Cuma, Mart 23, 2012

havalar değişsin

(Lilişka ve ben, bir de eski baharlar, yazlar)

 (Erica Jennings/It's a Lovely Day)

Sonra sonra sonra, ve bu gece;
hastalığım ilerledi, ne hoş! Boğazımda küçük küçük eller, karıncalar, yutkunmak ölüm gibi. Çaylar, bitki çayları, ağrı kesicinin etkisiyle güzelleşen kitap okuma anları, ilacın etkisi geçince "ah niye hasta olunur ki?" hezeyanı;)  Her şeye rağmen kalkıp bugün evi temizledim, dip köşe değil, ama toz aldım, süpürdüm. Böyle otursaydım, delirirdim. Ev kirli, ben kötüyüm. Bu akşam dışarı çıkıp bira içecektim arkadaşla, güya. Onun siniriyle kalktım iş yaptım zaten, yetmedi ıspanaklı börek yaptım kendime. Sanırım ben hasta olduğumda hep ıspanaklı börek yapıyorum, silik bir şeyler hatırlıyorum, bakayım bir öyle mi?
Evet, eski yazılarımdan birine baktım, öyleymiş.
Netten bir iki yazı okudum, Saf ve Düşünceli Romancı'ya başladım, çok keyifliydi, sonra  yutkunamamaya başladım tekrar, bıraktım kitabı, can sıkıcı videolar izledim. Gündem sıkıcı, kötü, üstünü çizmeliyim.
Bahar gelmiş, bu iyi işte. Güzel bir bahar fotosu olsun sayfada, yukarıdaki şarkıyı dinleyeyim. Birazdan kalkıp C. ve Passive'in tavsiye ettiği bitki çayını yapacağım. Antibiyotiğe öğlen başladım zaten, birazdan ikinci hapı da içeceğim, sabaha mis. (kendini kandıran alık kadın, ben şapşik derim;p) 
Lilişka bu sabah aramış, ben uyurken telefonu sessize alırım, duymadım. Boğaz ağrısıyla yatakta bir o tarafa, bir bu tarafa dönerken telefonun ışığını gördüm, açtım, Liliş; "Bıdı başladı, haber verecektim, neden açmadın telefonunu" diyor;) Hah ha, komik bebek, "hadi ya, hemen açıp seyredeyim, hangi kanaldaymış o, dedim. Trt'deymiş. "Arkadaşım Bıdı", ne salak bir program ismi, ama ne tatlı;p

Çok konuştum, değiş tonton! Bunu bilen bilir, yaşı olan bilir ya da. Header da kurtulsun kıştan, bir oh çekeyim. Neyse, hiç sevmem ama bitki çayı zamanı. Belki sonra bir film, hadi bakalım.
------------------------
 

