Pazartesi, Ocak 30, 2012

dar zamanlar geçer, geçsin

(eski mutfağımda Poliş'e gülümsüyorum, iki yıl kadar önce. bu mutfağı ben çizmiştim heyecanla, sanırım o zamanlar daha çok düşkündüm evin şekline şemaline. şimdi ise temiz olsun yeter.)

(Dianne Reeves - Solitude)

"Tanrılar vurmadılar açığa başlangıçta,
Her şeyi bize; ama zaman içinde,
Araştırmakla öğrenebiliriz, ve biliriz şeyleri daha iyi..."*

Sıkıntılı günler geçirdim. Bir yoruma yazdığım cevapta söylediğim gibi birkaç gün önce doktorum aradı, eh iyi haberler vermedi tabii. Kim duymuş, bir doktor arayacak ve güzel haberler verecek, hiç sanmam. Bu yaşıma kadar duymadım ya da. Neyse, ultrason filan, şimdi biraz daha rahatım ama çok beklemeden doktorumu bir ziyaret etmem lazımmış, gideceğim bakalım. Ben hep sağlıklıyım diye geçinirim, şimdi de bir şey çıkmadı ultrason sonuçlarından, temiz bir rapordu benim okuduğum ve radyoloğun söylediği, ama hep bir "acaba" vardır, bilirsiniz. 
Her neyse, şu an gayet iyiyim. Bu can sıkıcı günlerde -ultrason çektirip, hiçbir sorun olmadığını öğrendiğim gibi- brüksel lahanasını bile yaptım, gayet güzel oldu üstelik. Polişka haklıymış, çok hoş bir tarif. Cafe Fernando sitesinin yazarı tarif konusunda çok önemli bir uyarı yapmış, siz de o tarifi yapacaksanız dikkat edin limon miktarına, ben onun dediği gibi fazla limon suyu kattım ve çok lezzetli oldu, krema baymadı böylelikle. 
Kafam ne çok karışık, birden yemek tarifine geçtim;) Kısa keseceğim bu gece, yatağa gideyim şimdi, sonra uzun uzun yazar, konuşuruz.  
Bu sıkıntılı zamanlarımda, mail atıp, mektuplarla halimi hatrımı soran herkese bir kez daha teşekkürler. Zaten ağlayıp duruyordum kendi kendime, beni daha da ağlattınız, sağolun;p 

İyi geceler olsun, hadi. 

p.s.: Pissarro'nun harika bir resmini koyacaktım bu yazıya, ama baktım Dianne Reeves'in şarkısı ve o, çok çok hüzünlü bir fon olacak, "boş ver gülen bir foto hafifletir her şeyi" dedim, böyleyken böyle oldu. Siz yine de o güzel resme bakmak isterseniz şuraya buyurun. A, bir de Yourcenar'a devam ediyorum ben, Mişima ya da Boşluk Algısı'na. Bunu neden söyledim şimdi, çünkü kitaba bakıp bakıp kendime gülüyorum, ondan. Bu kitaba başlayışım ve kötü haberler nasıl da denk geldi, bayıldım tanrının işine. Şakacı evet.
 
----------------
*Xenophanes'in dizeleri, The Logic of the Social Sciences kitabında geçiyormuş. Ben Cogito'nun Adorno özel sayısında okudum. Sonra da "acaba!" dedim tabii;)

Salı, Ocak 24, 2012

bir erkek özür diliyor; tanrının sağında oturmadım

(Michelangelo'nun ünlü Pietà'sından bir ayrıntı. Michelangelo: La Dotta Mano kitabında bulunan bu fotoğraf, fotoğrafçı Aurelio Amendola'ya ait. Kitabın adı çok güzel; "Michelangelo: Bilge Eller". Hünerli, becerikli, olgun, usta, ne derseniz artık. Yakışır. Bir de bu kitap dünyanın en pahalı kitaplarından biriymiş sanırım, işin o kısmıyla pek ilgilenmiyorum, heykeltraş (evet tabii, Michelangelo) olağanüstü.)


