Çarşamba, Mart 28, 2012

büyülü



"...
pencere kenarında baş tıklıyor bir güvercin,
bakmak istiyor sanki perdeden içeriye;
yuva yapmış kırlangıçlar loş girişe:
buna havalı denir, evet, buna ben -büyülü derim.
..."
beyevi/r.m. Rilke - İyi Ruhlara Adak

-Sabah nöbetten geldim, biraz daha uyku, biraz daha, biraz daha derken ikide almam gereken antibiyotiği dörtte içtim. Uyku, büyük uyuşturucu.
-Türk kahvesi güzel, ama keyfi kısa sürüyor, büyük fincanla içsem bile soğuyor, tadı kaçıyor, eh kaçtı haliyle.
-Sadece bir şey almak için markete gidecektim, kimseye görünmeden beceririm bu işi dedim, olmadı. Arabayı evin önüne çekerken, alt kattaki komşumu gördüm, merhabalaştık, biraz konuştuk, ayrıldım. Arabayı kilitlemeyi unutmuşum, bu durumda; ya iki işi bir arada yapamıyorum, ya sosyalleşmek beni heyecanlandırıyor ve yapacağım işi unutuyorum, ya da saçma sapan bir tipim.
-Şiirin çevirisine inanmıyorum, şiir çevrilemeyen bir şey bana kalırsa. Çok evirip çevirirsen, şiiri kendinin yaparsan, belki oluyor (kaplan kaplan!), yoksa gerisi boş. Yukarıdaki örnek gibi anlamsız, basit birkaç dize kalıyor elimizde. Ki Rilke candır, severim.
-İş yoruyor beni, ve fark ediyorum da işten çok konuşmalardan yoruluyorum. Çalışanlar birbirini tüketiyor, budur yorgunluğun özeti. 
-Hugo'nun İdam Mâhkumunun Son Günü'nü okuyorum. İlk gençliğime döndüm, tuhaf bir yabancılaşma, bu kelimeler, o kelimeler mi? Denklemde ters giden bir şeyler var.
-Sherlock'u zevkten dört köşe, bitmesin diye yavaş yavaş, sindire sindire izliyorum. Elin senaristleri zeki tabii, ne hoş diyaloglar yazıyorlar, her cümlede gülümsüyorum. Yıllardır aynı şeyi söylüyorum; bir Türk dizilerinin yavaşlığına bakın, bir de yabancı dizilerdeki kurguya. Müthişler, daha ne denir ki?
-Komşumla konuşurken, arabaya yan gözle bakıp dikkat ettim, zavallı o kadar kirli ki, tozdan ve yol çalışmasından dolayı biriken çamurdan, çocuklar arabanın üzerine ismini filan yazmakla kalmaz, yaratıcı heykeller yapar, o derece. Ah, hep bu çalışmalar dedim, utanarak. Yalan da değil! (yazarken birden sinir yaptım valla;))
-Antibiyotiği geç içmem kötü oldu, yarın sabah mesaiye gideceğim ve geç yatmamam gerek, bu durumda ya ilacı içmeyi erkene alacağım, ya da içmeyeceğim. Son haptı, içmezsem gözüm arkada kalacak;p
-İlaçları ve mucitlerini (ne komik kelime bu) sevdiğimi söylemiş miydim?  Evet, bazen ciddi ciddi batırıyorlar ama, insan işte, hatalı ve defolu. Ağrılar geçsin, yeter. 
-Şiirin çevirisini beğenmedim, peki niye koydum buraya? "Büyü" kelimesi yetti, ondan.
------------------
Bir ağırlık, bir tuhaflık var hareketlerimde, bahar çarptı desem, daha çarpacak kadar yakınlaşamadım kendisiyle. Başka bir şey bu, Poliş'in işi ters gidiyor, ona moralim bozuk, kafam karışık. Yine dar zamanlar, özeti bu.
--------------
p.s.: Geçen gün marketten aldığım çiçek bir günde açıp, serpildi. Diğer tüm canlılar günü kutlamayı bizden iyi biliyorlar, doğruya doğru. Lalenin diğer fotoları ben banyomu yapıp, yemeğimi hazırlarken -sanırım-  şuraya yüklenmiş olacak.

