamda çok çok üzülürsem sanki katıla katıla ağlıyormuş gibi olurum, konuşamam. Konuşamıyordum yine. Yapmayın diyordum sadece, niye böyle yapıyorsunuz?

Bir ailenin bu kadar sancılı bir yolculuğa çıkması, farklı farklı huylarla üstelik, bir ölüyü taşıması hiçbirinin bilmediği bir yere (kasabadan değil, toprağın altından bahsediyorum), çok zor. Tüm aileye karşıdan baktım okurken. Anlamaya çalışarak, anlamayarak, anlamanın mümkün olmadığı bir uzaklıktan, çok yakından, kendi yolculuğumu iterek kıyıya, çok uzaktan o aileye baktım. Babaya acıdım, kızdım, Jewel'i kardeşleri adına kıskandım, atıyla kurduğu ilişkiye hayran kaldım, Dewey Dell için üzüldüm, çocuk o, yol göstereni de yok dedim defalarca. Cash'i özellikle sevdim. deliren Darl, annesinin bir balık olduğunu düşünen Vardaman hep bir adım ötemdeydi, omuzlarına dokunmaya korkup, sesimi duymalarını istediğim mesafede. 

"...Yaşantılarımız nasıl da esinti-siz'e, ses-siz'e dolanıp, karışıp gidiyor, yorgun hareketlerimiz yorgun yorgun eski özetleri yeniden anlatıyor; geçmiş zorunlulukların yankıları tel-siz'ler üstünde el-siz: günbatımında kızgın davranışlar takınıyoruz, yapma bebeklerin ölü hareketleri. Cash bacağını kırdı, şimdi de talaş akıp gidiyor. Ölüme değin kanıyor Cash kanıyor..."

Bundan kim bilir kaç yıl önce, bir Aralık akşamında (sonradan gece oldu) abim, annem ve ben babamın ölüsünü taşıyorduk ananemin köyüne. Yılbaşı günüydü, 31 Aralık, babam birkaç gün önce ölmüş, biz sonra duyduk. Hastaneye görmeye gitmiştik, farklı farklı şehirlerden yola çıkıp, Ankara'da buluşmuştuk. Abim yatılı okulda, ben yatılı okuldaydım, izin almak zor olsa da işin içine hastalık girince kolaylaşıyordu her şey. Beni seven dindar bir müdürümüz vardı, ben onu sever miydim bilmiyorum şimdi, ama beni sevdiğini iyi biliyorum. Odasına çağırıp, babanı görmeye gidebilirsin, demişti. Biraz anlamıştım aslında, ama çocukken neyi anlayıp neyi anlamadığını ne kadar bilebilirsin ki? Benim annem bir balık dönemindesin daha, neyi, ne kadar, bilebilirsin? O kısım çok karanlık, görme hayaliyle gidip, ortada bomboş (oturacak yer yoktu, yoktur) kalma kısmı, geçelim. Yolu hatırlıyorum şimdi, nasıl bir kar yağmıştı anlatamam. Sanırım o kış benim gördüğüm göreceğim en çetin kıştı. Yola çıkmak istemeyen ambulans şoförü -haklıydı, yılbaşı gecesiydi o gece-, doktorun onu ikna çabaları, silik kareler şeklinde beynimde, sonra rüyamda. Böyle olur hep, size de olur, bilirim. Karanlıkta yoldaydık biz, Gerede taraflarında (sonradan oraya tayinimin çıkacağını tahmin edebilir miydim? yok, hep dediğim gibi tanrı şakacıdır) ambulans yolda kaldı, gitmiyor. Deli gibi kar yağıyor, ben annemin yanında öndeyim, Abim tabutun yanında, önde yer yok. Erkekler daha mı sert, ağlamıyor. Oysa o da çocuk. Hiç ağlamadı sanki o gece, ya da sonrası, ben görmedim. Lastiklere zincir takmaya çalışıyor biri çocuk, iki erkek. Biz annemle arabadayız. Ne kadar kaldı anne, diyorum, az kaldı diyor. Altımı ıslatıyorum, az kelimesini ölçüp biçecek büyüklükte değilim. Üstelik altımı ıslatmaya da alışığım çocuklukta. Neredeyse ortaokula kadar, evet bilinçaltı benim sığınağım. 

"...Kelimelerin bir şeye yaramadığını anladığım zamandı; kelimelerin söylemek istediklerine bile uymadıklarını..."

 (Kıbrıs'tayız; ablam, abim ve ben.)