Bu akşam Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı'nı bitirdim. Sonra yağmur yağmaya başladı, iyi dedim, düşünmeyeyim öyleyse kitabı. Biraz oturdum dışarıya bakan koltukta, köpekler nasıl deli gibi havlıyor, anlatsam inanmazsınız. İnanırsınız belki de, abartıyor filan dersiniz kesin. Ben Alexis'i okurken öyle dedim. Birini dinlerken onun anlattığı şeyi görmeyi bir kenara bırakın, varlığını bile zor görürüz. Alexis, benim kafamdaki kişiydi, ne onu anlatanın, ne de varsa, eğer gerçekse kendisinin yansıması; onun hayatını onun istediği şekilde göremiyordum, sorun bu. Kitaba döneceğim tamam, ama önce bu akşam;
Sadece evi süpüreyim demiştim, uzun süredir toz almıyorum temizlik yapmıyorum, nöbet tutup duruyorum zaten, aralarda da koltukta oturup Godot'u bekliyorum. Of, bu çok kötüydü, silmeyeyim şimdi, üşeniyorum, siz okumamış gibi davranın lütfen. Ortalığı bir süpürsem iyi olurdu, kafamda küçük bir hesapla bu işi yarım saatte, olmadı kırk beş dakikada halledeceğimi düşündüm. Sonra koltuğuma uzanıp, üç gündür meyve tabağında bekleyen güzelim armutlardan (amasya elması da almıştım çokça, iyi ki arada onlardan yiyorum, çok lezzetli!) yiyecektim. Rutin ağrım var zaten, dinlenirken kitabımı bitirecektim. Öyle olmadı. Akşam altı gibi kalkmıştım temizliğe, saat dokuzda ancak bitirmiş, yemek yapıyordum. Çok yoruldum, dinlenme filan yalan oldu tabii. Çay içerken iyice gömüldüm koltuğa, işte o zaman bitirdim kitabımı.

Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı, aslında bir mektup. Alexis'in karısı Monique'e yazdığı ve pişmanlıklarını, acısını, en büyük sırrını, hayatını, kısaca varoluşunu anlattığı uzun bir deneme. Ben Yourcenar'ı severim, onun diline, heyecanına ve zekasına yabancı değilim. Fakat bu kitap çok fazla aforizma ile doluydu sanki. Alexis'in yazdığı tüm cümleler hiç zorlanmadan epigraf olarak kullanılabilir, bunu sevmedim. Öyle olunca kitapta her yeri çiziyorsunuz elinizde olmadan, bazı yerlerde durup; hayır canım, böyle bir kesinlik olmaz, çizmiyorum işte, dedim ama, bu benim septikliğim elbette, gerçek değişmiyor;) 
Bu mektup, dostum çok uzun olacak, diye başlıyor Alexis. yaşamak çok zor diyor, fakat hayatını açıklamaya çalışmak daha beter. Monique'i tanımıyoruz, Alexis'in anlattıklarından iyi biri olduğunu tahmin etmek zor değil, çok iyi kalpli, merhametli bir kadın. Evlilikleri boyunca çok fazla acı çeken iki insan, söylenen onlarca yalan, ve diyor Alexis, samimiyeti denemekten ne zarar çıkar? Belki iyileştirici yanı bile vardır. Okumayanlar için karışık olmasın diye şöyle basit bir özet yapayım; Alexis, -mektupta hiç dillendirilmese de- homoseksüel bir adam. (eğer öyle değilse Yourcenar beni affetsin -tanrı değil!;p-, ben onu çıkardım çooook uzun mektuptan), küçük yaşta bunu fark ediyor ve tüm gençliği boyunca özür kabul ettiği bu yaradılışla sürüklenip duruyor. Ruhunu, bedenini, bazen ikisini de acıyla oradan oraya koşturuyor, unutmak istiyor, geçsin istiyor, olsun ben bir günahkârım öyleyse diyor ama hayır, işe yaramıyor. Çünkü, o sadece "Alexis", belki bunu kabullense yetecek, olduğu kişiyi, kendisini. Hayatımızda bazı anlar vardır, diyor karısına, o anlarda ileride olacağımız kişi oluruz, açıklanamaz ve korkutucu bir şekilde. Burada çok düşündüm. Önceden yazdığım bir yazıda durdum, her şeyin bir boşluk bıraktığını söylüyordum orada, küçük şeylerin bile. Korkunç ama gerçek. O küçük şeyler bir hayalet gibi içimize saklanıyor, hayaletlerle yaşıyoruz hepimiz. Ne diyor Alexis; "eski evleri ürkütücü kılan içinde hayaletlerin olması değil, içinde hayaletlerin olabileceği ihtimali." Onun da hayaletleri var.
Alexis müzisyen, müziğin düşleri kolaylaştırdığını düşünüyor, düşünceleri değil. Aklıma Kroyçer Sonat'ı geldi Tolstoy'un. İnsanın içgüdüleri ve ahlak arasında sıkışmışlık. Erdem nedir, insan erdemli olabilir mi? Müziğin sarsıcı ve elbette libidoyu azdıran gücü. Tolstoy kitabında Beethoven'ın meşhur Kroyçer Sonat'ının bu etkiyi yarattığını söylüyordu, bu kitapta Alexis genel olarak müzikten bahsediyor (elbette klasik müzik).  Çok acı çektiğinde müziğe sığınıyor, yine çok acı çekmemek için müziği unutmak istiyor, bırakıyor. Hazzı öylesine korkunç kılanın bize bir vücudumuz olduğunu öğretmesidir, buna inanıyor. Vücudun kendine özgü bir varoluşu, hayalleri, iradesi var ve ölene kadar onunla hesaplaşmak zorundayız. Ya boyun eğecek, ya uzlaşacak ya da böyle mektuplarla af dileyeceğiz, Alexis gibi. 
Size yazacağım öyle çok şey var ki kitaptan, yüzlerce alıntı. Ama bu böyle olmaz. Siz de Alexis'in size anlatmasını bekleyin hikâyesini. Monique'e anlatırken kulak kabartın ya da, özel ama ortada bırakılmış esrarlı bir mektup gibi okuyun. Yourcenar çok zeki bir kadın, kelimelerle istediği gibi oynuyor, mitolojiyi çok sevdiğini biliyordum elbette, bu kitapla Rus romanlarının hayranı olduğunu da hissettim. Hiç ilgisi olmayabilir, ama ben bu kitabı okurken ateşli Rus karakterlerinin (özellikle Stavrogin, belki biraz Rogojin) bir kadınla neden mutsuz olduklarını da anladım.  Çok açık bir okuma, yine de içimden geçen bu.

Gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir kitap Alexis ..., müthiş cümleler ve sarsıcı bir itiraf var içinde. Karısına yazdığı mektubu, büyük bir alçakgönüllülükle af dileyerek bitiren ve bunu terk ettiği için değil, bu kadar uzun süre onun yanında kaldığı için yapan bir adamla tanışmak sarsıcı bir deneyim. 
 ---------------------------
Ben bir süre daha Yourcenar'la devam edeceğim sanırım. Aklımda yine onun iki kitabı var, neyse bakalım yarın ne gösterecek? Yazıya koyduğum müziği bilirsiniz; Dixit Dominus'lar. Handel'in besteledikleri tabii. Ben bu ilahileri yüzlerce kez dinlemişimdir, fakat bu gece özellikle çok iyi geldi bana. Hem kitabı tamamladı hem de Michelangelo'nun ünlü heykeline harika bir fon oldu. Buraya aldığım iki parça en sevdiğim bölümleri ilahinin. Nette latincesini ve ingilizcesini rahatlıkla bulursunuz ama ben size bir güzellik yapacağım;) Türkçe şöyle diyor yukarıdaki parçalarda; "rab rabbime dedi: ben düşmanlarını senin ayaklarına basamak koyuncaya kadar, sağımda otur." diğeri ise; "senin kudretin, gününde kavmin, mukaddes süs içinde gönüllü kurbanlardır. sana gençlerin seherin bağrından doğan çiğ gibidir."  Arkadaşlara eşlik etmek isterseniz eğer, şöyle yapın; "dixit dominus domino meo: sede a dextris meis, donec ponam inimicos tuos scabellum pedum tuorum. ;))
(evet evet, Mezmurlar 110'dan türkçesi, herkesin evinde kitab-ı mukaddes vardır tamam, ama ben teşekkür istiyorum, fena bir şey mi bu?;)
 -------------------------
Veeee, söylemeden duramam, İsa heykelde çok güzel (etkileyici, sarsıcı, hmmm güzel işte) görünmüyor mu yahu, allah günah yazmasın, amin;p  Of, saat kaç olmuş yine, gerçekten deliyim ben. Bir de günaha girdim hiç yoktan!

Perşembe, Ocak 19, 2012

imkâna tutulmak ve "Human Planet"

(Foto şuradan.)

"...
Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim
dalıp çıkmalarım "orda bir şey”e dönüktü
kaç kez bir şey, başka bir şey
sıçradım hem yittim
hem belirlendim
derin durdum, teknenin altına girdim
sarstım
sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu
sustum düşe düştüm
senin mi kan, yaralarımdan mı
hey kaptan
ne balinayım ben şimdi inadı içinde
ne senin mavi balinan
..."

Balina/g. Akın

Bu şiir çok özeldir benim için. Yıllar önce bir gün, onlarca, yüzlerce kez okuduğumu ve çok içten anladığımı, gayet net, acıyla hatırlarım. Ağlamanın zor olduğu, bir yer ve zamandaydım, sessiz ağlamayı bu şiirle öğrendim. Geçelim.