Cuma, Mart 23, 2012

havalar değişsin

(Lilişka ve ben, bir de eski baharlar, yazlar)

 (Erica Jennings/It's a Lovely Day)

Sonra sonra sonra, ve bu gece;
hastalığım ilerledi, ne hoş! Boğazımda küçük küçük eller, karıncalar, yutkunmak ölüm gibi. Çaylar, bitki çayları, ağrı kesicinin etkisiyle güzelleşen kitap okuma anları, ilacın etkisi geçince "ah niye hasta olunur ki?" hezeyanı;)  Her şeye rağmen kalkıp bugün evi temizledim, dip köşe değil, ama toz aldım, süpürdüm. Böyle otursaydım, delirirdim. Ev kirli, ben kötüyüm. Bu akşam dışarı çıkıp bira içecektim arkadaşla, güya. Onun siniriyle kalktım iş yaptım zaten, yetmedi ıspanaklı börek yaptım kendime. Sanırım ben hasta olduğumda hep ıspanaklı börek yapıyorum, silik bir şeyler hatırlıyorum, bakayım bir öyle mi?
Evet, eski yazılarımdan birine baktım, öyleymiş.
Netten bir iki yazı okudum, Saf ve Düşünceli Romancı'ya başladım, çok keyifliydi, sonra  yutkunamamaya başladım tekrar, bıraktım kitabı, can sıkıcı videolar izledim. Gündem sıkıcı, kötü, üstünü çizmeliyim.
Bahar gelmiş, bu iyi işte. Güzel bir bahar fotosu olsun sayfada, yukarıdaki şarkıyı dinleyeyim. Birazdan kalkıp C. ve Passive'in tavsiye ettiği bitki çayını yapacağım. Antibiyotiğe öğlen başladım zaten, birazdan ikinci hapı da içeceğim, sabaha mis. (kendini kandıran alık kadın, ben şapşik derim;p) 
Lilişka bu sabah aramış, ben uyurken telefonu sessize alırım, duymadım. Boğaz ağrısıyla yatakta bir o tarafa, bir bu tarafa dönerken telefonun ışığını gördüm, açtım, Liliş; "Bıdı başladı, haber verecektim, neden açmadın telefonunu" diyor;) Hah ha, komik bebek, "hadi ya, hemen açıp seyredeyim, hangi kanaldaymış o, dedim. Trt'deymiş. "Arkadaşım Bıdı", ne salak bir program ismi, ama ne tatlı;p

Çok konuştum, değiş tonton! Bunu bilen bilir, yaşı olan bilir ya da. Header da kurtulsun kıştan, bir oh çekeyim. Neyse, hiç sevmem ama bitki çayı zamanı. Belki sonra bir film, hadi bakalım.
------------------------
 