Kadını gömerler, ölü bir kadının iç sesini duyurur bize Faulkner, çocukların terini, güzelliğini, çirkinliğini görürüz, babanın yeni dişlerini, karnında bebek taşımayı, onu düşürmeyi, bunun hiç yazılmayan sancısını, yangının sesini, deliliğin gelişini, bir balığın derisinin sen istediğinde "kokmayacağını", asla kokmayacağını anlarız. Ve sonsuz bir minnet duyarım bu yazıları yazan kişiye. Rüyamı kabusa çevirse, korkuyla uyansam bile, öyle. Hem çok iyi bilirim ben; "...hiçbirimiz tam deli ya da tam akıllı değiliz, denge bir yana doğru kaymadıkça..."


--------------------------------------------------------------------
p.s.: -Bu yazıyı yazarken bira içip, yukarıdaki şarkıyı dinliyordum. Bir şarkıyı yıllarca dinlemeyip, sonra bin kere dinlemek nasıl iyi gelir insana bilir misiniz? İşte, iyi oldum ben de.
-Kitabın diğer kapaklarını merak edenler için, şurada bir post var. 
-Şimdi komik bir şey seyretmeliyim, mesela mesela..., neyse bulurum bir şey, olmadı Gargantua var, bu gece çözümler bitmiyor, ne hoş.
-Yazıdaki tüm italik cümleler, alıntılar Döşeğimde Ölürken romanından. 

Perşembe, Eylül 22, 2011

kötü havaların ilacı; komik filmler ve Gargantua

 Fotoğraf Pixdaus sitesinden,boogadee kullanıcısına ait.

"...Gelin şimdi: Bugün yahut yarın filan şehre gideceğiz, ve orada bir yıl geçireceğiz, ve alışveriş edeceğiz, ve kazanacağız, diyenler; sizler ki yarın ne olacağını bilmezsiniz. Hayatınız nedir? Biraz vakit görünen ve ondan sonra görünmez olan bir buğusunuz..."

Yakubun Mektubu / Bap 4 / Yeni Ahit-İncil


Geldi işte. Pazartesi gecesi, hatta sabaha doğru balkona çıkıp biraz gökyüzüne bakmıştım. Hiç yıldız yoktu, anlamıştım havanın bozacağını. Dün sabah soğuk soğuk esiyordu, akşam yağdı. Arabayı camlarını silmeden kullanmaya çalıştım, silecekler de bir yere kadar yardımcı oluyor tabii, yazık bana;p Bu sabah merdivenleri temizleyen kadın yine uyandırdı beni. Suyu bir hafta önceden hazır ettiğim hâlde, inatla beni uyandırmasının "deeeerin derin anlamını" bir türlü bulamadım. Bir türlü diyorum çünkü onunla konuştuktan sonra uyuyamadım, bunu düşündüm. Bir saat döndüm yatakta, ı ıh olmadı. Neden yapıyorsun bunu, diye sorduğumda; aşağıdaki kadın koymamış su, istedim ama acelesi varmış, veremem şimdi dedi ve gitti, kusura bakmayın, diyor. İnanılmaz dramatik, komik, trajik, kadın ayakta olduğu, uyumadığı hâlde bir dakikasını bile harcamıyor, ben tüm uykumu veriyorum uyduruk bir temizliğe. Akşam nöbet var üstelik. Yapma bunu, lütfen, dedim sadece. Aptalcaydı, gün böyle kötü başladı.

Komik şeyler seyretmeye çalışıyorum. Evvelki gün Bad Teacher'ı izlemiştim, ondan sonra Bridesmaids filmini.  İlk film kötüydü, bir iki yerde güldüm ama olur o kadar, adı üstünde komedi filmi. İkinci film biraz daha iyiydi. Poliş'e yazdığım gibi iğrenç esprilere ve mide bulandırmaya bu kadar heveslenmeseler daha güzel olacak komedi filmleri fakat olmuyor işte, o tarzın da seveni var elbette. Dün gece komedi diyetimi bozdum, aslında tam olarak bozdum denemez; yine komedi filmi arıyordum sonra elim ilk önce Kaurismaki'nin La vie de bohème filmine gitti, sonra da  uzun süredir bekleyen Rabbit Hole'e. Dramın dibine vurdum sizin anlayacağınız. Filmin ortalarında ben bir güzel ağlayayım bari, dedim, sonra telefon geldi unuttum. Hah ha, inanın bu günlerde hayat çok tuhaf ve komik, ağlatırken güldürüyor. Ya da tam tersi;p

Kitaplarda da aynı stratejiyi uyguluyorum, biraz daha keyif. Gargantua'ya başlayacağım bu gece nöbette.  Rabelais'in bu en bi la la la eserini yıllardır okumak istiyordum. Alıklar Birliği'ni okurken, hadi bundan sonra, dedim ama kaldı öyle. Bu zamana kısmetmiş, hayırlısı olsun bakalım. Kayda değer bir şey olursa sizi haber ederim, şimdilik böyle.

Artık yemek hazırlamalıyım, nöbetin başlamasına iki saat on beş dakika kaldı. Yemek konulu yarışmalarda olduğu gibi süreyle yarışacağım şimdi, bir iki üç, başlıyorum!

