Pazartesi, Aralık 31, 2012

yıl sonu çiçekleri; zambaklar, güller karanfiller

Carnation, Lily, Lily, Rose / John Singer Sargent (resmin orijinali için bkz; Tate Britain)

yeni yıl by justine on Grooveshark 

Birkaç gün sonra tatilim bitiyor, evden ayrılırken bedenimden bir şey kopuyor gibi hisseden ben, bulunduğum yerin şeklini alan vücudumu ısındığı yerden toplamak, çıkarmak için zorlanıyorum. Şimdi buralar sıcak, karlar, yağmurlar, şiddetli rüzgârların sonunda yüzünü gösteren güneşin sakin ve uzak hâli kadar sıcak. "Bana bak ve yaşamaya devam et!"; sarı, heybetli güneş, denizin insanlarına böyle yol gösterirmiş, öyleyse biz neden bundan nasiplenmeyelim? Son günlerde, sıkıcı bir durum yüzünden iktisatla fazla haşır neşir oldum, bir ara o durumu da anlatırım, fakat şimdi diyeceğim başka bir şey, iktisat çalışırken fayda teorisi ve hayatından hep bir şeyleri elemek aklımda takıldı kaldı. Fırsat maliyetini hepiniz bilirsiniz, işte hayatımızın fırsat maliyetlerini hesaplamakla geçtiğini anladım en sonunda. Bu yılın bana kazandırdığı tek şey budur, hayırlı olsun;p 

Cuma gecesi Life of P.'yi izlemeye gittik C. ile. Ang Lee sevdiğim bir yönetmen, bazı filmlerine bayılmasam da onun hayata bakışını izlemeyi seviyorum. Life of Pi filmi gayet hoştu, açık denizde çocuğun kaplanla (kitabı okuyanlar richard parker yazmadığım için kızabilirler. evet o muhteşem Bengal kaplanının bir adı var; richard parker) mücadelesi ve dostluğunu (belki yol arkadaşlığı demeliyim?), izlemek keyifliydi. Ben, kulağımda Blake'in dizeleri, "Tiger! Tiger! burning bright / In the forests of the night...", gözlerim ekranda, heyecanla izledim filmi, size de tavsiyem olsun. 

Şimdi çıkmalıyım, C. işten geldi, hazırlansın Seraplar'a gideceğiz. Bu gece Lilişka, ablam, Deyvo, Poliş ve sevgilimle beraberim. Hepiniz için güzel bir yıl diliyorum, yeni yıl, eski yıl hepsi birbirine karışsın, hiç önemli değil, tüm hayatınız mutlu ve keyifli geçsin. Bunu umalım en azından.

Blake'in dizeleri kapanış, yok hayır, bana kalırsa her zaman için muhteşemdir, öyle bitirelim. Çok, çok seviyorum bu şiiri;

"Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?

Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?

Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?

Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?"

 
William Blake (çeviri: Selahattin Özpalabıyıklar)

Cuma, Aralık 21, 2012

bellek defterine bir çizik daha; notumuz 36


"...
Kışa alışkın kar, soluğun sonsuz!
belleğine büyük güvenimiz var!
..."

                                                             kar erimedi / t. Uyar

 

Çiçek ve müzik odayı güzelleştirir. Böyle biliyorum ben, buna inanıyorum, ya siz? Fotoğrafta görünen C.'nin salonu, ev çok küçük olunca salon da her yerden görünüyor tabii, yatak odası, mutfak, banyo, kadraja da gayet rahat sığıyor haliyle;p İki günlüğüne ablama gitmiştim, bugün döndüm, İstanbul tatillerimde C.'nin yanında kalıyorum, özetle manzaram bu.

Hadi geçelim bunları, doğum günü yazısı basit, sade ve kısacık olsun. Bugün çok, çok uzun bir yolculuk yaptım, İstanbul'a kar yağdı, ben seyrettim. Güzeldi. Hazırlıksız gitmişim, berem sevgilimin evinde kalmıştı eve gelene kadar kardan adam oldum, ama hava mis gibiydi, nefesimi rahatlatan, taze ve canlılık veren bir soğukluk. I ıh, şimdi trafikten filan bahsetmeyeceğim hiç, sıkıcı konular yok bu gece, kendime söz;)

Kişisel tarihime bir not olsun bu yazı, buraya yazmaya ekim 2010'da başlamışım. 2010 benim için önemli bir yıldı, hayatımda çoğu şey değişti, iyi ya da kötü bir şeyler oldu, o zaman ilk doğum günü yazımı yazmış, ertesi yıl devam etmişim bu çizik atma alışkanlığına. Bu yıl da geleneği bozmayayım istedim. Böyleyken böyle, otuz altı -yazıyla!- bakalım bana neler neler getirecek ya da elimden neleri alıp gidecek? Tuhaf bir belirsizlik şu gelecek denen şey. Neyse.