Michael Moore'un Capitalism: A Love Story belgeselini izledim az önce, fena değildi. Ben Moore'u severim, ahlaklı bir insan olduğunu düşünürüm, sosyalist olduğu için severim, iyi niyetli ve inandığını yüreklice söylemesini takdir ederim vs. vs. Bowling for Columbine belgeseliyle Oscar aldığı yıl savaş vardı, hep var da, o yıl Amerika ve koalisyon ülkelerinin Irak'a girişi tazeydi. Dün gibi hatırlıyorum, o yıl kırmızı halı yapılmamıştı Oscar'da, güya savaş var diye şıklık yapıyorlar. Keyifsiz keyifsiz seyrediyorduk Poliş ile, canımız sıkkındı törene katılan herkes aptal, can sıkıcı görünüyordu gözümüze. (laf aramızda ben savaş hakkında yazılan tüm köşe yazılarını kesiyordum gazetelerden, arşiv yapıyordum. tabii, o zamanlar nette şimdi olduğu gibi her şeye ulaşamıyorduk. yıllar geçsin, nasıl değişecek hepsinin fikri, göreceğim diyordum. gerek kalmadı şimdi.) Neyse, uzatmayayım, sonra Moore ödül aldı, sahneye çıkıp konuşmasını yaptı ve sonra çok meşhur olacak cümlesini söyledi. Kahve içiyordum, kahvemi bir kenara koydum, dikkatle onu dinledim. Gurur duydum, ve o an onu alkışlamayıp, protesto eden, surat asan tüm oyuncular, yönetmenler, her kimse işte,  gözüme korkunç itici göründüler. Sistemin her şeye boyun eğen parçası olmak bir kenara, olmayı reddeden bir kişinin laflarını bile sindiremiyorlardı. Böyle bir pişkinlik. Her neyse, Bowling for Columbine belgeseli iyidir, Moore sağlam adamdır. Evet, belgeselleri ajitatif, manipüle edicidir ama bu beni rahatsız etmez. Bazen kör gözüm parmağına yapar, bazı şeyleri çocuklara masal anlatır gibi anlatır, yine de severim ben onu. Bu neye benziyor bilir misiniz? Anlatayım; Alev Alatlı'nın Or'da Kimse Var mı? serisinin üçüncü kitabı "Valla Kurda Yedirdin Beni" de Şiran Ören Günay'a, çıkışsız tartışmalarından birinde, şöyle der; “Nedeni medeni yok! Ben komünistleri seviyorum, işte, o kadar!” .
Buna benziyor işte, Şiran'a çoğu zaman hak vermiyordum, Günay için üzülüyordum (ben aslında anlatıcı Mehmet'i severdim), fakat bu lafına bayılıyordum. Biliyorum çünkü o inancı. Ken Loach'u, Ahmet İnsel'i, Yıldırım Türker'i ve Moore'u bunun için seviyorum. Belki Moore bu saydığım isimler arasında en naifi ve en merkeze kayanı ama olsun, yaşam dediğimiz titrek bir ömür, ve bu kısacık kurguda sağlam insan bulmak çok zor.
-----------------
p.s.: Afişin üzerine tıklarsanız belki belgeseli izleyebilirsiniz. Hep dediğim gibi ben online izlemedim, link düzgün çalışıyor mu emin değilim. 

Çarşamba, Mart 21, 2012

bakma, sakın

(La Notte filminde Jeanne Moreau)

"...
bunu ta başından biliyordum
bir gün buralarda sonuncu kalışım olacaktı
ellerinin bir anlık şeklini tutacağım
bozkırdan günün son treni geçecek
ben her şeye ardından bakacağım
bunu ta başından biliyorum
durdum bekliyorum, gelme.
..."
g. Akın/siyah beyaz*


Sabah, kahvaltı yapmadan dışarı çıktım, kulağımda müzik. Uzun süredir böyle müzik dinlemiyordum, mp3 player'ımı unutmuştum bir yerlerde. Güzel oldu hatırlamam. Kimseye değmeden yürümeye çalıştım, konuşmadan işlerimi hallettim. Hava çok güzel, konuşmaya, bakışmaya gerek yok. Sadece bu havayla bile yaşanır. 

 
Eskilerden bir şarkıya takıldım, uzun, upuzun yürüyüşümde onu başa sarıp sarıp dinledim. Hemen üstteki, Placebo şarkısı. Çok olmuş dinlemeyeli. Benim ilaçlarla aramda güzel bir ilişki vardır, başım sıkıştığında hemen onlara sığınırım. Hiç utandırmazlar, başımın ağrısı geçer, boğazım yanmaz. Bir zamanlar uykuya da onlarla giderdim, uzun süredir gerek duymuyorum. Ama o hissi sevmezdim, yalan yok, uyku hapı aldıktan sonra beynin sallanması, bir ileri bir geri, yastığa düşüyormuşsun gibi bir uyku gelir sonra. Hiç hoş değildi, rahatsız olurdum. Geçelim. Duracağım yer şu; miyop gözler, dalgın bakışlar için de bir hap olmalı; kimseye görünmeden sokağa çıkmalı, saydam, sessiz.  