Michael Moore'un Capitalism: A Love Story belgeselini izledim az önce, fena değildi. Ben Moore'u severim, ahlaklı bir insan olduğunu düşünürüm, sosyalist olduğu için severim, iyi niyetli ve inandığını yüreklice söylemesini takdir ederim vs. vs. Bowling for Columbine belgeseliyle Oscar aldığı yıl savaş vardı, hep var da, o yıl Amerika ve koalisyon ülkelerinin Irak'a girişi tazeydi. Dün gibi hatırlıyorum, o yıl kırmızı halı yapılmamıştı Oscar'da, güya savaş var diye şıklık yapıyorlar. Keyifsiz keyifsiz seyrediyorduk Poliş ile, canımız sıkkındı törene katılan herkes aptal, can sıkıcı görünüyordu gözümüze. (laf aramızda ben savaş hakkında yazılan tüm köşe yazılarını kesiyordum gazetelerden, arşiv yapıyordum. tabii, o zamanlar nette şimdi olduğu gibi her şeye ulaşamıyorduk. yıllar geçsin, nasıl değişecek hepsinin fikri, göreceğim diyordum. gerek kalmadı şimdi.) Neyse, uzatmayayım, sonra Moore ödül aldı, sahneye çıkıp konuşmasını yaptı ve sonra çok meşhur olacak cümlesini söyledi. Kahve içiyordum, kahvemi bir kenara koydum, dikkatle onu dinledim. Gurur duydum, ve o an onu alkışlamayıp, protesto eden, surat asan tüm oyuncular, yönetmenler, her kimse işte,  gözüme korkunç itici göründüler. Sistemin her şeye boyun eğen parçası olmak bir kenara, olmayı reddeden bir kişinin laflarını bile sindiremiyorlardı. Böyle bir pişkinlik. Her neyse, Bowling for Columbine belgeseli iyidir, Moore sağlam adamdır. Evet, belgeselleri ajitatif, manipüle edicidir ama bu beni rahatsız etmez. Bazen kör gözüm parmağına yapar, bazı şeyleri çocuklara masal anlatır gibi anlatır, yine de severim ben onu. Bu neye benziyor bilir misiniz? Anlatayım; Alev Alatlı'nın Or'da Kimse Var mı? serisinin üçüncü kitabı "Valla Kurda Yedirdin Beni" de Şiran Ören Günay'a, çıkışsız tartışmalarından birinde, şöyle der; “Nedeni medeni yok! Ben komünistleri seviyorum, işte, o kadar!” .
Buna benziyor işte, Şiran'a çoğu zaman hak vermiyordum, Günay için üzülüyordum (ben aslında anlatıcı Mehmet'i severdim), fakat bu lafına bayılıyordum. Biliyorum çünkü o inancı. Ken Loach'u, Ahmet İnsel'i, Yıldırım Türker'i ve Moore'u bunun için seviyorum. Belki Moore bu saydığım isimler arasında en naifi ve en merkeze kayanı ama olsun, yaşam dediğimiz titrek bir ömür, ve bu kısacık kurguda sağlam insan bulmak çok zor.
-----------------
p.s.: Afişin üzerine tıklarsanız belki belgeseli izleyebilirsiniz. Hep dediğim gibi ben online izlemedim, link düzgün çalışıyor mu emin değilim. 

27 yorum:

TheSaint dedi ki...

Geçmiş olsun Justine. Boğaz ağrısı, antibiyotik, ilaç uğraş dur işin yoksa...Sanırım bu kış çok hasta oldun, bağışıklık sistemine dikkat...

justine dedi ki...

Gerçekten öyle mi oldu Saint, ben çok mu hasta oldum bu kış acaba? Allahallah, düşünüyorum ama öyle değil gibi geliyor;) Ne bileyim, daha geçen nöbette herkes hasta ben hasta değilim, aferin bana, diyordum. Sonra Rüya, Meloş ve abim hastaydı, ben olmadım, bravo dedim kendime. Hastalığı çağırdım valla.

;p

Ve işte oldum sonunda. Ama bu geçip gidecek bir hastalık yahu. Alt tarafı farenjit, antibiyotik içerim kalmaz bir şey (ilaç bağımlısı Justine). A, şu konuda haklı olabilirsin bak; kış hastalıklarının dışında başka sorunlarla da uğraştım son zamanlarda. Daha sinir bozucu rahatsızlıklar çıktı karşıma. Onları söylüyorsun sen, evet. Neyse, unutalım şimdi onları.

Hem belki, Saintliğine güvenmiştim ben, işini tam yapmıyorsun, ondan böyle hasta oluyorum, ne malum?;)

Yatayım ben şimdi Saintciğim, bir belgesel seyrettim, bloğa da kısacık yazdım, yoruldum. Çok teşekkürler beni düşündüğün için, sağol sen.

Sevgiler ve iyi geceler. Güzel kızını çok öptüm.

Leylak Dalı dedi ki...

Geçmiş olsun sevgili Justine. Geçen haftalarda aynı sevimsiz durumdaydım. Kendi canı istemedikçe de çekip gitmiyor hain. Fakat biraz rahatlatan bir öneri olarak kekik-adaçayı kaynatıp soğutup gargara yapmanı önerebilirim. Mikrop kırıcı özelliği var ve rahatlatıyor. Suyun içine elma sirkesi ve tuz atarak yapılan gargara da çok iyi geliyor.
Hastalığın tez zamanda bitsin ki baharın tadını çıkarabilesin. Sevgiyle...

Ebru dedi ki...

Geçmiş olsun sessiz okuyucuyum ben:)
Passive'in ve Endişeliperi'nin sayfasından tanıyorum. Fotografınıza da bayıldım.

justine dedi ki...

