Çarşamba, Kasım 30, 2011

ne çok şey

Der Flötenspieler (The flute player)/Marc Chagall



Uyku gelmeyince gelmiyormuş, gelmedi. Eh, ne yapmalı öyleyse? The Mentalist izlenebilir, izleyelim.  
.....................
Hmmm, yine yok. Anlatayım hadi;
İstanbul'dayım. Hep gezgin derim ya kendime, bu sefer ne gezgin ne de turistim. Bildiğin oturuyorum evde. Sıcak sıcak, mis. Bir tek, blog sayesinde tanıdığım (sanırım ilk yazıştığım kişiydi) Cüneyt'in sergisine gidemediğim için üzüldüm, o kadar. Yoksa evde oturmak hep, her zaman tercihim. Ama bakın hayat nelere gebe!;p Yarın, yok yahu artık bu akşam demeliyim, evet, bu akşam bir programım var, ne güzel;) Bale gösterisine gideceğim. Ben opera sanıyordum, baleymiş. Neden öyle zannettim peki, onu da anlatayım. İzmir'de tüm opera ve bale gösterilerini izledim ben. Zaten evirip çevirip aynı şeyleri sahneleyip duruyorlar. İzlemediğim bir iki temsil kalmıştı, gelmeden onlardan birine gittim. Lied akşamı. Daha önce Lied dinlemiştim Elhamra'da fakat bu sefer farklı aryalar seçilmiş tabii. Güzeldi. Serap'la gitmiştik, biraz geyik yaptık, öyle daha da güzel oldu. Piyanoda Hans Joachim Gallus diye bir sanatçı vardı. Bize biraz özensiz biri gibi geldi beyefendi. Kıyafeti ve tavrıyla Didim'de yazlık alıp, "lütfen" buralarda çalıyormuş havasındaydı. Biz o tahminde bulunduk valla. Şile bezi üst ve pijamayla çıkmıştı sahneye. Hıncal Uluç gibi abuk sabuk konuşmak istemem ama tuhaf görünüyordu. Opera sanatçısı kadın uğraşmıştı en azından, jarse kıyafetiyle göz dolduruyordu;p Hah ha nasıl da sallıyorum;) Olsun, devam edeyim, hoşuma gitti. Sayfa çevirici şık bir penyeyle görüntüyü tamamlamıştı. Serap bir ara kulağıma; "jarse-penye jarse-penye" dedi, niye böyle yaptı bilmiyorum ama ona uymadım, gülmedim sevgili dostlar. Sadece, gözlüğümü takma gafletinde bulundum o lafın üzerine ve keşke takmasaymışım!


Evet, ne diyordum? Hı tamam, işte o temsile bilet alırken ben, Poliş de İzmir'deydi ve başka bir gösteriye hemen hemen aynı zamanlarda bilet alıyormuş. Birbirimizden habersiz sanat aşkıyla tutuşmuşuz sizin anlayacağınız. Kısa keseyim, Poliş beraber gideriz diye düşünüyordu, ve ben uyardığım hâlde ne C.'ye ne de kendi sevgilisine bilet aldı. İkimiz seyredelim olur mu, demişti. Eee, tabii evdeki hesap çarşıya uymadı. Poliş şimdi ancak aynada kendisini seyredebilir desem o bile canım kardeşimin berbat durumunu anlatmaya yetmez. Çok çok yoğun çalışıyor ve gelemeyecek benimle. Opera sanmamın nedeni de bileti onun almış olması. (bu durum ne kadar basit anlatılırdı oysa, bildiğin gevezeyim ben. Millet twitterlarda tek cümlelik hayat özeti veriyor. vay ki ne vay.) 
---------------------------
Bu satırları yazarken Tylol Hot içtim. Boğazım hafif yanıyor, iyi gelir demiştim. İyi gelir mi bilemem ama uykum fena geldi. İlaçlar ne güzel. Uyutuyor, uyandırıyor, iyi ediyor, özetle cennet simülasyonu gibiler, hayranım hepsine;) İyice saçmalamadan kaçmalıyım, ilaç kafa yaptı ne tuhaf. Yarın ola hayrola, devam ederim sanırım. Hiçlikten çok şey kırptım, çok. Aferin bana;)