Hayır, bitirmeden şunu eklemeliyim; sıcak yatak, güzel uyku gitmesin yeter, eh bazen ufacık şeyler büyük mutluluk vadeder. Şimdi ısınayım öyleyse, hadi bakalım;p

Pazar, Aralık 02, 2012

kendine ne sorardın?

  
İzlediğim film biteli iki saat kadar oluyor, belki daha fazla. Her neyse işte, şehri seyrettim biraz, değişik hiçbir şey yok. Yaklaşan bir felaketin ayak sesi, uğursuz bir işaret, ya da yarının daha güneşli, güzel olacağını gösteren bir yıldız. Olumlu ya da olumsuz hiçbir şey yok, şehir yerinde duruyor. Gecenin nöbetçilerinin gözlerinin ve beyninin yaratacaklarının insafında, bilmediğimiz bir şeylerin tam kıyısında. Şehrin -varsa eğer- kıpırtısı, uykusuzlara işlemiyor. 

Filmi anlatmayacağım; sadece sonunu ve bir iki klişeyi sevmediğimi yine de oldukça naif, güzel, etkileyici bulduğumu söylesem yeter. Bir sahneden bahsetmek istiyorum sadece, filmdeki genç kız (ana karakter), geçmişte yaşanan talihsiz bir olay yüzünden tanıştığı ve onun üzerinden arınma  yaşamak istediği adama (bir müzisyen) kısa  sohbetlerinde uzaya giden ilk insanın hikâyesini anlatır, hikâye hemen hemen şöyle; Rus kozmonot büyük bir mekikle uzaya çıkmış. Uzayın çok ama çok küçük bir alanını kaplayan aracının, küçücük bir bölümünde yaşıyormuş. Kozmonot aracındayken portal penceresinden dışarıyı seyreder, dünyanın kavislerini görürmüş. İlk defa gören, gezegene dışarıdan bakan ilk insan oymuş. O bakışla kendisini kaybetmiş, sonra birdenbire gösterge panelinden tuhaf, nereden geldiği belirsiz bir tıklama sesi duymuş. Tık tık tık... Kontrol panelini sökmüş, aletlerini çıkarıp sesin kaynağını bulmaya ve rahatsız edici sesi durdurmaya çalışmış. Ne yazık ki bulamamış, ses aynı şiddet ve senkronda tınlamaya devam etmiş. Tık, tık, tık, tık... (hepimiz biliriz, kız da adama -masaya vurup, tok sesi çıkararak- bildiğimiz şeyi söyler; "birkaç saat bu şekilde devam edince işkence ediliyormuş gibi olur.") Sesle uzayda günlerini geçirmeye başlamış kozmonot, o da biliyormuş gerçeği, bu küçük ama çok rahatsız edici ses onu delirtecekmiş. (kız adama sorar; "ne yapabilirsin ki? yukarıda, uzayda, bir başına... bir uzay odasında.") Kozmonot, kalan günlerini bu sesle geçirmek zorundaymış, sonra aklını korumanın tek yolunun bu sese aşık olmak olduğuna karar vermiş. Gözlerini kapatmış, hayallerine dalmış, bir zaman sonra, gözlerini açınca artık tıklama sesini duymadığını fark etmiş. Müzik varmış kafasının içinde. Ve kalan zamanını uzayda, o kocaman boşlukta, huzur içinde yüzerek geçirmiş.