Teşekkürler Leylak Dalı, sırayla hasta oluyoruz, farkında mısın?;)

Öneri için de sağol, deneyeceğim. Dün gece Passive'in ve sevgilimin önerdiği çayı yaptım, ben biraz karıştırdım tabii. Onlar bir şifalı bitki önerdiyse, ben delirdim on tane kattım;p Çay çaylıktan çıktı, tuhaf bir şey oldu; zencefil, nane, limon, bal, ada çayı, değirmen karabiber vs. vs, koymuştum içine, yavaş yavaş içtim. Evet, ölmedim;p
-----------
Uzun bir ara...
Belediye'ye yazdığım şikayet maili için geldiler, komik bir ülke burası. Çözüm yok, laf çok;)

------------
Tuzlu suyla yapılan gargarayı biliyordum, elma sirkesi de katayım madem, tüm önerilere açığım şu an. Yalnız ben gargara yapmakta zorlanıyorum işte, onun için sprey sıkıyorum boğazıma. Keşke bu elma sirkeli, tuzlu suyun da spreyi olsa, ne hoş olurdu;)

Kumrularının ve çiçeklerinin hikâyelerini keyifle okuyorum, seni okumak öyle zaten, sevgiler.

p.s.: Farkında mısın Leylak Dalı, kumruları da "senin" yaptım iki dakikada, kapitalist dünya işte, her şeyi sahip olma, olmama durumuna getiriyor;p

justine dedi ki...

Teşekkürler Ebru, ben de sizi tanıyorum tabii.

Gıyabınızda, bir kere konuştuğumu da hatırlıyorum biriyle. Blog dünyası böyle, dönüp duruyorsun aynı çemberin içinde. Bazen çerçeve kapanıyor, bazen tekrar açılıyor, filan falan, komik işler bunlar;)

Ben yazıştığım kişileri merak ederim, nasıllar, saçı, duruşu, bakışı nasıl, onun için fotoğraf koymayı seviyorum bloğa. Face adresim yoktur benim, istemiyorum da, bir çeşit face gibi oluyor blog bana. Sizi de yazışmadığım hâlde merak etmiştim, oğlunuzun güzelim kara gözlerini biliyorum da, sizi Alanis Morissette gibi düşünüyordum nedense;p

Liliş'in olduğu her foto güzel oluyor hâliyle, teşekkürler. Geçmiş olsun dileği için de sağolun, incelikler karşısında hemen duygulanıyorum, hızla geçmek lazım.

Sevgiler.

Passive Apathetic dedi ki...

Justine, ayakkabılarına bayıldım, bayıldım!

Çay işini çok iyi yapmışsın, katıp karıştırmakla. Hele tane karabiberle. Yalnız adaçayından emin olamadım, çok baskın bir tadı var ya hani onun, diğerlerini nötrlemesin?

Çok geçmiş olsun tekrar.

Herkese selamlar, sevgiler.

justine dedi ki...

Ya, hadi şimdi, dalga geçme;) Ben fotoya tekrar tekrar baktım da, sanki olmamış bana, yakışmamış. Fotoğraf hoş, ışık mükemmel, biz güzel çıkmışız, ama ayakkabı ı ıh. Bir gün giydim zaten, sonra dokunmadım. Böyle topukluyla geçirdiğim meşum bir gün daha var, onun da fotosu vardı buralarda bir yerlerde;p
Babet seviyorum ben Passive, ya da sandalet, kışın da topuksuz çizme. Ama gel gör ki gönül bu, bazen seksi, kadın kadın görünmek istiyor. Gelmişim otuz beş yaşına, denemediğim onlarca saç modeli, giymediğim yüzlerce çeşit kılık kıyafet var. Gözüm açık gidecek valla;p Şaka yapıyorum tamam, fakat bir gerçek var burada, kızlarla bazen konuşuyoruz (ablam ve poliş) çok uç örnekler dışında (benim için sarı saç ve pembe ayakkabı) farklı bir şeyleri denemek gerek diyoruz. Ve deneyemiyoruz!;p
---------------
Ada çayını sevmiyorum, şifa niyetine içtim canım. Bitki çayını sevmem zaten, yaptım bilmeden bir şeyler işte.