Biraz önce Human Planet adlı belgeselin ilk bölümünü izledim; Oceans: Into the Blue. C. bir süredir bu belgeselden bahsediyordu bana, bilen zaten biliyordur ama ben geç duydum. Çok etkileyici bir çalışma bana kalırsa. Sadece ilk bölümü bile bu sözleri söyletebilecek kadar güçlü bir etki bırakıyor seyirci üzerinde. Dünya üzerinde sadece bir canlının tüm habitatlarda kendine yaşam alanı bulabildiğini söyleyerek başlıyor belgesel. Anlatıcı John Hurt, dingin ve güzel sesiyle bize "insan" denilen canlının (evet, türdaşlarımız) maceralarını anlatıyor. Anlatılan tüm hikâyeler çok etkileyici, ben aklımda karanlık düşüncelerle izledim bu belgeseli, çok şey öğrendim. Belgeseldeki bir hikâyeyi kısaca anlatmalıyım; Blais bir yerli ve yaşayan son köpek balığı çağırıcılarından biri. Köpek balığı avlama tekniği, batıl inançlarla süslenmiş, tehlikeli, zor ve fakat geleneksel bir teknik. Köpek balıklarının ruhuna sesleniriz diyor kendi diliyle (çok yakında kaybolacak bir dil), onu yakalamak için izin isteriz balıktan. Sonra upuzun, gergin bir bekleyiş başlıyor, suyu şıngırdatıp balığın kendisiyle iletişim kurmasını istiyor. Her an kötü bir şey olabilir, ikisi için de, ya balık ya da Blais ölecek. Ürkek köpek balığının ruhu sakinleşiyor, çok zorlu bir mücadele sonunda balığı yakalıyor. Ailesinin yemek ihtiyacı için kullanılacak balığı Blais serbest bırakıyor, kendi kültürünü, bu çağırma kültürü ve belki tüm yaşamını ayakta tutmaya çalışıyor. Sadece köpek balıkları değil, bizim de yaşamımız son bulacak bu gidişle diyor, daha derine, daha derine inmak zorunda kalacağız. 
........................
Geçen 19 Ocak'ta insanın kötülüğünden bahsetmiştim. Şimdi yine aynı düşünceler etrafında dolanıyorum. İmkâna tutulmak çok zor, uğraşıyorum, hepimiz uğraşıyoruz. Neo, bloğunda Hrant Dink için yazılan yazıların, düşüncelerin ya da görsellerin toplanacağı bir oluşumun (bloğun) adresini vermiş. Neo ve üç arkadaşının hazırladıkları bu blog bana kalırsa çok önemli, aynı bugün "o güzel kalabalığın" içinde olmak kadar. Unutmamak ve belki en azından bunu yapabilmek için, bloğun adresi şurada.
.......................
Human Planet'i izleyin lütfen. İnsanın karmaşık doğasını bir kez daha görecek, bu güce ve güçsüzlüğe şaşıracaksınız. Ve eminim, belgeselin sesi seyrettikten çok sonra da kulaklarınızda yankılanacak; "Tüm dünyada, hünerlerimizi halen vahşi alanlarda hayatta kalmak için kullanıyoruz."


p.s.: Belgesel BBC yapımı, orijinal sitesi şurada. Online izleme sitelerinden de izleme olanağı mevcut. Ben indirerek izledim tabii, ama şu site gayet iyi görünüyor, fotoya tıklayabilirsiniz.

Salı, Ocak 17, 2012

bu karanlıklarda*

(Foto şuradan.)


-Karanlık bir odada saat ayarı-

Tüm yaptığım bu. Geçenlerde bir gün, çok yorulduğum bir nöbette, berbat soyunma odamızda yatayım demiştim. Küçük bir lavabo var orada, devamlı su damlatıyor musluğu. Tıp tıp tıp, odanın ruhuyla senkronize ve belli ki delirmeye gönlü olan için çin işkencesi görevi görebilir. Niyetim delirmek değildi tabii, biraz uyuyup, sabah araba kullanmaya hâlim olsun istiyordum. Olmadı, sinir etti beni musluk. Elime peçete alıp, sıkmaya çalıştım, sesini azalttım ve öyle uykuya dalmışım. Sonra, evde yatağıma girince düşündüm de, odamdaki saatin sesi suyun sesinden daha beter. Eee, peki nasıl uyuyorum geceleri o sesle ben? Tek harf değişecek bakın; tık tık tık. Alışkanlık? Bilmiyorum cevabı aslında, sadece saati beynimin seslerinin arasına yerleştirmiş, bana ait bir eşya gibi kabul etmişim sanırım. Onun sesi benim sesim. Bu yaşamak için önemli bir şifredir. Bir şeyi sizin yaparsanız (aldanıyorsunuz evet, ama illüzyon rahatlatır) yaşamaya devam etmek kolay olur.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü bitireli -herhâlde- dört-beş gün olmuştur. Çok keyifli bir okumaydı benim için. Okuduğum her kitabı anlatmalıyım diye bir derdim yok ama bu roman hakkında biraz konuşmak istiyorum. Yazarın hem diline hem de beynine hayran kaldım, ve yine; "ya bu kitabı okumamış olsaydım" şaşkınlığını yaşıyorum;)


"Ah o andaki sesim! Nasıl tanıyordum bu sesi ve hıçkıran bütün vücudumu. Bütün ömrümde kaç defa rüyalarımdan kulaklarımda hep aynı gözyaşlarıyla ıslak bu sesle ve içimde bu korkunun ta kendisiyle uyanmıştım. Korku... Korku ve insan, korku ve insan talihi, insanın insana hücumu, o hiç yere düşmanlık. Fakat neyi aldatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz."