Çarşamba, Kasım 23, 2011

"güzel anılar gibi hüzünlü..."*

 
Biraz önce gitti Liliş. Çok üzüldüm. Bu sefer kolay olmadı. O hep güler, dalga geçer, oyun oynardı ayrılırken, bu gidişinde çok ağladı. Balkondan bakıyordum, özellikle bırakmak istemedim hava alanına, birkaç gün sonra ben de geleceğim yanına, diye seslendim. Ağlıyormuş ben konuşurken. Hissettim sanırım, hemen üzerime bir şey alıp, aşağıya indim. Öptüm, kokladım, oynadığımız oyunları yazacağım defterime Liliş, sen de yaz tamam mı, dedim. Oyunları hatırlamaya başladı. Onları sayıyordu araba hareket ederken. Çocuk işte, sadece çocuk. Uçakta uyumak istememiş, el sallayacağım, görür mü acaba beni, demiş. Düşünüp duruyorum, büyüyünce nasıl da körleşiyor insan. Hiçbir şeyi görmüyor.

Tamam, yemek yapayım belki sıkıntım dağılır. Şu, yukarıdaki şarkıyı dinlerim, neşeli, güzel, Lily gibi. 
.................................

A, bildiğin acı bu, "çocuklar korkunç, korkunç Allah'ım! Çok güzel bu şiir, içimden okuyup duruyorum yıllardır.

"...
Çocuklar korkunç Allah'ım
Elleri yüzleri saçları
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları..."**

-----------------
*C. Süreya'nın Fotoğraf şiirinden.
**F.H. Dağlarca/Çocuk ve Allah

Pazartesi, Kasım 21, 2011

ah, bir tuhaf hâllerdeyim

(foto şuradan)

 

Çok hüzünlü bir havadaydım, geçti. Yok yahu, hüzün değil de kavuşma arzusu, özlem filan çekiyordum sanırım. Tam bilemedim şimdi, az sonra bir filme başlayacağım kafam orada, o yüzden karıştırıyorum. İsimlendiremediğim o tuhaf havanın nasıl dağıldığını söyleyeceğim tabii, ama önce günün haberlerini vereyim; sabah erkenden kalktım ve kahvaltı bile yapmadan Liliş'i tiyatroya götürdüm. O, annesiyle oyunu (Şirinler Aramızda, oyunun adı. fantastik bir şey elbette;)) izledi, ben sonuna yetiştim. Tüm çocuklar oyuncularla fotoğraf çektiriyorlardı salona girdiğimde. Lily ise ruhsuz ve donuk bakışlarla koltuğunda oturuyordu. Oyun nasıldı Lilişka beğendin mi, dedim, beğenmedim, dedi. Fotoğraf çektirsene uykucu Şirin'le, çok tatlı değil mi, dedim, yok dedi. Vayy dedim içimden, nihilizm bebeklerin ruhunu bile ele geçirmiş! Sonra Şirine ile fotoğraf çektirdi de tiyatro olayını biraz tebessümle atlatabildik. Alışveriş kısmı sıkıcıydı, sadece bir jean ve çanta alabildim. Kitap almayacaktım sözde, ama öyle boş boş bakınırken bir kitaba fena daldım, iki sayfa okudum ve aklımdaki başka bir kitapla birlikte kasaya gidiverdim. Şimdi isimlerini yazmayayım hediye çünkü, fakat takıldığım kitabı daha sonra mutlaka söylemeliyim, çok ilginç ve eğlenceli bana kalırsa, siz de okuyun isterim. 
İşte şimdi geldik yazının en eğlenceli kısmına. Yazmaya iki saat önce başlayıp şimdi hâlâ yazıyor olmamın nedeni bir bira ve Serap. Çok konuştuk, çok güldük. Bir bira az değil aslında, yanında güzel bir sohbetle iyi kafa yapıyor aklınızda olsun;) Aşağıdaki videoyu bu akşam Serap gösterdi bana, birilerinin kafası daha iyiymiş, seyredince anladım. Baksanıza bir;


Bu nasıl bir tatmin, videonun sonunda kadının yaşadığı durum nasıl bir varoluş, bir bilebilsem rahatlayacağım inanın. Hadi, hepiniz öpüldünüz, bu gösteri sayesinde çok keyifliyim ondan;)
-------------------
p.s.: Yazının fotoğrafı ve müzik hiç olmadı bu havaya, biliyorum. Böyle başlamamıştı tabii gece, olaylar birbirini kovaladı diyelim biz, pardon;p

Salı, Kasım 15, 2011

lilişka, polişka; soğuk ama güneşli ev


Lily ve Poliş yanımda, bu cümlenin anlamı, evin içine ışık giriyor demek. Bu sabah erkenden odama geldi Lily; sanırım doktora gitmem gerek, boğazlarım ağrıyor, dedi. Ondan sonra uyku yalan oldu tabii. Lily hep ama hep hastalanıyor, devamlı. Bir ay iyiyse, diğer ay kesin hasta. Nasıl bir bağışıklık sistemi var anlamadık, tam anlamıyla saçmalık. Güzel kalpli, canım Lily. Çok seviyorum onu. Yakında gidecekler, fena alıştım seslerine, benim için kötü olacak. Poliş de gidiyor Perşembe günü. Onlar varken unutuyordum her şeyi, benim de bir yerlere gitmem gerek, hemen hemen!