Çok teşekkür ederim, tekrar;)
-----------
p.s.: Canım sıkkındı aslında, Cihan Kırmızıgül haberlerini okuyordum. Bir entry yazdım ekşi'ye;

Cihan

Ve hemen sonrasında haberi gördüm, tahliye olmuş Cihan, çok sevindim:)

http://www.ntvmsnbc.com/id/25333340/

Tabii yattığı günlerin hesabını kim verecek, bilmiyorum. Bu ülkeye ya da genişletelim, bu dünyaya bahar gelse kaç yazar?

Passive Apathetic dedi ki...

Aa, hayır hayır, hiç de dalga geçmiyorum.:) Bence çok tatlı olmuş, yakışmış, uyumsuzluk da yok asla.:) Bayılırım ben böyle ayakkabılara. Ayağım kırılana kadar çok uzun yıllar boyunca topuklu giydim hep, platformlar, stilettolar vb. Sonra bırakmak zorunda kaldım haliyle (çevremdekilerin zoruyla aslında), birkaç senedir dümdüz botlar ve babetler giyiyorum. Başta zorla giydim ama şimdi sevmeye başladım aslında. İnsanın ayağı bir kez rahata alıştı mı da, bir daha ayağını topuklulara sokmaya ikna etmek epey güç oluyor doğrusu. "Bak ama ne güzeeel!"den anlamıyor ayak, ters ters ona gösterdiğim ayakkabılara bakıp "İstanbul'da yaşıyorsun, bir daha burulur kırılırsam sorarım ben sana. Hadi şimdi cozutma da giydir bakayım şu sneakerları bana uslu uslu" diyor, ben de boynumu büküp sözünü dinliyorum.:D

---

Cihan'ın haberine çok sevindim ben de duyunca. Ne ülkede yaşıyoruz, artık nelere seviniyoruz. Masum birinin iki sene sonunda masumiyetinin ortaya çıkmış olmasına. Hey Allahım.

justine dedi ki...

Peki;)

Aslında çok haklısın, ayaklar bir kere rahata alışınca bir daha istemiyor topukluları filan. Benim senin gibi topuklu ayakkabı geçmişim yok (imrendim evet;)) ama bundan dört-beş sene önce, topuklu güzel bir çizmem vardı. Alışmıştım onunla yürümeye, topuklu ama düz, sade bir şeydi, hoşuma gidiyordu onu giymek. Hem kadınsı, hem de rahat. (reklam metni yazıyorum;p) Sonra onun daha az topuklu olanına geçtim. Dur görselle destekleyeyim yazıyı;p

Şunlardan bahsediyorum;

az topuklu olan;)

Onunla da iyiydim, hatta C. ile ilk tanışmamızda onlar vardı ayağımda. Rahat rahat gezmiştik İstanbul'u, dere tepe, ve hiç bana mısın dememiştim. Sonra onlar da fazla gelmeye başladı ve şunlara geçtim;

topuksuz olanlar;p

İşte böyle. Şimdi gri çizmelerim var, sıfır topuk. Siyah çizmeden bile daha yere yakın. Hiç çıkarmıyorum onları ayağımdan. Ve inan topuklu giymek eziyet geliyor. Ablam bu doğum günümde bana bot almış, fakat baya baya topuklu. Daha giyemedim kendilerini, nasıl olacak acaba? Bana hediye edilmiş, giymediğim o kadar çok şey var ki, öyle olmasın istiyorum ama, bilmem ki.

-------------
Bildiğin geyik yaptım. İçim çok sıkılıyor Passive, nöbete gideceğim az sonra. Niye böyle oldum bilmiyorum, hayır olsun. İyi geldi yorumun yine, rahatladım biraz.

Topuklu ya da topuksuz, Passive fotoları bekliyorum ben, neden olmasın, değil mi ama?;)

Sevgiler.

alkım doğan dedi ki...