Salı, Eylül 20, 2011

kış temizliği!



(Pavement, Creedence Clearwater Revival, Dinah Washington sizler için söylüyor, hadi bakalım herkes işinin başına!)

Temizlik yapmam gerek. Geçen yapmıştım, bu sabah şöyle bir alıcı gözüyle baktım da, pek bir anlamı yokmuş o kadar yorulmamın. Hiç ama hiç temizlik yapılmış gibi durmuyor ev. Kaç gündür kafayı takıp duruyorum bir şeylere, amaaaan en iyisi evi temizlemek. Yaz da bitti bitiyor. Delirmemek işten değil. 
Akşam temiz evimde çayımı içerken bir şeyler yazacağım buraya. Bu koltuktan kalmak için bir motivasyon şart. Yoksa olmuyor böyle, allahallah!

Siz de Mungan'ın şiiinden buraya aldığım alıntıyı okuyup, şarkıları dinleyin. Hayat size güzel valla;p


"...
yaz biter
eskir geceler, serin hüzünlü
yeni mevsime hazırlık ömrün teğel yerleri
bir yanı telaş, bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsanız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap pancurları
yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride

yaz bitti

yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
yaz bitti
yaz bitti
hiçbir şey hiçbir şey
hiçbir şey
yalnızca üşüyorum şimdi

..."

yaz bitti/m. Mungan



------------------------- 
p.s.: Şiirin tamamı için bkz; epigraf 
Bir de kısacık not; bu yazıyı daha önce yazdım, ama şarkıları yüklemek uzun sürdü. Yoksa ev temizliğine akşam saat  beşte(!) başlanır mıymış yahu? Çok ayıp! Dört olsa neyse, hmmm...;)

Perşembe, Eylül 15, 2011

avuntu


Woody Allen'ın Sinema dergisinde yayımlanan röportajını okudum dün gece, nöbette. Şunu demiş, şunu etmiş, yapmış, söylemiş, hiç sevmiyorum bunları yazmayı ama Allen biraz daha farklıdır. Büyük konuşmaz, hava atmaz, gevezedir sadece (bkz;yay burcu!), aklına gelen her şeyi büyük bir mütevazılıkla anlatır. Eee, onun anlattıklarını okumayı seviyorum bu yüzden.

"Zaman bizim düşmanımız", diyor yönetmen. "İyi bir şey olmadığı kesin." Carson McCullers'ın zaman için "Dünyayı yöneten ebedi aptal" dediğini hatırlatıyor ve "zamandan nefret ediyorum" diye ekliyor. 

"Aşk zihnimizi dağıtmaya yarayan bir avuntu, hepimizin buna ihtiyacı var. Bunun gibi avuntularımız olmasaydı eve gidip her şeyin, bütün hayatımızın ne kadar korkunç ve zavallı olduğunu düşünmekten başka bir şey yapmazdık. Bu yüzden her gün işe gidiyoruz, enstrüman çalmayı öğreniyoruz, sinemaya gidiyoruz, beyzbol maçı izliyoruz ve evet, aşık oluyoruz." 

Sabaha karşı hastanede, o berbat odada uyumaya çalışırken kötü kötü şeyler geldi aklıma. Hastaların sesleri, çalışan eski vantilatör, duvardaki lekeler, hepsi huzurla uyumayı zorlaştırıyor. Bir laf vardır; tanrı herkese taşıyabileceği büyüklükte haç versin, diye. Onu düşünüyorum, lafı eğip büküyorum beynimde. Sonunda üç günlük dünya, değmez diye uykuya dalıyorum. Polişka arıyor, ben dinlenmiş, koltuğa gömülmüşüm. Biraz anlatıyorum dertlerimizden bahsedince. Onun sorunları, benimkiler vs. vs. Aman Poliş, üç günlük dünya diyorum. Gülüyor, haklısın diyor. Akşam hiç yoktan tartışıyoruz sevgilimle, balkonda günlerce oturuyorum sanki. Onun sesi, benim sesim, ezan okunuyor, ben yine hatırlıyorum; boş ver iki günlük dünya. İşe bakın, üç gün, birden iki gün oluyor! Komik, çünkü evde dolaşırken de kafamın içinde bir ses; üç-beş gün, gerisi hiç diyor. 

Birdenbire, komik bir şiveyle, o iç sesi bana duyuran tanrı şakacı olmalı. Bundan sonrası eğlenceli. Güzel bir akşam yemeği, daha önce hiç olmadığı kadar güzel demlenen bir çay ve avuntu.   