Tanpınar, bu romanında çok belirgin bir şekilde, doğu-batı arasında kalmış zavallı ve şaşkın bir toplumu, bizi anlatıyor. Belirgin diyorum, çünkü roman boyunca şiddetli bir eleştiri dili var, oklar muhatabına yöneliyor, zaten kitap da hiciv türünün en sağlam örneklerinden biri. Hayri İrdal, romanın ana karakteri. İrdal bize, hem yaşadığı tuhaf olayları anlatıyor, hem de bu olayların yaşanmasının müsebbibi olan kişiyi -Halit Ayarcı- tanıtmaya çalışıyor. Bu onun vefası; çünkü Ayarcı'ya her şeyini, tüm hayatını borçlu olduğunu düşünüyor. İrdal, sessiz, sakin bir tip, olaylar karşısındaki duruşu -bir de içinde saf iyilik ve pirüpak ahlâk olsa- neredeyse Dostoyevski karakteri Mişkin gibi. Şaşırıyor, anlamıyor, içinden konuşsa da tepki vermiyor, veremiyor. (ben Zebercet'e de çok benzettim Hayri İrdal'ı, sadece Zebercet iç sesini dinlerken hüzne daha çok teslim oluyordu, oysa İrdal dalgacı. kendisine ve etrafına bir çeşit sinizmle bakıyor. ironik ve teslim olmuş. çok klişe bir laf biliyorum, fakat burada söylemeliyim, o da biraz tutunamayan) Çocukken hiçbir şeyle ilgilenmeyen, okula gitmeyen ve başarısız diye nitelenen anlatıcı, bir tek saatlerle yakın ilişki kurabiliyor. Sünnetinde dayısının ona saat hediye ettiği günü, doğum günü kabul ediyor ve, "bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir", diyerek saat düşkünlüğünü anlatıyor. Özete benzesin istemiyorum bu yazı, yapmak istediğim özet çıkarmak değil zaten gecenin bu vaktinde, onun için konuyu hiç bilmeyenlere biraz yardımı olur diye kısaca geçiyorum. Muvakkit Nuri Efendi'nin yanında saat tamirini izleyerek geçirdiği çocukluk döneminden sonra İrdal türlü türlü bahtsızlıklar yaşıyor. Yanlış anlamalarla dolu olan bu tecrübelerden birinde Ramiz isminde Freud (ve elbette, batı) hayranı bir doktorla karşılaşıyor. Ben bu bölümlerde çok gülmüştüm. Kitabın her tarafına not almışım, bir yerden sonra nereyi çizeceğinizi şaşırıyorsunuz zaten. İrdal'ın çocukluğuna özellikle inmesini isteyen doktor, oradan sorunun kaynağını bulup çıkarmak istiyor. Eh, ne de olsa, "psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır." ;)) Babasıyla ilgili rüya görmediği için azarlanan baş karakter, bir de bir an önce sağlığına kavuştuğunu gösterir raporu almak uğruna rüya uyduruyor. (şu aklıma gelmiyor değil; rüyaya yatmak, hep bilinenin aksine batı medeniyetinin bir adeti olmasın;p) 

 "-Hayri Bey, bize niçin inanmıyorsunuz?..."**

Kitap dört bölümden oluşuyor, üçüncü bölümün ismi, "Sabaha Doğru" ve bu bölümde İrdal, Halit Ayarcı'yla tanışıyor. Halit Ayarcı her romanda görülen protagonist-antagonist karşıtlığının bir gereği, çünkü bütünüyle Hayri İrdal'ın tersi bir kişilik.  Biliyorum şimdi aklınıza Mephistopheles geliyor, benim de gelmişti, eh haksız sayılmayız böyle düşünmekte, İrdal, ruhunu Ayarcı'ya satıyor onun her dediğini yaparak (kitapta hafif bir dokundurma var bununla ilgili). Saatin varlığı ve onun her yerde aynı zamanı göstermemesi fikrinden "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" adında bir kurum ve iş uyduruyor Ayarcı. Olmayan bir ihtiyaç ve bu olmayan ihtiyacı gidermek için çalışan insanlar. Bundan sonrası büyük bir temaşa, nümayiş. Müthiş keyifli tespitler, çok çok eğlenceli durumlar var romanda. Okumayan varsa şiddetle tavsiye ediyorum, enstitü kurulduktan sonra yaşananlar hiçbir yerde şahit olamayacağınız kara-komedi örneği çünkü. 