İnsanlara ve dünyaya uyum sağlayabilmek için dilimde döndürüp durduğum bu ilaç çok tatsız, keyif vermiyor. Peki, ne yapmalı?
-------------------------
*Şiiri Piktobet'in bloğunda okudum, Gülten Akın'ın şiirlerini severim, fakat bunu daha önce görmemiştim. Piktobet'in sitesi onlarca alıntıyla dolu, çok beğeniyorum ben. Meraklısına tabii.

Cumartesi, Mart 17, 2012

gören göz


İstanbul'dayken Kariye Müzesi ve Rembrandt sergisi fotoğraflarını koyamamıştım buraya, vakit yoktu, koşturup duruyordum, şu, bu. Şimdi boş boş oturuyorum bu sefer de tembellikten hiçbir şey yapamıyorum, elim kolum oynamıyor inanın. Neyse, kahvaltıdan sonra üşenmedim, oturdum fotoğrafları flickr sitesine yükledim. Fotoğraflar, profesyonel işi değil, hepsi benim cep telefonumla çekildi (pardon Poliş'in telefonuyla çekilenleri de atmıştım pc'ye.) ama hiç yoktan iyidir diye düşündüm. Benim işime yaradılar. Dün geceden beri onlara bakarken, çok şey düşündüm, araştırdım, okudum, umarım sizin işinize de yarar, gitmeyenler Kariye Müzesi ve Rembrandt (elbette çağdaşları;p) sergisi hakkında bir fikir edinirler. Fotoğraflar şurada.

(Mehmet/Muhammed Siyah Kalem'den kedi tasviri)