Salı, Eylül 13, 2011

eski bir şiirde durmak

(Gerede'de ilk günüm. Tanımadığım bir yerde, hiç tanımadığım insanların arasındaydım. Çocuktum daha, on sekiz bile değil. Hastane yolu burası, bahçesi. Şimdi hepsini unuttum gitti. Bu fotoğrafı acil doktoru çekmişti, uyuz bir kadın olduğunu hatırlıyorum. Harbi uyuz ama, sinir bir tipti. Neden fotoğrafımı çektiğini ve bana verdiğini bile bilmiyorum, o kadar yani.)


 
 
 
"...

Şimdi komşularla oturduğum akşam saatlerinde
Masamda bir kupa çay kilitleniyor, bakışım kilitleniyor 
açamıyorum
Bir şey bekliyorum, çözsün onaylasın yaşadığımı, bana ait bir 
sır bulsun bende
Belki biraz mutluluk, belki biraz daha dem, biraz daha şeker
Sonrası hep aynı yüzler, hep aynı bakışmalar; el aynasında soluğum
-Demek sizi gönderdiler kendileri gelmediler. 
..."
Fit / h. Arkan

Dün dolunay vardı, balkon kirliydi, bugün balkonu tertemiz yaptım, ayı göremiyorum. Şans işte. Çok yorgunum. Akşam temizlik yapmaya başladım, şimdi bu yorgun halimle anlıyorum ki kötü fikirmiş. Balkonu yıkadım, defalarca su döktüm, demirlerini sildim, silerken aşağıya bakıp; "bakalım milletin balkonu ne hâlde" diye küçük bir araştırma yaptım. Pek bir şey anlamadım, gözler hafif miyop ya, tozlu mu değil mi anlaşılmıyor tabii. Alt katta oturan kadın çalışmıyor, mazeretim hazırdı zaten; temiz olur elbette, işi ne ki ev temizliğinden başka?;p

Biraz kötüyüm son günlerde, kendime bile tahammül edemiyorum.  Hep özür diliyorum, devamlı, devamlı; özür dilerim, kusura bakma, hatalıyım, vs. vs. Sonra düzeliyor mu acaba her şey? Bilmem ki, karışık işler, bu işler. Hiç kimseye bulaşmadan yaşamak zor, karışık, o bile çaba istiyor. Tatilde olsaydım hep. Bir bira ve oturmak. Sadece oturmak. Şimdi de Berfe'nin o müthiş şiiri geldi aklıma; 
"...
dururum:

kumların üstünde ve güneşin altında değil
ağaç ya da çardak altında
öküz gibi, saatlerce, tahta bir masada
rakı içip keyif çattığımı sanan sağlıklıların
gittikçe azalan beyin kıvrımlarında...
dururum işte. önemli değil.
yeter yukarıdaki oda.
..."

Şiirin hepsini okumalısınız, çok güzeldir. Benim şairim değildir Süreyya Berfe ama bu şiiri severim. Durun ekşiye bakayım, yoksa yazayım hatta. Evet, şimdi burada, merak eden okur artık. Vakti zamanında C.'ye yazmıştım tüm şiiri. Ve kopyala yapıştır değil, emekti valla yaptığım. Aşk, heyecan, kalp çarpıntısı durumları işte, koca bir şiiri bile soluksuz yazdırıyor.
Oblomov'un rüyasını bilir misiniz? Nasıl rehavet veren bir rüyadır o öyle, müthiş. October mı söylemişti acaba, tatil için çalışıyorum, diye? Çok hoşuma gitmişti o laf, pek sevmiştim. Kolay kolay demezler çünkü bunu. Herkes idealist, herkes çok becerikli, herkes çok çalışkan. Bu akşam bir telefon görüşmesi yaptım, uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşım aradı. Bir bildiri varmış, onun için hazırlık yapar mıyım diye soruyor. Yarın kadına haber vermelisin diyor üstelik. Vay, işe bakın lütfen; ben tezi ne yapacağıma bir yılda karar veremiyorum, bildiri için tanımadığım bir kişiyi arayıp, hooop çalışma yapacağım hemen! Çok fantastik bir olay olurdu inanın, kendimi bile aşardım yapsaydım bu işi. (arıyormuşum yarın erkenden! hah ha, mucize.) Yine aklıma bir şey geldi hemen anlatayım, kısaca tabii;p Oblomov ağrı ve sızıları için doktoru çağırıyordu evine. Yok yok, doktor kendi geliyordu, Oblomov niye çağırıp, dertsiz başına iş alsın?;) Neyse, doktora şikayetlerini anlatıyordu bizimkisi, doktor da ona, bu şartlar altında yaşanmaz, yabancı ülkelere yolculuğa çıkın, filan diyordu. Oblomov'un kalbi çarpmaya başlıyordu tabii hareket edeceği için, korkudan. Doktor saymaya devam ediyordu, şuraya, şuraya da gidebilirsiniz, sonra daha uzağa mesela Mısır'a!! Oblomov'un iç sesi müthişti; "daha da neler! daha daha! başka emriniz!" Ve dalga geçerek yolcu ediyordu doktoru, "tabii tabii, dediğiniz her şeyi harfi harfine yapacağım!". Böyle işte kendimi düşününce aklıma geldi arkadaş. Sefil bir şekilde ölmüştü kendisi, allah bizim sonumuzu öyle yapmasın, amin;p

Ay ne durumda acaba? Çıkıp bakayım temiz(!) balkonuma. Eee, sonra da biraz kitap okuyup yatarım, yarın öğlen nöbet var yine.