Justine,boğaz ağrısı çok fena. Umarım tez elden geçer. Bana ballı süt iyi geliyor.
Michael Moore'u ben de severim, biraz popülist gibi görünen bir tarzı var ama ABD gibi muhafazakar bir ülkede sıradan insana sesini başka türlü duyurmak çok güç. O nedenle yaptığı şey önemli bence.
Ken Loach yönetmenimiz zaten:) İyi ki var. Filmlerindeki her şeye rağmen umutlu (bana öyle geliyor) bakışı, karanlıklarına rağmen insanları kucaklayışını seviyorum. Gözünü "şölenden dışlanan" insanlara çevirmesini seviyorum.
Yıldırım Türker'in bir yazı atölyesine gitmiştim. Çok güzeldi. O grupla hala görüşürüz. Yazı yoluyla insanlarla tanışınca çok samimi bir ilişki kuruyorsun. Yıldırım Türker'in tavrının da çok etkisi olmuştu tabii. Yazı ile ilgili katıldığım tek atölye o idi, derslerde konuşulanları hiç unutamam.
Bu arada, aynı kitabı okuyoruz:)

Fotoğraf çok tatlı, Liliş tatlı, sen tatlı. Ayakkabılar benim de dikkatimi çekti. Niye acaba yahu? Ben de çok giyemem. Olsun ama topuklu ayakkabı arada iyidir.
O yüzden giyelim, süslenelim, takalım, takıştıralım!!! Yaşasın bahar!!! (Coştum bak:)
Çok öptüm!

zerka dedi ki...

çok geçmiş olsun justine, merak etme kısa zamanda iyileşirsin havalar çok güzel, uzun süre hasta olmana müsaade etmez:)

liliş’in duruşa bak allahım tam ısırmalık o yanaklar, öpmelik koklamalık. pek de hanfendi durmuş baksana:) topuklular sana yakışmış ama ben de babetçiyim, hatta çok az topuklular dışında hiç topuklu ayakkabı giymedim , çünkü yürümeyi beceremiyorum onlarla. topuksuz ayakkabıları da kısa sürede parçalıyorum gerçi, nasıl yürüyorsam artık:)

ufak bir tavsiye de benden, boğaza tanflex gargara kullanıyorum ben çok iyi geliyor, gerçi sen gargara yapmakta zorlanıyorum demişsin ama spreyi var mı bilmiyorum.

header çok güzel olmuş, bloğa bahar havası gelmiş. leylaklar açmış, dallardan bahar inmiş, karanlığın içinde bir ışık var mor mor mor:)

umarım toparlanmışsındır biraz daha. sevgiler çok.

justine dedi ki...

Hey!

Ben iyileşirim, ama çocuklar hep hasta olur. Yoğun burası yine, ikinizi de öpüyorum, yarın koltuğuma yayılıp sohbet edeceğim sizinle;)

-Hişt hişt şarkısını çok severim ben, aklıma düşürdün Zerka, harikasın.

-Alkım, Once filmini indirdim, bende yokmuş çok şaşırdım dün, nasıl arada kaynamış da indirmemişiz. Yarın bir terslik olmazsa seyredeceğim.

Passive Apathetic dedi ki...

Şimdi Justine'ciğim, mesele şu ki, resimlerden görebildiğim kadarıyla sende bacak var. Gülme bu dediğime, bacak önemli. Uzun uzun çizmeleri topuksuz giyebiliyorsun rahatça. En güldüğüm şeylerden biri, twitterda da yazdım geçenlerde, 1.50lik kızlarımızın dizlerine gelen, hatta geçen çizmeler giymeleri. E geriye kalıyor zaten 20 cm, "yavrucuğum acayip, paytak yürüyüşlü iki yaşında bebelere dönüyorsunuz öyle giyinince," diyenleri de mi yok, bilmem ki?

Düşündüm de, olabilir aslında, alayım ben bunu gündemime. Bu fotoğraf meselesiyle ilgili traji-komik bir de anım var, anlatırım sana bir ara.

Nöbette misin şimdi? İyi nöbetler sana.

justine dedi ki...

A hah, tabii tabii, Gisele'im ben;p Yok be canım, çok uzun değil benim boyum, 167 en fazla, eh bacaklarım da upuzun değil haliyle. Ama dediğin kızlar kadar kısa değilim ve o manzarayı biliyorum.

Nöbetteyim Passive, kısa kısa yazabiliyorum, ama yoğun burası. Teşekkür ederim, iyi bir nöbet olsun lütfen;)

justine dedi ki...