Ressam Metsu'nun yukarıya koyduğum resmine bakarken, aklıma çok eski tarihli Toplumsal Tarih dergisinin bende olan bir sayısı geldi; orada kedilerle ilgili bir dosya vardı, çoook önce okumuş, beğenmiştim. Arkeoloji kitaplarımın arasında kalmış, buldum -bulmak biraz zor olsa da;)- çayımı içerken bir iki yazıyı tekrar okudum. Türk sanatı ve sembolizminde kedi, başlıklı yazıda, kedinin günümüzde kent ve yerleşik kültürün çok içinde olmasına karşın eski türklerin hayatında pek önemi olmadığı söylenmiş. Hatta bu görüşü desteklemek için devamlı mücadele halinde olan bozkır kavimlerin ruhunun (karakterinin) kedilerle uyuşmadığı örneği verilmiş, şöyle ki; köpekler eti bulunca kavga ederler, paylaşamazlarmış, oysa ki kediler yiyecek bulunca ortalıkta yerlermiş. Düşündüm, bence iki cins de ortalıkta yiyor ama yazıya laf atmayayım şimdi, araştırıp, yazmışlar;) Sonra, şehir insanına kedilerin tabiatının uyduğu tespitinde bulunulmuş. Yumuşak ve paylaşımcı karakterli şehir insanı (bak sen!;p) kediyle benzer özellik gösterirmiş. Tabii bu fikirler Türk Mitolojisi, isimli kitabın yazarı Bahaeddin Ögel beyefendiye ait, dergideki yazının sahibi Yaşar Çoruhlu bu görüşlere yazısında yer veriyor ama katılmıyor. Eski Uygur dilinde kediye "miskiç" denirmiş ve "manu" bozkır kedisi anlamına gelirmiş. Erkek kediye ise "kök çetük" denmesinin nedeni önemliymiş; gök kelimesi göğü ifade ederken aynı zamanda tanrıya da işaret ediyormuş. Hah işte, doğru anladınız erkek kedi sembolik olarak göğe ilişkin ruhlarla bir  tutuluyormuş. Çok güzel iki hikâye anlatılıyor yazıda, ben birini kısaca aktarayım size; çok yaşlı bir adam ormana odun kesmeye gitmiş, keseceği ağaç kütüğünden bir kedi ortaya çıkmış, neden yuvama vuruyorsun, diye sormuş kedicik. (ben sevimli hâle getirdim, evet;)) Adam ihtiyacı olduğunu, fakirliğini söylemiş, kedi ağacı bırakmasını, gidip eve yatmasını tavsiye etmiş. Adam tavsiyeye uymuş ve sabah kalktığında pek çok yiyecek ve malı etrafında görmüş. Eh tabii, insan sonuçta, yetmemiş ve tekrar bizim kedinin yanına gitmiş, ağaç kütüğüne vurmuş, bunlar bana yetmez demiş. uzatmayayım aynı olay tekrarlanmış ve adam sabah uyandığında bey olduğunu görmüş. Ama adama bu da yetmemiş, benden güçlü tanrı var, tanrı olmak istiyorum demiş. Kedi evine git uyu demiş yine (C. olsa nasıl da sevinerek gider, uyurdu hemen, ayrıca onun beylik, mal mülkte de gözü yok, ohhh mis gibi uyu akşama kadar;p), adam uyumuş ve uyanmış, ne görse beğenirsiniz (hikâyeyi masal yaptım;)); sahip olduğu her şey yok olup gitmiş. Kediye gidip, ağaç kütüğüne son kez vurduğunda kedinin orada olmadığını görmüş, ağacı kestiğinde içinden de çıkmamış. Eve dönmüş ve sonra ölmüş. İşte böyle, kedi eski türklerde ve belki şimdi de ölüm, kader ve ecelin alegorisi olarak görülüyor. Kara kedi (renklerdeki sembolizm) uğursuzluk belirtisi sayılıyor. Tanrı şekline giriyor, cin gibi etrafta dolaştığı düşünülüyor. Bahsettiğim dergide Bir Zamanlar Tanrıydılar, başlıklı bir yazı var, Oğuz Tekin imzalı. Tekin'i tarih ve arkeoloji ile ilgilenenler iyi bilir, bu yazıda da eskiçağ'dan ortaçağ'a kediyi anlatmış, ben çok beğendim. (yazının sonuna kendi kedisi rüştü'nün fotoğrafını da koymuş, çok tatlı;)) Kısacık bir araştırma yazısından (8-9 sayfa kadar) çok ilginç şeyler öğrendim; kedilerin parlayan gözlerinin Mısırlılar'a tanrılarını hatırlattığını (güneş tanrısı-Atum-Ra), güneş battıktan sonra bile, bu tanrının yeraltı dünyasının karanlığında parladığını, kediler ve sahipleri arasındaki ilişkinin kedi ile annesi arasındaki ilişkiye benzediğini, ön patileriyle sahibine masaj yapma sinyalini veren kediciğin (yine ben;)) annesinden süt istediğinde de aynı hareketi yaptığını, kadınların kedileri çok sevmesinin ve yakınlıklarının sebebinin, yavrularını kucaklarında tutuyor hissine kapılmaları ve daha yaşlı kadınların ise çocuklarını hatırlamaları olduğunun düşünüldüğünü bu yazıyla öğrendim. Tabii bunlar sadece varsayım, ama hoş, güzel fikirler, ayrıca mantıklı da. 

 (Nicolas Maes/Hayalci-Penceredeki Genç Kız - Rembrandt ve Çağdaşları sergisinden.)