-----------------------------------------
p.s.: -Evet baktım, October yazmış tatil için çalışma isteğini. 
-Dün hiç aklımda yokken albüm karıştırdım. Yukarıdaki foto o anlamsız iş yüzünden burada. Peki albüm karıştırmak nereden aklıma geldi; o da fotonun altına koyduğum sanat müziği şarkısı yüzünden. O şarkılardan biri dilime takıldı dün akşam. Hayır, öyle çok da bilmem ve söylemem bu şarkıları. Fakat geldi işte, akıl bu. Sonra çooooook eski bir tatil geldi aklıma. Sonra bir an, sonra bir foto ve en sonunda çok çok alakasız bambaşka bir foto bu yazının görseli oldu. Hayırlı, uğurlu olsun, yapacak bir şey yok.
- A, son bir şey daha; Berfe'nin ismindeki bir "y"nin Cemal Süreya'nın attığı harf olduğunu biliyor muydunuz peki? Ya, neler neler oluyor şu hayatta, şaşıyorum bu işlere;p

Cuma, Eylül 09, 2011

şeytanlı şiirler, güneşli şarkılar, gülen yüzler

 (Poliş ve Lily. ikisini de çok özledim, burnumda tütüyorlar. bu deyimin doğrusu, burun mu, yoksa göz müdür, yıllardır kafam karışır bu işe?)




"...
Üstümüzde gökyüzü açılmıyor mu?
Yeryüzü sapasağlam,
Uzanmıyor mu altımızda?
Ve ebedi yıldızlar,
Sevecen bir gülümsemeyle,
Yükselmiyor mu?
Seninle göz göze değil miyiz?
Ve her şey,
Senin kafan ve yüreğinde,
Bir araya gelip,
Sonsuz bir giz içinde,
Hemen yanıbaşında oluşmuyor mu?
Görünmeden görünerek?
Yüreğinin büyüklüğü el verdiğince,
Bütün bunları doldur içine,
Ve duyguların coşunca,
Buna istediğin adı ver:
Mutluluk! Gönül! Sevgi! Tanrı!
..."

Faust / j. w. Goethe

Sabah sabah Faust okudum, yatağa götüreyim, biraz da orada karıştırırım. Gerede'de okumuşum ben bu kitabı, altını çizdiğim yerler şimdi eskinin dalgası. Ne çok şey değişiyor; yerler, eşyalar, zaman, her şey, her şey. En önemlisi de alışkanlıklar, tüm alışkanlıklar zamanla dağılıyor ya da güçleniyor. Ben küçüklüğümden beri alıştığım şeylere tutunurum, tüm cesaretimi, yaşam sevincimi onlardan alırım. Oysa alışkanlık da beslenmek istiyor. Neyle beslersen besle, hangi adı verirsen ver; sevgi, gönül, tanrı!

Dianne Reeves'i çok severim, hastasıyım. Onun sesi bana göre, şefkatli, gülümseyen, anlayışlı bir kadın sesidir, ısıtır. Güneş ne büyük tanrım, şaşıyorum bazen; başka başka suretlerde gelip karşıma oturuyor. Bu sıcaklıkla sonsuza kadar uyuyabilirim. Siz de dinlesenize bu sabah Dianne'i, şarkı aralarında kulağınıza "i love you, darling", diye fısıldadığını duyacaksınız;)

p.s.: Yukarıya üç parçasını koydum Dianne'in, siz şuradan diğer harika şarkılarını da dinleyebilirsiniz.

Çarşamba, Eylül 07, 2011

şarkılı türkülü günlerden...


Elden ne gelir? Yaşamamız gerekiyor! Yaşayacağız Vanya Dayı! Biz, daha ne çok uzun günler, geceler göreceğiz; alnımıza yazılan çilemizi sabırla çekeceğiz; şimdi de, ihtiyarladığımız zaman da başkaları için didineceğiz, hiç durmayacağız; vaktimiz gelince, sessizce öleceğiz ve mezarımızda, öbür dünyada, biz çile çektik, gözyaşı döktük, acı günler yaşadık diyeceğiz; o zaman tanrı bize acıyacak, seninle ben dayıcığım, sevgili dayıcığım, daha aydınlık, daha hoş, rahat, güzel günler göreceğiz. Mutlu olacağız.... Şimdiki sıkıntılı günlerimizi gönül rahatlığı içinde hatırlayıp gülümseyeceğiz ve biz dinleneceğiz. Buna inanıyorum dayıcığım ben, büyük bir coşkuyla, sonsuz bir sevgiyle hem de...
Biz dinleneceğiz!