Filmin adı Another Earth, çoğunuzun duyduğuna eminim. Benim kadar sevecek misiniz bilemem, ama ben sadece, şu yukarıda anlatmaya çalıştığım sahne için bile izlerdim bu filmi. Çok önceden, yine bu blog yazılarından birinde, Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli kitabının kahramanı Zebercet için, hayatta kendisine bir olanak aramış, ama sonuncusunu, kendisini yok edeni yaşamak zorunda kalmıştı, demiştim. Bu filmde de aklıma hep başka bir olanak fikrine sarılmak, öyle yaşamaya çalışmak düşüncesi geldi. Kitap ve film apayrı şeylerden söz ediyor, teğet bile geçmezler birbirlerini belki, yine de en büyük lanet olan yalnızlığımızın altını çizmesi bakımından ikisini benzettim ben. İnsanın en büyük trajedisinin, elindeki tüm olanaklarının tükenmesi ve bir seçenek daha ihtimaline, başka bir dünya olasılığına umutsuzca sarılması olduğuna inanıyorum. Filmi seyredin lütfen, buraya da koyduğum muhteşem müziklerini dinleyin (özellikle 12. parça, The Cosmonaut harika), kızın diğer gezegene çılgınca bir istekle gitmek istemesinin nedenini bir de siz düşünün. Adamın ona; orada ne olduğunu bilmiyorsun, neden, diye soruşunu, kızın, bu yüzden gitmek istiyorum zaten, diye cevaplayışını duyun. Yine müzisyen adamın kıza tuhaf bir aletle, yaptığı olağanüstü müziği hissedin. Hatta filmde kızın yaptığı gibi yapın, gözlerinizi kapatıp öyle dinleyin. Tozların uçuşunu görün, bir de eğer cesaret edebilirseniz, uzayda bir yerde kendinizle karşılaşsanız, kendinize soracağınız ilk soru ne olurdu, onu düşünün. O kırık aynada ne görmek isterdiniz? Başka ihtimaller, gizemler; acaba neyi değiştirirdiniz?

Ne sorardınız sahi? 
---------------------

Günaydın. Sabaha karşı anlatmaya çalıştığım film sahnesi, Rus kozmonotun hikâyesi varmış nette, biraz önce gördüm. Youtube videosu aşağıda, belki filmden önce izlemek isteyen olur. Hatta, burayı okuyan herkes izlesin bence, hayran kaldığım  "The Cosmonaut" şarkısının filmde kullanılışını görürsünüz hem. Ben şimdi kahvaltı yapmalıyım, çaya ihtiyacım var, acilen.
 

Cuma, Kasım 30, 2012

dayanak noktası


 
Dışarıda, yarı karanlık ormanın üstüne yağmur yağıyor. Gök gürlüyor. Saat yedi, yılın en uzun günlerinden biri, ama masamdaki lambayı yakmak zorunda kaldım: Alçak, karanlık bulutlar, orman, gök gürlemeleri ve şimşekler... Göremediğim dalgalı denizin üzerindeki bir vapurun düdüğü: Yazmak için bir "romantizm" gerekiyorsa (pek az belki) benim istediğimden fazlası var. Belki de bu yüzden ilk cümleyi yazamıyorum. 

öteki renkler/o. Pamuk

Bugün yağmur şaşkınlığıyla güldürdü beni; "ne haber, tek şaşkın ben değilmişim, bak kaldın öyle", derken ben, o bir hevesle hızlandı, ama ı ıh devam edemedi. Gece şehrin sessizliğinden cesaret alıp başlayacak sanırım, ne yalan söyleyeyim, öyle olsun istiyorum.
Gece, bu masaya benzer şeyin (şifonyer?) yanında uykuya dalıyorum. İki gecedir çok zor geliyor uyku, sonra duvarlar duvarlar. Eşyalarla olan ilişkimi söylemiştim, otelde yaşarken hiçbir eşyaya bağlanmayacağım diye sayıklayıp duruyordum, hâlâ da bağlılığım yok, ama eşya bir dayanak, tutunma noktası, bunu biliyorum. Gülerken, yamuk duran bir objeyi düzelten, ağlarken duvardaki bir lekeye takılan bizler için, biz bir şeylere tutunmaya çalışanlar için, hiç olmazsa bu akşam müziğimiz yukarıdaki müzik olsun, yazarımız Orhan Pamuk. Hepsinden önemlisi iyi bir gece olsun, dayanağa ihtiyacı olmayan, rüyalı, renkli, boşluğunu varlığımızdan alan. Benimkisi uzun olacak orası kesin, hepinize iyi geceler.