Çok uzadı, oysa ben sadece fotoğrafların linkini verip işime bakacaktım. Araya bir sürü ıvır zıvır alıp Palomar'ın son birkaç sayfasıyla bir türlü vedalaşamıyorum. Onu bitirip, yeni kitaba başlayacaktım, güya. Hem bir de, Maes'in Hayalci Kız'ı hakkında duygusal bir yazı yazmaya niyetlenmiştim. (ah, yazmadığın iyi olmuş mu dediniz?;p) Olmadı yine. Olsun, bloğun bu özelliğini seviyorum. Kural, düzen, şart, hesap, kitap yok, aklına ne gelirse yazıyorsun. Tez yazmaktan bin kat daha güzel ve eğlenceli;) (ben daha hâlâ, tez hocamla yüz yüze görüşemedim bu arada, telefonla konuştuk kim bilir kaç ay önce, yıl oldu gidemedim adamın yanına. bravo bana!)
--------------------------------
Genç kız hayal kurar, kedi yemek yer, ve bir göz tüm bu olanları görür. 

İşte böyle, çok konuştum gideyim artık, siz de eğer insana en yakın hayvan, kedilerle ilgili eğlenceli ve ilginç şeyler okumak isterseniz Toplumsal Tarih dergisinin Mart 2004 sayısıbulmaya çalışın. Ben yıllar yıllar önce Kadıköy'de bir sahaftan almıştım, iyi ki de almışım. Dönüp dönüp okunuyor bu tür dergiler. Hüseyin Rahmi'nin Kedim Nasıl Öldü, hikâyesinden harika bir alıntıyı sonraya saklıyorum, belki bir gün unutmazsam yazarım. Roma'da kedi, Yunan ve Mısır'dan kedi hikâyeleri ve onlarca güzel betim var dergide. Ne hoş, birileri görüyor ve gördüğünü şekle, yazıya döküyor. Düşünüyorum da, ressamların muhteşem çizimleri, yazarların harika tasvirleri olmasa dünya yine aynı güzellikte görünür müydü gözümüze? Kediler, Siyah Kalem'in kedisi kadar toparlak ve şaşkın, genç kızlar Maes'in çizimindeki gibi dalgın ve kederli olur muydu mesela? Bilmiyorum, fakat hayat kurgu kadar renkli değil bundan eminim, ya da şöyle; renklerini gören bir göze ihtiyacı var.

---------------------
p.s.: -Rembrandt hakkında güzel bir belgesel izlemek isterseniz BBC çekmiş, koymuş önümüze, şuraya buyrun
-Mehmet Siyah Kalem'in bu çizimine tek kelime ile ba-yı-lı-yo-rum ! Sergi ile ilgisi yok, sevdiğim için ve kediler hakkında konuştuğumdan aklıma geldi, koydum. Peki neden heceledim, elbette heyecandan;p Sevdiğim şeyler karşısında birden alıklaşıyorum.
-Polişka'nın (bloğu yeni okuyanlar için; kardeşim olur kendisi) yeni bloğundan da bahsedemedim. Yanda bağlantısı var, çok önce eklemiştim sayfama. Geç Saatler, başlıklı. Diğer -tematik-  bloğundan farklı olarak, böyle kişisel bir blog açmasına en çok ben sevindim, onun için daha çok bahsedilmeyi hak ediyor. Kendime sözüm olsun. (o sevmez reklamının yapılmasını;p)
-Flickr güzel siteymiş ama fotoğraflar yavaş yükleniyor, ya da benim bağlantımda bir sorun vardır, bilemedim şimdi. Kahvaltıdan sonra başlamıştım yüklemeye, saat kaç oldu hâlâ yüklüyor. Bitsin, yazıyı öyle yayınlayayım.

Salı, Mart 13, 2012

yakınlık uçurum yaratır, o uçurum şiirdir sevgilim


"...
ey canımın güftesi, eylülün ikinci haftasıydı o sıra
bana gülümseyerek getirdiğin bir bardak suydu o sıra 
hatırla denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık
bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra 
..."
t. uyar/kıyıdaki elmaya bir ses 
 

"...sevgilim, şimdi ben çok yorgunum. yorgunluk bir sıvı gibi vücudumda dolaşıyor. olsun, evinde duvarlar yardım eder insana. akşamları çökmesi tanrının merhameti nasıl olsa. ama senin yaşamadığın yer, nasıl benim evim olabilir?..."