Tüm bu gülünçlüğe rağmen kitap bittiğinde hüzünlenmiştim ben. İçime öyle ciddi bir hüzün yerleşmişti ki, sanırım bu, uzun süredir seyrettiğim aynadaki komik görüntünün çarpılıp, bükülmesi ve arada kalmışlığımı görmemden kaynaklanıyordu. Benim sevdiğim tüm yazarlar böyledir; büyük bir vicdan azabıyla inandıklarından şüphe ederler. Dostoyevski, Atay, Pamuk hep aynı kendi kendini hırpalamanın insanları. Romanda Ayarcı'nın Hayri İrdal'a söylediği bir şeyi hiç unutmuyorum, inanmayan biriyle çalışmanın dünyanın en güç işi olduğunu anlatırken, İrdal, denilen her şeyi yaptığını ve bunun yetmesi gerektiğini söylüyor, Ayarcı da ona; "hiçbir şey yapmayın, yalnız inanın, bize bu yeter...", diye cevap veriyor. Bu çok korkunç. Bir kültür, hadi medeniyet diyelim, inanmakla değişir mi? Bireyde mümkün olan bu "tehlikeli" şey, toplum için de geçerli olur mu?

Tanpınar, İrdal karakteriyle biz okuyucuya, eskiyi özlediğini, ahlâk ve dürüstlüğün aslında -hemen, hep- eskide var olduğunu anlatıyor gibi görünse de, onun söylemek istediği daha mühim bir şey var. Şu sözler çok önemli; "Ben bir çöküşün esteti değilim. Belki bu çöküşte yaşayan şeyler araştırıyorum. Onları değerlendiriyorum." Ona katılıyorum, evet; "sıçramak için de bir yere basmak lazım." ***

---------------------------
Çok yorgunum bugün. Zaten beter olan uyku düzenim iyice saçmalaştı. Dün Golden Globe'a baktım, Poliş'le yazışarak. Bu akşam onun yazısını okurken aslında bakmadığımı bile fark ettim, hiçbir oyuncuyu hatırlamıyorum geceden. O kadar güldük ki kendi yaptığımız esprilere, ekrana dikkat etmemişim hiç. Zaten, artık pek keyif vermiyor bana bu gösteriler, Poliş'le yazışmak ve muhabbet etmek dışında tabii. Keşke geceyi bir de bizim anlatımımızla dinleseniz, çok coşmuştuk, çok;p

Epey uzun zamandır aklımda mantı yapmak vardı, aslında dün akşam yapacaktım ama olmadı işte. Bu akşam marketten Superfresh'in dondurulmuş mantısından aldığım hâlde, kanmadım onun kolayca yapılabilirliğine, hayır, ben yapacağım, dedim. Hem bir kişilik mantı çok da oyalamaz diye düşündüm herhalde. Daha önce bir kere denemiştim, ona güvenmiş de olabilirim. Hmmm, oyaladı tabii. (hamur açma yeteneği yok bende, küçük küçük yuvarlaklar şeklinde yapıyorum, hâliyle uzun sürüyor hazırlığı) Çok lezzetli oldu ama, gerçekten değdi verdiğim emeğe, iyi ki yapmışım dedim afiyetle yedikten sonra;) Şimdi onun yorgunluğu mu bu bilemem, sırtım filan ağrıyor. (hayır, abartmıyorum;)) Yatayım ben artık, sabah oldu üstelik. Gün ışığı alışmayan kişiye iyi gelmeyebilir, aman diyeyim. 

p.s.: Yazıyı okumayacağım kontrol için, yanlışlık filan varsa kusura bakılmasın lütfen, mantı rehavetindeyim, anlayın beni;)
----------------------------
*Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bir şiirinden; "Bir Gül Bu Karanlıklarda". Bu isimde bir de derleme var, yazar hakkında. 

**Romanda geçen bir cümle. Bu cümleyi Ayarcı, beraber yaptıkları işe hep karşı çıkan, gönülsüz katılan, niye, neden diye anlam aramak isteyen, Hayri İrdal'a söylüyor. "bana müsbet bir işimiz yok gibi geliyor" diyen İrdal'a şöyle cevap veriyor Ayarcı; "ama sizin aklınızla, yani mantığınızla hepsine itiraz edilebilir! on dakika, hatta beş dakika, üç dakika üzerinde düşünmek her işi gülünç yapabilir. herhangi bir şeyi mantığın dışına çıkarmamız için ona biraz dikkat etmemiz kâfidir. ... dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. işleri onları görecek adamlar icat eder. biz de bunu icat ettik. bunu bizden evvel kimsenin düşünmemesi veya başka bir şekilde düşünmüş olması, müsbet olmasına mâni midir, sanıyorsunuz? biz bir iş yapıyoruz, hem mühim bir iş... çalışmak, zamanına sahip olmak, onu kullanmasını bilmektir. biz bunun yolunu açacağız." 
Neredeyse tüm kitabı yazacağım bu gidişle;) Böyle bitsin şimdilik.

***Bu iki alıntı ise, Tanpınar'ın Huzur'undan. Mümtaz Nuran'la böyle konuşuyordu, buraları biliyorum. Ve tabii, benim Huzur'u bitirmem şart oldu;)

Salı, Ocak 10, 2012

Justine Brüksel'den.... ah pardon bildiremiyor!