Çarşamba, Kasım 28, 2012

iyi



"Kendimde, herhangi birindeki kadar kötülük olduğunu fark ediyorum, ama eylemden -bütün kusurların anasından- tiksindiğimden, hiç kimse için acı nedeni değilim. Zararsız ve tokgözlü olduğum, ötekilere meydan okuyacak enerji ve patavatsızlıkta da olmadığım için, dünyayı bulduğum halde bırakıyorum. Öç almak, her an uyanık olmayı ve sistemli bir zihni, pahalıya mal olan bir devamlılığı gerektirir; oysa bağışlamanın ve horgörünün ilgisizliği, saatleri hoş bir şekilde boş kılar. Bütün ahlâklar iyilik için birer tehlikedir; iyiliği yalnızca ihmal kurtarır. Avanağın ağırkanlılığını ve meleğin ihtirassızlığını tercih ederek kendimi fiillerin dışına çıkardım; iyilik de hayatla bağdaşmadığından, iyi olmak için kendimi ayrıştırdım." 

iyilik teorisi - Çürümenin Kitabı/e. m. Cioran   

Ani bir kararla dışarı çıkan biri, postanedeki sırayı fazla bulup beklemekten vazgeçen ve hiç aklında yokken balık almaya karar veren biri. O şaşkın biri, balık tezgahına yanaşır, çipuralar güzel görünür gözüne, rokalar çok yeşil. Fırında çipura ve roka salatası iyi olur, der. Çiçekçinin önünden geçer, çiçekler ne güzel, ama mevsimi değil sanki, pahalı bulur, almamak daha iyi. Yavaş yavaş yürümeli, hava sisli ama iyi; sakinliği öneren, yatıştırıcı bir etkisi var. Marketteki kız çok küçük, devamlı abla diye konuşuyor, bunun tezgahtar alışkanlığı mı yoksa yaş farkı mı olduğunu anlayamıyorsun, ama senin için uzun süredir aradığın bir ürünü ayırmayı düşünmesi iyi. Havadisler kafa karıştırıcı, insanların hiç susmadan fikir üretmesi şaşırtıcı, tüm bunları unutmak gerek. Unutmak için koyu bir kahve çok iyi. Kahve sağaltır. Kahve en iyisi. 

Akşam yemeği için balık ve salata yaptım, harikaydı. Yoğun, koşturmalı bir günün sonunda kahve keyfi hızlı da olsa güzeldi. Şimdi işteyim. Hayat hiç durmuyor. Hastalıklar bitmez, iyileşmeler bitmez, birileri devamlı devinimde. Bir süredir ev dekorasyonuyla ilgileniyorum. Bu eve taşındığımdan beri hiç bakmamışım etrafa. Çok fazla sevmem zaten dekorasyon dergilerini karıştırmayı, mağaza gezmeyi ve hatta İkea'yı. Bunu özellikle söylüyorum çünkü bir arkadaşım böyle dediğimde çok şaşırmış ve karısıyla annesinin, hatta bir yaşına henüz girmiş çocuğunun İkea gezintilerini rutin hâle getirdiğini söylemişti. Haftada iki kere gitmezlerse rahat edemiyorlarmış;) Eh, haklılar aslında, öyle güzel bir hayat simülasyonu var ki oralarda (özellikle İkea), gezip görünce yaşamış gibi oluyorsun. Neyse, işte ev dekorasyonuna takmamın nedeni yatak odamın duvarlarını fazla boş bulmam. Ben duvarlarda resim severim. Sevdiğim ressamların tabloları asılı olsun isterim. Resim olmayan ev sevmem, ve hatta -belki kötü bir huy bu ama- ev sahibi hakkında ilk kanım da böyle oluşur. Kitap ve resim olmayan ev anlamsızdır benim için. Diğer şeyler olmayabilir; kahve makinesi, yatak, gece lambası (bu olsa fena olmaz, gece karanlıkta uyumayı sevmem;)), gardırop vs. vs. Duvarların boşluğu takılmama neden oluyor. Takılıp saatlerce duvara bakmama, duvara bakarken düşündüğüm şeyi unutuyorum, kafam karışıyor, boşluğun ne olduğunu merak ediyorum. Sonrası felaket. Bir gece, çok geç vakit, mesaj atmıştım C.'ye; uzun bir süredir boşluğa baktığımı ve artık boşluğun gerçekten boş olduğundan emin olmadığımı yazmıştım. Bana verdiği cevap komikti; "o kadar eşya alırsan olmaz tabii", demişti. A hah, çok sarkastik, komik, ironik ve bumbastik bir sevgilim var, lafı gediğine oturtuyor. Aferin.
Onun ima ettiği kadar olmasa da üç beş parça şey aldım. En sevdiğim fotoğraflarım için çerçeve aldım ki bu çok önemliydi benim için. C. ile(!) -buraya da koyduğum- beraber olan ilk fotomuzu yerleştirdim birine. Başucumdaki gece lambasıyla harika bir uyum sergilediler. Geceleri bakışıp duruyoruz biz üç şaşkın. A, evet ben eşyaların ruhu olduğuna inanırım, ondan böyle bu;p Şimdi sırada işin sevdiğim ressamlar kısmı var. Salona astıklarıma ilişmeyeceğim. O ressamları pas geçiyorum. Yine de bir sürü isim var aklımda, şahane resimler var uyanınca görmek istediğim. Üstelik tumblr sayesinde olağanüstü illüstrasyonlardan haberim oldu. Hep sevdiğim, hayran olduğum ressamları düşünürken şimdi bir de o güzelim, çocuksu ve masal gibi resimleri aklıma taktım. Neler olacak hiç bilmiyorum. Bu küçük ve önemsiz görünen macera aslında epey mühim; sonuçta iyi olmanın sırrı ayrıntılar ve gündelik hayatta saklı. İnsan içine fazla dönmemeli, bunu geçen gün, Orhan Pamuk da "Öteki Renkler" kitabıyla fısıldamıştı kulağıma. İçine fazla bakarsan derinlik korkutucu olur gibi bir şeyler demişti. Şimdi yanımda yok, öylesine yazıyorum. Fakat yanımda olmasa bile Beyaz Kale'den sonra (Kara Kitap tecrübesinde olduğu gibi) takılıp kaldığım yerden kurtulamıyorum. Onun için elime seçkilerinden ve diğer yazılarından oluşan Öteki Renkler kitabını aldım. Başım sıkıştığında o kitap hep iyi gelir. İyi olmak mühim mesele demiş miydim? Hah işte, her şey iyiliğimiz için; evle, işle, güçle, kitaplarla, oyalanalım öyleyse.   