Her akşam film seyrediyoruz, Serap, Polişka ve ben. Çoğu kötü çıkıyor tabii, kavun değil ki koklayasın olayı. Güzel olacağı, yönetmeninden, oyuncusundan, şuyundan buyundan kesin belli filmleri ise yine bekletiyoruz, bu da zor zamanlar vs. vs. durumu. Dün gece Sleeping Beauty' yi seyrettik, kötüydü. Ondan önce bir diziye başlamıştık. Korku dizisi olur mu sizce? Olmuş, onu da yapmışlar, evet. American Horror Story tüm korku klişelerini kullanan, hareketli kamera çekimleriyle ilginç bir dizi. Ben bir bölüm seyrettim, eğlendim izlerken. The Shining değil elbette, yine de korku filmi severler için bulunmaz nimet. Den brysomme mannen, aklımdaydı uzun süredir, seyredememiştim bir türlü. İki üç gün önce o da çıktı aradan. Güzel bir konuyu, tüketim toplumu eleştirisini oldukça basit işlemiş bir film, iyi belki ama çok iyi değil. Ben basit buldum anlatımını, sevmedim. 

Ve bu yazıyı yolladığım gibi hemen herkesin seyrettiği, ilginçtir; entelektüel veya değil, (akıllı-aptal, komik-sıkıcı, şıkları arttırabiliriz Hıncal Uluç geliyor aklıma;p) yine hemen herkesin beğendiği, Allen'ın Midnight in Paris filmini izleyeceğiz, çok umutluyum çok. Ben Woody Allen'ın filmlerini severim, bakalım nasılmış?

Böyle işte; filmler, hastalıklar, soğuk hava(!), nöbet ve oyunlarla geçiyor hayat. Geçsin, ne var yani, bundan ötesi Şam'da kayısı!;)

Çarşamba, Kasım 09, 2011

"yanan mumları parlak tut"*


"
I don't believe in an interventionist God
But I know, darling, that you do
But if I did I would kneel down and ask Him
Not to intervene when it came to you
Not to touch a hair on your head
To leave you as you are
And if He felt He had to direct you
Then direct you into my arms
..."

Nasıl bir tanrı isterdim? Dün tüm gece bunu düşündüm. Passive'in yazısını okudum, ellerim eski kitaplara gitti, İvan'a, Lao Tzu'ya, hayaletlere. Biraz içtim, sabah olduğunda kimse kalmamıştı kalbimde, aklımın kapı arkalarında hayaletler. Ne çok hayalet. Gerçeğe ihanet edemem ben, diyen İvan'ın zavallılığına güldüm yatağa girerken, gerçek "hakikat" değildir sevgilim, sen biliyorsun. Ben bunu herkese söylemeliyim. Bir öykü anlatayım; çok çok eskiden uzak topraklarda (mucizeler uzaklarda olmalı) Balaam diye bir adam yaşarmış, bir aziz, ermiş. Moav kralı (işte onu iyi bilirsiniz; lanetlenmiş iki kabileden biri. moav ve ammon. babasıyla yatan kızların soyu, lut kavmi), Balaam'a bir ricada bulunur; İsrail halkını lanetle. Balaam geceyi benimle geçirin, der kralın isteğini ileten adamlara, tanrıya soracağım. Sorulan tanrı, kaderini belirleyen, üstelik iradene güvenen tanrı. Mutluluk için yüksek pahalar biçen tanrı. Tümüyle paradoks. Din de, hayat da, zavallı sen de öylesin. Masalı dağıtmayalım, tanrı yüksek perdeden cevap verir; Sakın! "Onlarla gitme! Lanet okuma, onlar kutsanmıştır" Tekrar ricalar ve tekrar tanrıya sormalar sonunda tanrı "kendi dediğinin yapılması karşılığında" izin verir. Balaam yola çıkar, eşeğinin sırtında. 
 