Alkım merhaba, ve evet, yaşasın bahar!;p

Michael Moore için tam da söylemek istediğim şeyi söylemişsin, o kelimeyi arıyordum aslında; popülist bir adam, haklısın. Fakat, dediğin gibi, öyle bir ülkede (burası için de aynı durum geçerli) başka türlü olursan derdini anlatamazsın. Entelektüel tavırlar, stilize kadrajlarla -zannediyorum ki- bu iş yürümez. Bir ara Savaş Ay'a benzetmiştim ben onu, hareketler filan;) Sonra utandım düşüncelerimden, adam bir şeyler yapmaya çalışıyor, illa her şeyi eleştireceksin, Godard oldun valla, deyip, titredim ve kendime geldim;p
Godard meselesi de şudur; Moore için "imaj ile metin arasında ayrım yapmayı bilmediğini" söylemişliği vardır. Bilirsin, Godard görüntü ile anlam ayrımına takıktır. Moore'un belgesellerinin tek başına bir şey söylemediğini düşünür. (Moore, imajı çerçeve içine alır ve Godard'ın çok sevdiği "bu bir pipo değildir" argümanına ters bir bakış sunar.)
Ben uzatıyorum yine, okumak istersen aşağıdaki linkte Baker'in harika bir yazısı var. Dokuz buçuk saatlik "Shoah" belgeseli dolayımında, gerçeklik kavramından bahsediyor.

Shoah

Yazıda bahsi geçen Alain Resnais'nin belgeselini C. seyretmişti yakınlarda, çok güzel diyordu. Ben seyretmedim ama aklımda, sana da söyleyeyim dedim.

Nuit et brouillard

Yalnız Alkımcığım uyarayım, Godard efendi bunu da beğenmemiş, laf aramızda onu kim beğensin diyebiliriz tabii;p

(godard yay burcu, severdim kendisini ama pek bir bilmiş, her zaman çekilmiyor;) bende Avrupalı Yönetmenler , diye güzel bir kitap var Alkım, çok çok önce okumuştum onu. o zamanlar sinematek'lere gider, seyrettiğim filmler hakkında düşünür, konuşurdum. şimdi yoruldum sanırım;) her neyse, eğer okumadıysan o kitap da aklında olsun, içinde sevdiğimiz yönetmenler -ken loach mesela- var, ayrıca godard'ın derdi güzel anlatılmış kitapta. orada da jane fonda'yı ağır eleştirmiş, tabii figür o kadın yoksa adamın demek istediği şey başka, ve bu sefer kesinlikle haklı. şimdi o konuyu da konuşmak istiyorum seninle ama çok uzayacak, iyice tozuttum;))


Hmmm, çok dağıttım konuyu. Toparlayayım dur;)

------------
Hah, bir de telefon arası verdim, tam oldu! C. taşınıyor, ev işlerinden filan konuştuk.
-------------
Benim kafa bi milyon oldu Alkımcığım, ben bakayım bir yorumuna, unuttum gitti ne konuştuğumuzu;)

-------------

Ken Loach'un bakışı bana da umutlu geliyor, seviyorum onu ve filmlerini.

Yıldırım Türker'in yazı atölyesine gittin demek, ne hoş. Heyecanladım okuyunca. Aslında sevdiğim kişilerle tanışmayı istemem ben, hayal kırıklığı durumları filan, ama Türker başka. Hem sen birebir tanışma amacıyla değil, atölye için tanıdığından, daha da güzel olmuştur. Keşke yazsan bloğuna derslerde neler konuştuğunuzu, çok çok sevinirim inan;)

Saf ve Düşünceli Romancı, keyifli gidiyor, fakat bitirmem belki, hemen bir romana başlamak istiyorum çünkü. Böyle araya sıkıştırılmış deneme tarzı kitaplar ve dergiler yüzünden roman okuyamıyorum yahu;p

Yaşasın bahar, diye bitireyim öyleyse;)
Ben de öptüm, çok sevgiler.

justine dedi ki...

A, Baker'in yazısının linkini vermeyi unutmuşum, ne leylayım.
Asıl konuştuğum yazı oydu oysa, hemen veriyorum, çok çok pardon;

Shoah ve Tekillik

;)

justine dedi ki...