---------
p.s.: nöbette yazdığım -sanırım-  ikinci yazı bu. birazdan nöbet arkadaşım oturacak bilgisayara, ben sabaha karşı çalışacağım. onun için hızlı hızlı ve kontrol etmeden yazıyorum. tekrar okumadan da göndereceğim. hatalar ve kusurlar için yine affola demeliyim. böyle.    

Çarşamba, Kasım 14, 2012

kim ölü? albay, kızları, kabil...kim?

 Repose /John Singer Sargent

 

Hangi geceydi hatırlamıyorum, üç-dört gün önce, ya da bir hafta, her neyse, tüm günler birbirine benzeyince (bu iyi mi yoksa kötü mü) karıştırıyor insan, işte o gece, çok çok keyifsiz, mutsuzdum. Dinlediğim hiçbir şeyi anlamadığım gibi, derdimi de karşımdakilere anlatamıyordum. Gece geç vakit yatağa gittim, yanıma Mansfield'ın Katıksız Mutluluk kitabını aldım. (bende İş Bankası yayınlarının bastığı ciltli kitap var, Oya Dalgıç çevirisi, gayet güzel bir çeviri, kitabı almayı düşünenlere küçüm bir not olsun bu) Ölü Albayın Kızları öyküsünü okumayı neden bilmem hep erteliyordum, o gece okumaya başladım. Sonra kesildi, ben üzüldüm, konuştum, dinledim, olmadı, ertesi gün 24 saat nöbet vardı, gittim geldim, öykü hep benimle dolaştı bu süre içinde. Bitirdikten sonra da aklımdaydı. Yavaş yavaş, sindire sindire okudum, şimdi her boşlukta Cons ve Jug'ı düşünüyorum, onların ve aslında hepimizin sıkışıp kalmışlığını.
 