(Foto şuradan.)


Dün gece Poliş'le konuşurken Brüksel lahanasıyla harika bir garnitür yaptığını söyledi. Öyle güzel anlattı ki yemeği, bu akşam yapmam kaçınılmazdı, eh zaten boş günüm, Mentalist'leri de bitirdim, akşam bir ziyafet çekeyim kendime dedim. Demez olaydım! Öyle valla, evdeki hesap yine çarşıya uymadı. Anlatayım; sabah geç kahvaltıma Mentalist'in son iki bölümü (4*9 - 4*10) eşlik etti, çay içip keyifle Patrick'in gülümsemelerini izlerken aklımda hep Brüksel lahanası vardı;) (inanın bana;p) Akşam altı gibi çıktım mutfak alışverişine, Brüksel lahanası ve biftek alıp üstüne dolaşacaktım güya, hava almak sağlıklıdır değil mi ama? Çok sağlıklıymış anladım, on beş dakikada hem alışveriş yapar hem de havamı alırım diyordum, aldım evet, havamı aldım tabii, lahanaları değil;p Neredeyse bulunduğum muhitteki tüm marketleri ve manavları dolaştım, yok yok yok. Sonra aşağıdaki Tansaş'a gideyim belki orada vardır dedim. Mini Tansaş'mış ama bana epey büyük geldi, bir heyecanla girdim içeri, ı ıh orada da yokmuş. Kasadaki kıza sordum, sanırsınız Sierra Nevada'da altın arıyorum, bir umut, bir istek. İleride bir market daha var ama, bilmem ki, dedi kız. Ben bilirim, dedim içimden, hah ha bugüne bugün hafiye gibi bir şeyim, Mentalist izliyorum ya;p Yok dostlar, eve gelene kadar üç Kipa (küçük), iki Diasa, iki Gürmar, bir Kibarım (fazla takılmayın, İzmir'e özel bir güzellik;)), iki bim ve onlarca market geçtim, bulamadım benim lahanayı. Bu zoraki gezi sırasında, Rüya'nın odasına duvar süsü ve çok fazla lüzumsuz şey aldım elbette. Ama sadece o kadar. Bir de tam evin önüne geldiğimde, istisnasız haftanın her günü arabasıyla berber dükkanının önünde durup sebze satan bir adam var onu gördüm, ona da sorayım ne olacak ki dedim. Zaten tozutmuş, iyice geyiğe sarmışım. Adam ne dese beğenirsiniz; ilk önce ani bir hareketle poşetlerin birine doğru yöneldi  (evet, o sıra kalbim hızla atıyordu) ve sabah vardı ama kalmadı dedi. Hah ha, hadi canım, yapmayın, dedim. O da güldü, yok valla, vardı ama hemen bitti, kış ya, vitaminli diye alıyorlar, dedi.  Yalan, fakat hoştu, ikimiz de gülüyorduk muhabbetin sonunda;) Uzun lafın kısası; eskiden oturduğum yolu gözümde büyütmeyip Hatay'a gitseydim (eski semtim), oradaki büyük Tansaş'ta Brüksel lahanamı da belamı da bulacaktım ihtimal, ama ben burnumun dikine gidip neredeyse tüm Yeşilyurt'u tavaf ettim. Saçmalık.
-------
Şimdi o güzel tarifi (merak edenler için Poliş şu iki siteye bakmış; biri bu, diğeri de şu. oralardan yardım alıp, değiştirerek yapmış) yapmak yerine biftek ve fırında patates yapacağım. Olsun, fırında kremalı patates muhteşem bir eşlikçidir ve etin yanına basit, tatsız tuzsuz lahanalardan daha güzel yakışır, eminim buna;p

Yemek zamanı, patatesleri hazırladım ama fırına sürmeliyim. Et işi kolay. Bana ve link verdiğim tarifleri deneyen herkese afiyet olsun, ne diyeyim?;)
--------------------------
p.s.: -Yemek tarifi bakarken şunlara da rastladım, belki ilginizi çeker.
1 2 3 4
 -Yazıya iliştirdiğim şarkıyı daha önce de koymuştum bloğa, fakat Julie London'ın sesini pek beğeniyorum ve konuya da uydu. Böyleyken böyle.