(Balaam and the Ass/Rembrandt van Rijn)

Tanrı meleğini Balaam ve arkasındakilerin karşısına çıkarır, ama meleği yalnız zavallı hayvan görecektir.

"...
And I don't believe in the existence of angels
But looking at you I wonder if that's true
..." 
Önüne çıkan meleği görünce hayvan yoldan çıkar, tarlaya sapar. Balaam eşeği döver, yeniden yola koyulurlar. Tekrar melek görünür, çaresiz hayvan kendisini zorlayan Balaam'ın ayağını ezer. (Öcü alınmamış acılar**.) Sana ne yaptım, diye sorar eşek, bana neden vuruyorsun? Sözümü dinlemiyorsun, ben senin sahibin değil miyim, der yaşlı, inanmış Balaam. Hep bildiğin, ve hep bindiğin eşek değil miyim diye cevap verir, akıllı hayvan, daha önce sana hiç böyle davrandım mı, diye sorar. Hayır, der Balaam, tanrı o zaman gözlerini açar. Özürler ve af dilemeler. Balaam bağışlanır, tanrı bir kavme meleğiyle sarılır. Bu çok çok eski bir hikâyedir.
Hepimiz bir cennet yaratmaya çalışıyoruz, kimin ayağına bastığımıza dikkat etmeden, nasıl koktuğumuzu görmeden. Yol da nasıl karanlık ve soğuk, kim bizi suçlayabilir? O yazıyı okuduğumdan beri uzun süredir gökten bir haber gelmediğini düşünüyorum, bahsettiğim yollar çok bulanık. 
 ----------------------
Buraya taşınmadan önce oturduğum apartmanda merhabalaştığım, tanımadığım ama bildiğim bir adam vardı, benim yaşlarımda. Dün haberini aldım, ölmüş. İki yıl önce bir "yanlışlıkla" çok zayıfladığını hatırladım, sonra kibar eşini, iki çocuğunu. Ben haberi öğrenmiş, şaşırmıştım, balkondan sokağı seyrediyordum, o sakin sakin evine yürüyordu. Dün duydum ki ölmüş. Hayat böyle böyle geçiyor işte.
---------------
 *Yazıya koyduğum şarkıdan.
**İvan'ın bir cümlesi.

Perşembe, Kasım 03, 2011

kısa iyidir

Kısa film demişken, hazır Poliş de kısa filmlerle ilgili bir link vermişken hepsi birer dakikalık bu kısa filmleri seyretmeli. Bu sabah nöbetten geldim, uyudum, kahvaltı, kahve keyfi filan derken aşağıdaki kısa filmleri seyretmeye başladım. Bazıları müthiş, çok etkili, zekice. Loop bu senenin birincisi, bayıldım ben. At The Opera çok sevimli ve komik. Kısa film zor iş, hele bir dakikada insanlara bir şeyler anlatmak ve etkili olmaya çalışmak daha da zor. Kısa filmle ilgilenenleri çok cesur buluyorum ve zehir gibi zeki elbette.

Aşağıya beğendiğim birkaç tanesini koydum, hepsini izlemek isteyen şuraya buyursun. 





Çarşamba, Kasım 02, 2011

mükemmel insan


"...
Ne düşünüyor?

Ne düşünüyor?

Mükemmel insan içinde bulunduğu odayı mı düşünüyor?

Yiyeceği yemeği mi?

Mutluluğu mu?

Aşkı mı?

Ölümü mü?

Mükemmel insanın düşündüğü nedir?

Ona bakın.

Ne düşünüyor?
..."
                                                                               Mükemmel İnsan/Det perfekte menneske
Bu kısa filmi çok seviyorum. İlk seyrettiğimde çok şaşırmıştım, altı-yedi yıl kadar önce. Onlarca lafın arasında, onlarca işin, bu gece tekrar seyrettim. Bir daha hayran kaldım. Küçük bir mektup, kısa bir film, kalpte büyük bir yük. Bugünün özeti bu. Yarın erken kalkmalıyım, bugün geçsin, yarın da, belki bir gün daha, bu muhteşem kısa film hakkında yazarım belki bir şeyler. Yazınca ellerimle istediğim yere dokunabilirmişim gibi geliyor. Sözle hiçbir şeye dokunamıyorsun, yazı yokluyor, tartıyor, şekil veriyor, fazlalığını alıyor, aslında olmayanı koyuyor, yazı derin bir nefes. 

İnsan uyumak ister, insan nasıl da akıllı. Uyumalı hemen.