Constantia ve Josephine iki kız kardeş, babaları henüz ölmüş ve onlar bu ölümle tüm dünyanın yükünü birden omuzlarında bulmuşlar. Öykü kızların yatakta konuşmalarıyla başlıyor, ne yapalım, nasıl yapalım diye tartışıp duruyorlar. Babalarının silindir şapkasını kime vereceklerinden sabahlıklarının rengini siyah yapmaya kadar her şey kafalarından hızlı düşünceler şeklinde geçip gidiyor. Belirgin ve sarsıcı tek şey var, tüm düşüncelerindeki ölü albayın gölgesi. Siyah sabahlık, siyah yünlü terlikler, iki kara kedi gibi iki kız kardeş, bu düşünce onları korkutuyor, üzüyor; yapmasak olmaz mı? Hizmetçi kızın işine son verip vermeme konusunda da kararsızlar, kız katı ve sert, bir şey istemek çok zor, yoksa tüm istekler babalarının emriyle mi oluyordu? Peki babaları gerçekten öldü mü? Aaah diye inliyor Josephine, keşke yapmasaydık, keşke babamızı gömmelerine izin vermeseydik, diyor. Ne yapabilirdik diye cevap veriyor Constantia, en azından emin olsaydık, biraz bekleseydik diye ağlıyor kardeşi, babamız bizi asla affetmeyecek. Tüm öykü boyunca gerçekte ölenin albay mı yoksa kızlar mı olduğunu düşündüm durdum. Babaları yokken öyle çaresiz ki kızlar, hiç yaşamamış gibi. Babaları ölmeden kendi hayatlarını yaşamalarına izin verilmeyen iki kardeş "sahipleri" ölünce hayal kurmaya bile cesaret edemiyor, belli belirsiz akıllarına gelen düşünceleri unutmaya çalışıyorlar. "Diyeceğimi söyleyemem, Jug, çünkü ne olduğunu unuttum." Kardeşi kısaca yanıtlıyor; "Ben de unuttum."
---------------

Bu son günlerde üzerimde tuhaf bir hâl var. Hani üzerine ölü toprağı atılmış derler ya, hah onun gibi bir şey. Tumblr kurtarıcı oldu bir bakıma, ya da oyalayıcı, fark etmez. Oradaki fotoğraflara, resimlere bakıp zamanı geçiriyorum. Benim için albüm değerinde olması da güzel, sevdiğim, beğendiğim çoğu resim, müzik, foto bir arada, aramak için uğraşmıyorum. Twitter'da, daha önce dinlediğim bir müziği tekrar bulmak için uğraşıyor, bir sürü zaman harcıyordum, şimdi her şey elimin altında, iyi bu. Bir tek şey kafamı kurcalıyor o da tumblr'da paylaşılan bazı çok sert, çok acı anların fotoğrafları için rutin işlemin, beğenme mi, sevme mi ne derseniz işte o işin, hiç umursamadan ezbere yapılması. Bana göre de her şey sevilebilir, atla deve mi, tıkla gitsin de, bir savaş fotoğrafının altında (benim gördüğüm fotoda çukurun içine atılan cesetler ve hemen fotoğraf çekildikten bir iki saniye sonra öleceği kesin olan gözleri bağlanmış tutsaklar vardı) bunu beğendi yazısı bana komik geliyor valla, neyi beğeniyorlar anlamadım. Fotoğraf sanatını mı? Saçma. Neyse, bu benim her bir şeye takılmam olsun, anlamsız onca şey varken bu örnek hiç aslında. 