Çarşamba, Ocak 04, 2012

şifa niyetine; tavuk suyuna çorba

"...
Soslarda olduğu gibi çorbalarda da, esin perisine ve yemek pişirme içgüdüsüne özgürlük tanınabilir. Talimatlarla sınırlı kalmak gerekmez; bu durumda da, verilen tarifler ancak bir çıkış noktası, esinlenmeye açılan bir penceredir. Kusursuz bir çorba yapma konusunda az bulunur bir yetenek sahibi -neredeyse dâhi denir bunlara- kişinin yaptığı çorbalar hiçbir zaman tıpatıp birbirinin aynı olmaz. Benzerlikler olsa da her bir yaratı tektir. Bu durumda çorba tarifi, müzisyenin partisyonu gibidir: Her kişi, kendi ruh durumuna ve becerisine göre yorumlar onu. Tencerenin kapağını açıp da kepçeyi o sıvının içine daldırınca, kesin olan tek şey olmalı: Her seferinde yepyeni bir şeyin tadına bakılacaktır.
..."
                                                     i. Allende/Afrodit-Afrodizyak Yazılar Afrodizyak Yemekler



Hastalığa en iyi ne gelir dersiniz? Evet, çorba; özellikle tavuk suyuna çorba. Dün, sağolsun Alkım hatırlattı bana, bu akşam yaptım ben de. Grip nefes aldırmıyor, burnum tıkalı ve gözlerim yanıyor. Kahvaltıdan sonra bir bölüm Mentalist (sıktı biliyorum ama benim durumlar böyle, ne yapayım?;)) izleyip dışarıya çıktım, tek bir amacım vardı; pek methedilen bir ilaca kavuşmak, A-ferin Sinüs. Sağlıkçıyım güya ama bilmem o işleri. Herkes aynı ilacın adını verince, vardır bunun bir numarası dedim, hemen aldım. İlaçkoliğim ben zaten, söylemiştim. Çok çok inanırım ilaçların iyileştirici gücüne, ilginçtir hekimlere güvenmem ilaçlara güvenirim. İşte, böyle komik, saçma işler. Biraz önce içtim ilacı, koltuğa uzanıp film ya da başka bir şey (anladınız! bitiyor, az kaldı;p) seyredeceğim. Yaptığım çorba inanılmaz lezzetli, harika bir şey oldu, tarifini sizlerle de paylaşayım, öyle döneyim işime. (Yemek bloğu olsaydı burası ne dert olurdu ne de tasa, bazı bazı düşünmüyor değilim;p)

Allende'nin dediği gibi her elin yemek yapışı farklıdır, hâliyle lezzeti de. Ben ince hesaplarla, milim milim verilen tarifleri sevmem zaten. Canım ne istiyorsa yaparım mutfakta, karışık, komik, saçma sapan döner dururum yemek yaparken (bkz ;)). Bu akşam da öyle oldu. Neyse, hemen tarife geçeyim; Bir parça tavuk göğsünü (kafanıza göre olsun ölçüsü) haşlayıp, suyunu ayırdım ve tavuğu küçük parçalara böldüm. İki çorba kaşığı (ya da biraz) tereyağını kızdırıp, bir- bir buçuk yemek kaşığı unla karıştırdım. Unun kokusu gidince tavuk suyunu süzerek tencereye koydum, dört yemek kaşığı yoğurt ve bir yumurtanın sarısını karıştırıp yaptığım terbiyeye, bu sudan biraz katıp, yavaş yavaş çorbaya terbiyeyi ekledim. Sonra iki diş dövülmüş sarmısağı ekledim ve tam anlamıyla pürüzsüz bir içimi olsun diye blender'dan geçirdim. (Az kaldı kurtuluyorsunuz;)) Sonra da küçük parçalara ayırdığım tavuk etini ilave ettim çorbaya. Bitti işte. Ben birazcık yağ kızdırıp, pul biber ve nane karışımından sos yaptım üzerine, isteğe kalmış tabii bu. 

Hasta, özellikle grip olanlara tavsiyem olsun, tavuk suyu çorba çok çok iyi geliyor güçsüz vücuda. Tarifim karışık geldiyse nette binlerce tarif var, bana kalırsa hiç üşenmeyin kalkıp yapın birini. Hastayken kişinin kendisine vereceği en güzel hediye çorbaymış, bugün bunu anladım ben.


Böyle sakin müzikler (yukarıya eklediğim)  dinleyip, yine sakin, hastalığın gidişatıyla uyumlu, kalın hırkalı, iç çekişi bol, yağmurlu, sessiz filmler izliyorum bu günlerde. Geçen gün Jane Eyre'in son uyarlamasını seyrettim. Çok sevdim ben. Eğer sıkı bir uyarlama izlemek istiyorsanız aklınızda olsun bu film, online film izleme sitelerinden de izlenebilir sanıyorum. Yeni bir film çünkü ve romanın seveni çok. 

Ne diyelim; hastalıklardan uzak, iyi seyirler olsun.
--------------
p.s.: Çorbanın yoğun tavuk suyu kokmasını istemiyorsanız, siz de benim yaptığım gibi yapın; çorbaya iki bardak tavuğu haşladığınız sudan katarken, üç bardak kadar da normal su (kaynar su tabii) ekleyin. İnanın böyle daha hafif ve güzel oluyor.