Vanya Dayı/a. Çehov

Ben Vanya Dayı oyununu severim. Çehov'u zaten severim, ince, sessiz, rüzgârlıdır sözcükleri. Yine de şiddetli değildir esintisi, saçınız başınız dağılmaz, okuyup güzelce uyursunuz. Geçen nöbette böyle dedim; hastalar neredeyse ("handiyse" yazıp sildim, ağır geldi o sözcük, ki kullanırım ben onu allahallah ne tuhaf işler bu işler!) koşarak geliyorlardı servise, aman yavaş dedim, saçınız başınız dağılmasın, güldük öyle. Şimdi Çehov için de söyleyince bir tuhaf oldu. Neyse... Bu kadar dertliyim ama gülüp duruyorum kendime. Yukarıdaki alıntıyı yazarken bile güldüm, ne saçma bir klasiğe gülünür mü hiç?;p Olympos'ta (biraz daha dayanın, azalarak bitecektir tatil anılarım) Serap'la bir türkü takıldı dilimize. Bir o söylüyor bir ben; tanrıdan dileğim..... (buralar kayıp) bir kara kaşın bir kara gözün değer dünya malına vs. vs. Sözlerini de bilmiyoruz tam, yarım yamalak bir heyecanla başlayıp susuyoruz. Ablam bir havalarda tabii, sesinin güzel olduğunu düşünüyor ya (hah ha tamam kötü değil sesi, bana ne), sözlerini biliyor musun, bana hatırlat söyleyeyim diyor. Vayyy, o söyleyecekmiş. Beteriz dediysek, o kadar da demedik, bizim de bir gururumuz var icabında. Ne oldu peki, Serapcığım gitti ve C. geldi (al birini vur ötekine, bu da müzisyen). Şarkı mı türkü mü her neyse, hâlâ dilimde benim. Yılmıyorum söylemeye çalışıyorum, kıyıda köşede. Banyoya giriyor, başlıyorum; bir kara kaşın..., içeriden yavaş yavaş bir mırıltı geliyor, ton filan verilmiş, havalı bir sesle; değer dünya malına. Yok ya! Ben bilmiyordum sanki;p

Postaneye gidip geleyim, dönünce size kendi sesimden bir kayıt... Hah ha, şaka şaka korkmayın, henüz o derece zalim değilim. Hem tanrı zalimleri sevmez;)

(Bu güzel yazının aynı güzellikte bir fotosu olmalıydı elbet;p Burada Justine'i sefahat günlerinde görüyorsunuz. Yazık o da bilmiyordu tabii, kötü haberlerin dönüşünü beklediğini. Yoksa böyle sırıtır mıydı yahu!? A, postane kapanacak, kaçtım ben.)
----------------------------
p.s.: Ben aslında sıvılarla (vücut sıvıları) ilgili bir şey yazmaya oturmuştum buraya. Hastaların, sağlıklı insanların ve aslında katı ile sıvının farkını düşünüyordum. Hay allah, neye niyet neye kısmet. Ne yapalım, oldu bir kere.

boş





Nasıl oturulur, kitabını yazarım. Öyle çok yapacak iş var ki, düşünmek bile yoruyor. Şöyle yapsam diyorum, kafamda bir yere oturtuyorum, olmuyor. Kendimi oyalıyorum farkındayım. Sorunlarımı içkiyle anlatsam rakı, müzikle anlatsam arabesk olurdu sanırım, bugün böyle zırvalıklar da düşündüm, hiç gülemedim ama kendime. Çözülse birden her şey... Ah, keşke Ayasofya'da milletin elini soktuğu yere ben de gidip dilek dileseydim. Dilemediğim gibi bir de espri yapmıştım, komiğim ya. A, bir de ertesi gün bir haber görmüştüm gazetede (ya da göstermişlerdi, hatırlayamadım şimdi) Ayasofya'da uğurlu direğe parmağını sokan adamın dileği kabul oldu diye. Komedi! 


Olsun, hızla geçelim.

Şu müzikleri aradım buldum bugün. Ben Azeri müziğini bilmem, pek sevmem de, fakat daha önce bahsettiğim gruptaki keman çalan çocuk Azeri imiş. İdare eder müzikler, yok ya fazla idare etmez, "eh işte" belki. Bana göre benim dinlediğim grubun (bkz; serbest radikaller) müziği daha iyiydi ve orada bu çocuğun çaldığı keman daha etkili geliyordu kulağıma. Her neyse, ben o gece; "bu çocuk kesin Roman, fıstık gibi çalıyor işte", demiştim C.'ye. O beğenmemişti "elbette", daha önce de yazmıştım sevmediğini, Roman olduğuna da katılmamıştı. Ben bildim sayıyorum yine de, Roman olmasa bile Azeri çıktı, yabancı kontenjanından bildim kısaca;p

Aşağıya grubun öylesine birkaç parçasını koyayım, bir de onları dinleyin bakalım. 