"...çok kızıyorum, çok üzülüyorum ama kitabım bitince yarın nöbet için hazırladığım çantaya ilk senin yazını atıyorum. dergiye yazdığın yazıyı okumak, tekrar okumak, sevdiğim adamın çok sevdiğim kitap hakkında ne düşündüğünü bir daha okumak, onun benim ne düşüneceğimi merak ettiğini bilmek, onun için bu kitabı bana hediye ettiğini anlamak, "o şey" senin ve benim, bizim düşündüğümüz tüm şeylerden daha karışık..."

"...kimi zaman kulaklarımla rüya görürüm. karanlıktır, sadece ses vardır. korkutmayan, sağaltan bir ses. sanki görmek denen şeyden hiç haberim yokmuş gibi, acı duymadan dinlediğim bir ses. senin sesini öylece duyuyorum kimi zaman, uyanıkken. konuşmazken, şuuruma ihtiyaç duymazken. seni dinlemiyorum, çünkü seni dinliyorum..."
 
"...kesintisiz konuşurken araya giren es, çarpılıveren cümleler, anlatamamanın üzüntüsü, peki'ler, oldu'lar, tamam'lar, iyi'ler, o şey orada saklı. öyle saklanmış ki üstelik; hem, hemen buluverecekmişiz gibi, ve bizi teselli edip rahatlatacakmış gibi ona güveniyoruz hem de hiç bulamayacağımızı, peki'nin yerine başka hiçbir kelimenin konulamayacağını çok iyi biliyor, o karanlık huzura sığınıyoruz..."
------------------
Doğum gününü buradan ikinci kutlayışım, geçen yıl doğum günleri önemlidir öğreteceğim demiştim, eh biraz öğrettim sayılır;) Yine geçen yıl Chagall'ın harika bir resmini koymuştum, şimdi beraber çektirdiğimiz ilk fotoğrafa bakıyorum. Ne kadar önemli bu fotoğraf, ne kadar seviyorum, bilsen. Daha nice kutlamalar olsun canım, iyi ki doğdun, kutlu olsun.

Çarşamba, Mart 07, 2012

ve sabah oldu, ve akşam oldu

 (Kariye Müzesi, apsisteki muhteşem anastasis -diriliş- sahnesi.)
 

Bir bakalım, kaç gün olmuş? Hmmm, tam on bir gündür İstanbul'dayım, ne çabuk geçiyor izin, haliyle zaman da. Bloğa yazı yazmak dün akşam aklımdan geçmişti, sonra dakikalar dakikaları kovaladı tabii, ve sabah oldu, ve akşam oldu (kariye freskoları etkiledi beni, dini kitapların ağzıyla konuşuyorum;p) sonunda bu gece oldu, bilin bakalım, şimdi ne durumdayım?;) Trak gelmek, der ya tiyatrocular, hah işte o hâldeyim. Geçen bir kafede Poliş, sevgilisi, C. ve ben, Tabu gibi bir oyun oynamıştık, keyifliydi (C. ve Volkan öyle umutsuz iki vakaydı ki, nasıl olur, anlatabilirler mi, oynamayı beceremezler filan diyorduk, eh fena değillerdi, konuşup, hareket edebiliyorlarmış;p), oyun sırasında Volkan aynı durumu yaşamıştı. Öldür allah, anlatamıyor adam, bir kelime bile çıkmıyor ağzından. Tabii, benim etkim de büyüktü tutulmasının üzerinde ama olsun, durum komikti. Neden anlattım bunu ben şimdi?;) Bir yandan bir şeyler atıştırıyorum da ondan böyle dalıp dalıp gidiyorum sanırım. Leyla Justine. 
Böyle hâller içinde bir kadın işte, uzak kalınca buralardan yazmak zor geliyor. Neyse, atıştırıyorum demişken bugün ne yaptığımı da yazayım kısaca. Çok uzun süredir yapmak istediğim bir tarif vardı, Hayal Kahvem bloğunda görmüş, denemeyi aklıma koymuştum. Vildan pişirmiş, güzel güzel de (o her şeyi şeker gibi anlatıyor aslında, Poliş'le hayranıyız onun neşeli hâllerinin, bir de o kadar sıklıkla yazı yazmasının tabii) anlatmıştı. İzmir'de yapacaktım, olmadı bir türlü. Olmadığı iyi olmuş, tek başına yemek zor gelirdi, şimdi burada bizimkilerle daha keyifle yendi, bitti üstelik. Pırasalı tart yaptım, harika oldu. Liliş bile yedi, daha nasıl anlatılabilir ki yemeğin lezzeti;) (lilişka yeme konusunda çok sorunlu, bir zamanlar bana bir daha yemek yapma, demişliği bile vardır) Biraz önce bağlantıyı verdim, onun için tekrar anlatmayayım nasıl yapıldığını. Ben Vildan'ın tarifini aynen uyguladım, sadece krema ölçüsünü bir iki kaşık arttırdım ve tel peynir kullandım, o kadar. Müthiş oldu bir deneyin bana kalırsa, pişman olmazsınız.
 (Abraham Mignon/ Devrilmiş Buket. Rembrandt ve Çağdaşları sergisinden.)