 
Kabil, sonunda bitti, "benim kitabım değil" lafını ezberlemiştir burayı okuyanlar, özür dileyerek tekrarlayacağım, benim kitabım değildi. Güzel, akıcı ve komik ama ı ıh. Yine de bazı bölümleri çok keyifle okudum; Kabil'in türlü türlü peygamberlerle konuşması, onlara akıl vermesi, tanrıya kafa tutması güzeldi. Saramago, romanına kahraman seçerken kahramanın akıbetinden çok kendisinin tanrıyla hesabını düşünmüş. Bu iyi ya da kötü demiyorum, hiç umursamam böyle şeyleri fakat bu hesap yüzünden romanın dili aksamış, Kabil -çoğu yerde hak versem de- suçsuz, günahsız ve hatta ilk cinayeti iyi ki işlemiş havalarında dolanıyor roman boyunca. Kabil'in tek aşkı Lilith ise (evet o muhteşem kadın) seks hastası, sarayında sıkıntıyla dolanıp duran, anlamsız bir karakter olmuş. Seksi çok sevmesi ve bunu pratikte de göstermesi harika tabii, ama bizim bildiğimiz Lilith, Adem'e bile kafa tutmuş kadındır zamanında, ilk feminist filan diye boşuna demezler, Kabil'i sarayda, gelse de sevişsem diye beklemesi komik durmuş gerçekten. İbrahim peygamber ve Kabil'in konuşmalarını ise çok sevdim. Oğlu İshak'ı tam kurban edecekken Kabil'in gelip engellemesi ve ikisinin tanrının 'karışık' işlerini tartışmaları çok iyiydi. Kabil; "tanrı, göğün ve yerin yaratıcısı tam bir zırdeli", diyor. Buna nasıl cüret edersin dediklerinde ise; "çünkü yalnızca eylemlerinin bilincinde olmayan bir deli yüz binlerce kişinin ölümünden doğrudan sorumlu olmayı  ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmayı kabul edebilir, tabii eğer, sonuçta, delilik yoksa, irade dışı, sahici delilik yoksa, dosdoğru kötülüktür bu." diye cevap veriyor. Tanrı değil, kötü olan şeytandır diyen de var kitapta, ama oraları önemsiz bulup çizmemişim;) Çizmek demişken romanda altı çizilecek çok fazla satır var, Saramago çok çok sevdiğim İvan Karamazov gibi düşünmüş düşünmüş, onun uzun  ve müthiş tiratları kadar etkili olmasa da bu kitabı yazmış, belli. Kitaptan aklımda kalan en belirgin fikir, tanrının insanları sevmemesi ve kötü niyetli olması. Kabil'in, tanrıyı savunmak için devamlı söylenip duran, "tanrının niyetine ve işlerine akıl sır ermez" lafına uyuz olması da beni çok güldürdü, katılıyorum arkadaşa. Yazarın kafası karışıkmış, benim durumum gibi, bir de bunu anladım tabii;) Habil de harcanmış diyeyim ve burada keseyim bu konuyu. Çayım demlene demlene bir hoş oldu ocakta ve hemen hızlı bir duş almam gerek. Yarın mesai var, sabah 8, akşam 10, erken yatacağım güya. En azından gece evimde yatacağım diye kendimi avutuyorum, ki bu benim için son zamanlarda en önemli şey. 
----------------
Yukarıdaki foto, alışveriş merkezinden. Poliş ve Melike ile sinemaya diye gitmiş ama mağazalara da bakmıştık. Ben biraz rahatsızdım (fotodaki ilaç kanıtı;p) kahve molası verdim onlar devam ettiler alışverişe. Bu kahve fotoğraflarını daha çok Leylak Dalı için çekiyorum, onların şahane bloglarına göndermek için, elimde çok fazla kahve fotosu birikti, neden bir türlü gönderemiyorum bilmem. 
----------------
Bir paragraf da Melike için olsun; Melike -Meloş derim ben-, abimin eşi, kardeş gibiyiz onunla. Kabil-Habil, ilk kardeş cinayeti derken pek denk düştü, aferin bana;) Kız kardeşi olmadığı için hep üzüldüğünü söylüyordu, birbirimizi bulduğumuz için şanslıyız. Aslında ondan çok abimin adı geçsin istiyordum bu yazıda. Geçenlerde Saint'le uzun bir telefon konuşması yaptık (blog vasıtasıyla tanışıp konuştuğum ikinci kişi Saint, mesafe alıyorum sanki;p), o konuşmada Hakan dediğimde, şaşırdı, abim dedim ve hiç bahsetmediğimin geyiğini yaptık. Daha çok ben yaptım tabii. Bir dahaki yazıda adını geçireyim bari, çok saçma oluyor böyle dedim, işte bu paragraf o yüzdendir. Hakan'la iyi anlaşırız, çok severiz birbirimizi (tavlada en sıkı rakibim) ama kızlarla paylaştığımız gibi her şeyi paylaşmayız. Bu yüzden, ne bir filmi anlatırken ne de bir romandan bahsederken adı geçiyor onun. Kendisi burayı da okumadığı için, ruhu bile duymadan çok içten bir sorry diyorum. Sevgiler sana abiciğim, tüm iyilikler üzerine olsun;p

Hmmm, nasıl biter bu yazı? Çay çaylıktan çıktı, planlar altüst oldu, duş kesin alınacak (o sıra çay iyice bir hoş olacak!), öyleyse hadi hemen bitsin.  Kabil'in ünlü lafı güzel bir son olur sanki; kardeşimin bekçisi miyim ben diyordu ya, hah işte Ölü Albayın Kızları'nı okurken bu cümle yankılanıp duruyordu beynimde, aman kızlar birbirinizin bekçisi olun, diye. Size de tavsiyem olsun bu, sevdiklerinizin bekçisi olun ki, sonra tanrı sorunca sıfırı çekip üzülmeyin. 