(boş işler sorumlusu Justine evindeki koltuktan bildirdi; küçümsemeyin sakın, o koltuk ki, Justine'in en yakın arkadaşıdır bugüne bugün)






p.s.: Yukarıda üstünü çizdiğim espri, nasıl kötü nasıl kötü, biliyorum, olsun çizgi hoşuma gitti kaldı öyle;)

Pazar, Eylül 04, 2011

daha daha nasılız?

(Olympos'a varmadan Antalya kavşağında. Aklınızda olsun orada gözleme yemeyin sakın, hayatımda yediğim en kötü gözlemeyi yaptılar çünkü, tatsız, tuzsuz, yağsız, kupkuru! Ayran içmeyi unutmayın ama, çok çok çok iyiydi. Ne garip, hayatta bir şey iyi olursa bir şey illaki kötü oluyor, valla öyle gülmeyin. Seinfeld'de bir bölüm vardı; Jerry, ne garip, hayatımda ne zaman bir şeyi kaybetsem hemen arkasından başka bir şey gelip daireyi tamamlıyor gibi bir laf ediyordu. Doğa boşluk kabul etmiyor geyiği, güzel bölümdü. )


"...
Yabancı gibisin miyop gözlerin kısık
Bana ait ne varsa hepsi seni korkutuyor
Sana ait ne varsa hiçbiri benim değil
Belki ölmek hakkımı kullanıyorum
Belki gelmem gelemem 5 dakika bekle git

..."

                                gece buluşması/a. İlhan

---------------------------
Kötü.

Bu şiiri severim. Konu bu değildi tabii, Olympos'ta aklıma durup durup bu şiirden yapılan şarkı geldi. Şiirden şarkı yapmak, ne fantastikmiş, bir de bir şeyi kırpıp kırpıp yıldız yapıyorlardı ama bulamam şimdi. Fena hallerdeyim. Buraya yazıp biraz olsun rutine dönmeyi umuyorum, bakalım.

 

Yukarıya koyduğum şarkıyı da dinledim Olympos'ta, sanırım barda çalmıştı. Yoksa ben müzik filan dinlemedim bu tatilde. Düz dümdüz yattım, oturdum. Bir tek kitap okumaya tahammülüm vardı, o kadar. Creedence Clearwater Revival sevdiğim bir grup, bira içip, oturduğum yerde sallanarak (şaman Justine!) onları dinlemek hoşuma gidiyor. A, bira demişken, Şok marketleri içki satmıyor artık. Haberiniz yoksa benden duyun, öyleymiş işte. El değiştirdiğini duymuştum zaten, bugün gözümle de gördüm, oh mis gibi oldu. Artık içki almaya 10 km. ötedeki Tansaş'a filan giderim. Çok yakındaydı Şok, hemen evin yanında yazık oldu bana, neyse. Hmmm, sonra sonra, tamam içkiyi satan (ya da satmayan) C. değil biliyorum ama onunla da tartıştım bu sabah. Hatalı olabilirim, olmayabilirim de, bana bugünlerde bulaşmasın kimse, burnumdan soluyorum gerçekten. 

Olympos ile ilgili ne diyebilirim ki, güzel, kötü, sıkıcı, değil, tatil yeri sonuçta, ben mutlu oldum orada, size de tavsiye ederim. Çoook uzun bir tatildi benimki, neredeyse kırk gün kırk gece sürdü. Şaka değil, yemin ederim öyle;p İstanbul kısmı da Olympos günleri de harikaydı, demek ki kötü haberler dönüşümü bekliyormuş. Amaaaaaan, neyse ne, geçer gider. Ben madde madde, düşünüp, sizin için biriktirdiklerimi yazayım yine. Başlayalım bakalım;

--------------------


-Biraz önce demiştim, Olympos'ta, kulaklık filan takarak müzik dinlemek istemedim fakat Bayram'ın Yeri'nde çok fazla müzik dinledim. (Kulaklarımı kapatıp dolaşıyormuşum, ne salak bir cümleydi, pardon.) Sıkı parçalar çalıyor barı, aferin onlara. 


-İtalyanlar sevimli ama biraz şapşikler tarihe not düşülsün. 


-Kırk yaşını geçip hâlâ bana, ben kurgu sevmem diyorlar ya, yemişim sizin sevip sevmeme durumlarınızı, bir rahat olun ya! Bir kitaptan bahsediyorsun, öylesine bir sohbet (ben yeni tanıdığım insanla konuşurken yorulurum), anlatabilirsin, ben okumam nasıl olsa diyor karşındaki. Yuh yani, ne anlatacağım ben sana kitabı, git al klasiklerin özeti filan çıkmış, oku öğren.