Sağol Zerkacığım, iyileşiyorum sanırım. Nöbetten sabahın köründe geldim ve hemen yattım. Sanırım uyurken boğazım kuruyor ve yutkunamıyorum. Öyle çok uyandım ki ağrı yüzünden. Gün içinde sıvı aldığım ve bir şeyler yediğim için, boğaz da yumuşuyor ve ağrı azalıyor hâliyle, ama uyumak acı verici oluyor. İşte böyle, çok uyuyamadım ağrı yüzünden, fakat şimdi iyiyim. Cips koydum yemek için ve sos bile yaptım;)

------------
Şimdi de annem ve Liliş'le konuştum. İyileşemeyeceğim telefonlar yüzünden, farenjit konuşmamakla geçmez miydi hem?;p
------------
Liliş öyle, pek bir hanımefendi, dün akşam ananesinin yaptığı çorbayı içerken beni düşünmüş; keşke o da olsaydı hastalığına iyi gelirdi demiş;) Annem şaşırarak anlatıyordu, bir de onun bebek sesiyle söylediğini düşünüyorum da, çok şeker.

Tanflex'in spreyi de varmış, şimdi baktım. Teşekkür ederim Zerka, eğer üşenmez çıkarsam dışarı alacağım.

Evet ya, header bahar gibi olmuş, değil mi? Öyle olmasını istemiştim. Eskisi neydi öyle, montlu, kazaklı filan, ıyyy. Böyle de kışı satarız iki dakikada;p

Sarılıyorum sana, çok sevgiler, selamlar.

justine dedi ki...

Passive,
fotoğraf meselesiyle ilgili anını anlatmanı merakla bekliyorum, umarım trajikten çok, komiktir;)

Sarıldım, sevgiler canım.

zerka dedi ki...

saf ve düşünceli romancı’dan aklıma kazınmış sanki, “romanlar ikinci hayatlardır” cümlesi, çok sade ve güzel bence, kitabın da özeti gibi, tam özeti gibi değil elbette abarttım biraz:)

aslında böyle birlikte bir kitap seçip okusak aynı zamanda, üzerine konuşsak falan güzel olurdu, ee yapıldı bu derseniz de anlarım:) bahar gelince bi coşkular, projeler moduna girmiş olabilirim şu sıralar:)

justine dedi ki...

A, sana yazıyordum ben de.
Zerkacığım, kitabı ne güzel özetlemişsin, bırakıp romanıma geçeyim öyleyse, sağol;p

Tamam, okuyalım hadi, ama kitabımız İdam Mahkûmunun Son Günü, olsun, Victor Hugo'dan. Ona başlayacağım birazdan çünkü;)

Yarın nöbet var yine, hem de 24 saat. Dört gün boştum, oturuyordum evde, şimdi ayın sonuna kadar sıkışacak nöbetler. Antibiyotiğimi içtim, yatağıma gideyim artık ben. İdam Mah. ...'nü yanıma alacağım. Biraz okur yatarım, umarım uykum gelir.
İyi geceler, sevgiler.

alkım doğan dedi ki...

justine, yazamadım sana. günler yoğun geçiyor. "kafa bi milyon" yani -bayıldım buna.)
godard nasıl bir yaymış öyle? bak şaşırdım şimdi:) kimseleri beğenmediğini biliyordum, amerikan kültürü ile hep bir didişmesi var zaten. ama maşallah her şeyi de takip ediyormuş, michael moore filan. sözettiğin belgesellere bakacağım justineciğim, ismini duyup bilmediğim filmler. söylediğin kitap yok bende. aslında alsam iyi olur. hatta mutlaka alayım, merak ettim. Eskiden 25. Kare diye bir sinema dergisi vardı, hatırlar mısın? aklıma o geldi şimdi. ben de filmlere daha fazla zaman ayırıyordum daha önce. ardından büyük bir iştahla okuyordum hakkında neler yazılmış filan diye. o zaman o kadar çok film izleyip yazılar okumuşum ki, sanırım hala o günlerin ekmeğini yiyorum:)

yazı atölyesi hakkında yazarım tabii. aklımda olacak. sevdiğim kişilerle tanışmaya ben de korkarım bu arada. gereksiz yere gerilirim filan. öyle acayip haller...

çok sevgiler justine. seninle sohbet ne güzel!

güzel bir hafta olsun hepimize.

justine dedi ki...

Hah ha, ben de "maşallah her şeyi de takip ediyormuş", bu lafa bayıldım;)

25. Kare'yi biliyorum Alkımcığım, var bende bazı sayıları, hatta "...ve sinema" diye bir derginin de çok fazla sayısı var bende. O da çok güzeldi.