Böyleyken böyle. 

Perşembe, Ekim 25, 2012

madde madde justine (volume 2*)

 (Neşe ve tasa kuşlarıymış bu kuşlar, ismi duyduğum gibi vuruldum bu resme**, üstelik sadece ismi değil kendisi de çok güzel. Sanırım salona ya da evin herhangi bir yerine asacağım bu resmi. bakalım.)

The World's a Girl by Anita Lane on Grooveshark 

Küçük küçük şeyler...
---------------------
- Hastalık beni iyice miskin yaptı, koltuğa yapıştım kaldım.  Alışverişe çıkalım dedik Poliş'le çok yanlış bir gün (geçtiğimiz pazar) seçmişiz. İnsan seliyle karşılaştık birden, korkunçtu. Kimseye çarpmamak için ve kimse de bana değmesin diye büyük çaba harcadım. İnsanlardan böyle korkuyla kaçmamın nedeni benim yabaniliğim değil elbette, ameliyat sonrası hâlâ ağrılarım var ve morluklar -neden bilmem- çok yavaş geçiyor.

- Tüm bunların yanında yabani olduğumu neden inkâr edeyim, öyleyim evet;p

- Mentalist ikinci turunda. Poliş, izlemediği bölümleri bitirmek istediği için ona eşlik ediyorum, hiç ama hiç sıkılmıyorum aynı şeyleri tekrar seyrederken. Patrick şeker gibi, bayılıyorum onu izlemeye. Eğer hâlâ izlemeyen varsa bu keyifli diziyi, benden tavsiye bir an önce izlemeye başlasın. İlerleyen bölümlerde Red John'un kim olduğu iyice anlaşıldığında, her şey için çok geç olabilir;) (bu yazıyı bitirdiğim gibi, koltuğa iyice yayılıp, rahatça izleyeceğim, şimdi radyo gibi takip ediyorum)

- İş ise tam gaz devam ediyor. Yarın bayram değil mi, hah işte, yarın tam gün (24 saat!) nöbetçiyim. Sinirlerim bozuluyor her nöbet dediğimde, bu konuyu kısa keselim. ('birileri' kıs kıs gülüyor şimdi, o birisinin farkındayım!)

- Miller, içimi çok keyifli bir bira, yatmadan önce bir Miller ve bir ağrı kesici ile her şey cennete dönüyor. Bu aralar bu cephede durumlar böyle.

- Kabil, elimde kaldı. Sabahları oyalanıyorum, Poliş'le laflıyoruz, gece de film, dizi derken  gün bitiyor. Aslında okuması kolay bir roman, komik de, ama neden bilmem ilerlemedi. Yarın nöbette bu konuya eğilmeliyim;p

- Poliş'in Mentalist bittiği gibi Sherlock'a başlamasını istiyorum, onu da tekrar seyredersem rahatlayacağım, gözlerim açık gitmeyecek, artık nereye gideceksem;) Çok özledim Watson ve Sherlock'u. Neydi, hadi hatırlayalım; Zekâ seksiliğin yeni adı. A hah, bayılıyorum bu afili laflara. Ve fena katılıyorum, zekâ bende de emmanuelle etkisi yaratıyor;p

-Emmanuelle'i de andım, öyleyse bitirebilirim bu yazıyı. Serinin hiçbir filmini tam olarak seyretmesem de  Sylvia Kristel'ı çok beğenirim. Hatta geçenlerde  C. ile ilk filmi seyretmeye başlamıştık, benim ısrarımla tabii, ama sıkıldık. Konu yok, erotizm eh işte, Sylvia da tek başına kurtaramadı -hâliyle- durumu. Biz de yattık uyuduk, Emmanuelle de huzur içinde uyusun, dileğim budur;)

Herkese iyi geceler olsun, uzanayım artık, Patrick çay içerken biramla ona eşlik edip yatarım. A, unutmadan, iyi bayramlar tabii, ben nöbet tutayım bayramda, siz de tatlıları fazla kaçırmayın. Göbek, ne kadın ne de erkek için iyi bir şey, Emmanuelle'in ve son Bond Daniel Craig'in muhteşem vücudunu hatırlatırım size. Aman dikkat;p
-----------------------
ve hayat akıp gider...

 *"madde madde justine, volume 1" eksik kalmasın, şurada
** Sirin and Alkonost/Viktor Vasnetsov