- Erica Jong'un Uçuş Korkusu romanını okumaya Bodrum'dan dönünce ara vermiştim. Olympos'ta bitti, zaten demiştim ya çok akıcı, basit bir kitap. Özellikle plajda okumalıyım bu kitabı demiş, onun için bekletmiştim, iyi oldu. Çoğu dediğine katılmadım kadının, hatta kitaptaki karakterin yaptığı her hareketi eleştirdim ama haklı olduğu yerler de vardı tabii. 

- Erica kurgu okumayanlara beş basar.

- Olympos'ta gidilecek tek doğru dürüst yer, Bayram's (hah ha, böyle söyleyince kendimi salak gibi hissediyorum, Bayram's, Kadir's, Şaban's!;p). Çardaklarının konumu, müzikleri, portakal ağaçlarının arasındaki evler, diğer yerler onun yanında çay bahçesi gibi kalıyor.

-Orange Bar'ın üstünü kapatmışlar, kötü olmuş. Zaten disko tarzı yerleri sevmem. Sadece bira içip, dans edenleri seyrederken dağları izlemeye bayılıyordum. Öyle güzeldi ki oradan dağların görüntüsü. Müthiş bir klostrofobi ama etkileyici. Gitmiş, bitmiş artık, hepimize geçmiş olsun.

-Öküz Bar, yine kötü hep kötü. Orası eskiden.... Yok yok anlatmayacağım tamam, ama öyle değildi inanın bana;p Orada ayakta sallanırken (Serap tuvaletteydi) bir çocuk elimi tutmaya kalkıştı, ne oluyor dedim, neden olmasın dedi. Hah ha, işe bak, Öküz Bar'da bile felsefe. Kusacağım, o olacak! Olmasın tabii, dedim, kayboldu. Çocuk, Kadir'in bile elini tutabilirdi o kafayla, benim suçum yok. İçki tüm kötülüklerin anasıdır, sarhoştu yazık. Bravo, Şok'u alanlara, akıllı adamlar. Cennette yerleri hazır, misss.

-Eski Yeni diye bir bar açılmış, baya baya ötede. Kadir'in Yeri'nin de gerisinde. Servisle alıp götürüyorlar gitmek isteyenleri. Gittik gördük. Serap'la az kalıp dönmüştük, program bitti diye meğer araymış. Bir saat ara! Sonra C. gelince yine gittim. Serbest Radikaller diye bir grup (isim çok kötü, biliyorum) çalıyordu. Çok eğlendim, sevdim ben. Biraz dans ettim, C. gülerek beni izledi. Komik miydim acaba, bak içime şüphe düştü şimdi;p Neyse, keman çalan çocuğu özellikle çok beğendim, çok küçük gösteriyor çocuk ama boyundan büyük işler yaptı sahnede, hiç durmadı. Tabii geçmişte keman çalmışlığım var ya uyduruk bir şekilde, içimde kalmış sanırım. Ah ah;)

-Denizi artık çok pis Olympos'un. Onun için kıyıda oyalanmak anlamsız, iyice ilerleyince nefes alıyor insan. Ama C. ile kıyıda oyalandım, yalan yok;p "-Biraz gideyim mi ben canım?", "-Olur canım", "-Hey, ben geldim!" Böyle böyle diyaloglar yaşandı sahilde;)

- Çoook uzun saçları olup, onları bir de at kuyruğu yapan, başka milletlerin insanlarına hayran, termosla dolaşan, çekirdek kabuklarını ağzıyla etrafa atan eşlerine kendi işlerini yaptıran (tamam, kadının salaklığı ama olsun), türkleri araplara benzeten ve aksanlı türkçe konuşan insanları (elbette yine türk bu tipler) sevmiyorum. Vardı Olympos'ta bir numune. Anlatsam hayal bile edemezsiniz gerçekten, onun için böyle ucube bir anlatımla yetinin lütfen.

- Faulkner'a devam ettim Erica bitince. Çok şiirli, müthiş bir dili var, Döşeğimde Ölürken'in. Daha bitmedi ama şimdiden çok sevdim. 


-Tatilde anlaşılacağı gibi çok kitap okuyamadım. Eee, Serap varken çok laf vardı, konuşup durduk. Sonra, oyuncu değişikliği oldu, o gitti C. geldi. Hmmm, yine çok laf vardı diyeyim de, siz anlayın gerisini;p



Bahsettiğim şarkıyı da koydum, şimdi kalkıp yemek yapmalıyım. Yıllar önce okuduğum kitaptan eski bir replik, hep aynı replik dolaşıyor beynimde; hayat zor, korkuyorum!;p