Şimdi düşünüyorum da, ne çok şey değişmiş gerçekten. Arka arkaya film seyretmeler, filmler üzerine saatlerce konuşmak, sinematekler. Sabahın köründe kalkar, kahvaltıyı dışarıda yapar ve Tarkovski'leri seyrederdim mesela, şimdi feriştahı gelse keyfimi bozup gidemem sanırım;p Ayhan'la sayfalarca mektuplaşırdık, o askerdeyken, filmler üzerine konuşurduk en çok. (özledim arkadaşımı yahu, bak, seninle konuşurken aklıma geldi yine;)) Olsun, o günler sayesinde çoğu güzel filmi seyrettik ve dediğin gibi o günlerin ekmeğini yiyoruz belki de.

Bu hafta yoğun bir hafta olacak benim için,umarım dediğin gibi güzel olur.

Çok sevgiler.

Ebru dedi ki...

Aslında oğluma daha çok benziyorum:) Face ben de sevmiyorum var ama ayda 1 defa açıyorum oğluşu özlüyor halalar izmirde onlar için resimler ekliyor sonra çıkıyorum.
Sayfanız aracılığı ile de olsa Passive'nin sayfasına sanıyorum onlarca defa msj bırakmayı denedim olmadı diye de not düşeyim. bu sorunu sık yaşıyorum Alkım ile de öyleydi:)

belki size de resim gönderirim:) mail adresinizden hala merak ediyorsanız.

Passive Apathetic dedi ki...

Aaa, Ebru neden öyle olmuş? Benim yapabileceğim bir şey mi var mı, ayarlardan falan?

justine dedi ki...

Hep öyle oluyor Ebru, benim için de bazı araçlar senin dediğin şekilde kullanılıyor. Bir zamanlar C. ile (ekşi'de iyice tanışıp anlaştıktan sonra) msn'de yazışıyorduk. Kamera filan olmadan tabii. Ben nöbet tutup durduğum için hızlı yazışma açısından iyiydi msn, araya hep hasta giriyordu ve ekşi'den yazışmaktan ya da gmail mektuplaşmasından daha pratikti. Sonra bıraktık, telefon devreye girdi elbette, sesimizi duyduk birbirimizin ve telefon mesajlarına geçtik;) Msn çok oyalayıcıydı, az çok biliyorsundur beni, çok yazarım ben. Her şeyi anlatmak, söylemek isterim. Eh o durumda C. karşımda olunca ne film seyrediliyor, ne de kitap okunuyordu, hepsi kalıyordu bir kenarda. Aralıksız yazıyordum. Uzun uzun cümleler, tipik ben;p Kardeşimle yazışırken de dikkat etmiştik, o kısa kısa yazıyor, ben destan yazıyor gibi, en ufak ayrıntıyı bile anlatıyorum. Çok yoruluyordum çok, iyi oldu msn olayını bırakmam;) Şimdi ayda yılda bir Lilişka'yı görmek için açıyorum. Bana gülen yüz gönderiyor, kalp gönderiyor filan, tatlı şeyler bunlar;p Özetle, halaları ve seni anlıyorum. Bak yine çok konuştum;)

Yorum gönderme sorununu ben de yaşadım. Şöyle bir çözüm buldum ben Ebru; wordpress adresi aldım, ve onlara yorum yollarken o adrese girip atıyorum yorumumu. Sağ köşede justine yazıyor, ancak öyle gönderiyor yorumu. Bir dene istersen.

Tabii, merak hiç biter mi, kedi meraktan ölmüş derler;p

Sevgiler, iyi geceler.

p.s.: Siz'den sen'e geçtim, sorun değilse böyle devam edelim derim ben. Bazen "siz" ısrarla devam ediyor bazı konuşmalarda ama onlar da öyle olmalı sanki, daha fazla zorlayamıyorum kimseyi. Erhan Bey'le öyle olmuştu mesela, eh fena da olmuyor "siz", gönüller bir olsun;)

justine dedi ki...

Passiveciğim, sanırım aynı sorunu yaşadık Ebru'yla, dediğim gibi yaparsa çözülür diye düşünüyorum. Sarıldım ve kaçtım şimdi, ölüyorum uykusuzluktan.

Ne biçim canlıyım ben yahu, uykusuzluk bana mısın demiyor, allahallah, allahallah! (diyerek uzaklaşır;p)