Yazıya başlarken Kariye Müzesi'ndeki harika freskoları, Rembrandt ve Çağdaşları sergisindeki muhteşem resimleri anlatır, fotoğraflarını bir fotoğraf sitesine yükler, bağlantılarını da buradan veririm diyordum. Yok, tatil beni iyice tembel yaptı, okumak, izlemek, konuşmak, gezmek ve uyumak dışında hiçbir şey gelmiyor elimden. (yok yahu, başka şeyler de var tabii, geçelim ama;p) Şimdi koltuğa uzanıp biraz dinleneyim ben, sonra becerebilirsem yatağıma gider uyurum, yarın da Lilişka için tazelenmiş bir şekilde kalkarım. Lily ile son günüm yarın, sonra yine C. ve İzmir. Belki C. işteyken bir yazı girer ve çektiğim fotoları paylaşırım burada. Güzel olur. Kariye Müzesi'ni çok seviyorum ben, küçücük bir yerde çok sayıda fresko, mozaik ve süsleme var. Bu ikinci gidişim ve tekrar, tekrar gitmeliyim, müthiş bir kilise orası.  Rembrandt ve Çağdaşları sergisi de güzeldi, zaten Rembrandt'ın resimlerini severim, arkadaşları da iyiymiş, gördüm rahatladım;p
-------
Fotoğraf paylaşımı için hangi site daha kolay kullanımlı ve güzel acaba? Buraya çektiğim tüm fotoları koymak saçma olacak. Neyse, şimdi yatayım ben, tek derdim de bu olsun;p
 -------------------
p.s.: -Header, Sabancı Müzesi'nin bahçesinden, sergi zevkten dört köşe yapmış beni, nasıl da mutlu  mutlu poz veriyorum;)
-Yazıya koyduğum iki fotoğraf benim objektifimden, onun için ikisi de -özellikle- ayrıntı.

Perşembe, Mart 01, 2012

zaman ki hatırlamaktan başka nedir?*


Canım, canım, güzel ablam benim, iyi ki doğdun sen! Lilişim'e hamileydin yukarıdaki fotoğrafta, ne çok gülmüş, ne çok üzülmüştük tüm o süreç boyunca. İyi ki doğdun, iyi ki Lilişka'yı doğurdun, seni seviyorum canım. 
Şimdi senin şehrindeyim bakıp duruyorum tüm gün, yoruluyorum. Birbirimizin bakışına sığınsak, o bakışın eskiliğine, tanıdık olma hâline, sıcaklığına güvensek, keşke hep beraber olsak. Ama unutmadım; tarihimizin arasına kimse giremez, bu bilgi rahatlatıyor, rahatlıyorum. Seni özledim ben.
------
*İlhan Berk'in  "zaman ki senden başka nedir" dizelerinden mülhem.