Cuma, Eylül 28, 2012

i hurt myself today

 (foto şuradan)
(Johnny Cash-Hurt)

Ah, o bildik yaralar... Bloglara doğru düzgün bakamadığımı, bir şey yazamadığımı, selam filan veremediğimi söylemiştim daha önce, uyur gezer hissiyle geziyorum buralarda. Radyoz'yi açıyorum ama, arada tıklayıp sonbahar fotolarına, alıntılarına ve müziklerine dalıyorum. Pek keyifli, dinlendirici bir eylem bu, tavsiye ederim. Bugün benim seçmemi yayınlamış, merak edenler için şurada;

radyoz ve sonbahar 

p.s.: Burayı okuyanlardan küçük bir isteğim olsun; devamlı konuştuklarım, hiç seslenmeden sarı kent'i gezenler, sadece göz atanlar, çok yakınlarım vs. vs, onların da sonbahar şarkı, kitap ve fotolarını merak ediyorum ben. radyoz'ye bir uğrasalar ya, ne hoş olur. (zelda'nın mail adresi;radyo_z@yahoo.com.tr) Küçük şeyler hayatı yaşanır kılıyor, dudak kıvırmayınız efendim.

A, bir de fotoğraf Possession filminden. Ben seyredeli yıllar oldu, Poliş'in (clea) tumblr'ında görünce heyecanlandım yine, çok güzel filmdir çok. Bir seyredin bence, inanılmaz etkili bir oyunculukla karşılaşacaksınız, şok edici, yıpratıcı. Adjani, müthiş bir kadın, bunu bilir, bunu söylerim ben. Öyle.

Cumartesi, Eylül 22, 2012

ben, sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan ben, nasılım?*

(İstanbul Arkeoloji'den)

 
(bu yaz geçen... deniz kızı eftalya)

Her şeyin üstüste geldiği zamanları bilirsiniz. Benim klasik lafımdır; bazen öyle olur. Bazen öyle olur, toparlayamazsınız, ne kafanızdakileri ne de etrafınızdaki "şeyleri". Hızlı düşünmek işe yaramaz, yavaşlığınıza ayak uyduramazlar, gülmeler, ağlamalar hep beyninizin çekmecelerinden çıkarılıp yerleşirler yüzünüze. Ya da ben öyle yaparım. Konuşmayayım şimdi sizin yerinize de, ben bu şekilde sıkıntılarımı ertelemeye çalışırım. Elimi, yüzümün önünde bir sinek varmış gibi sallarım, kovaladığım düşünmek istemediğim sıkıntılar olur. "Hadi, git şimdi", işte, bir el hareketiyle dağılan sorular sayesinde kendime nasıl olduğumu sormam. En korktuğum soru budur. Sahi, ben nasılım?

Böyle bir yazı yazmak amacıyla oturmadım buraya, uzun süredir istediğim, yazın kısa bir özetini çıkartmaktı. Tatil fotoları çok keyifli (evet, güzel anlar kayıt altına alınır), onlarla neşeli, bana iyi gelecek bir yazı yazmak istiyordum. Olmayınca olmuyor. Bugün çok uykum var, sabah erken kalktım ve sıkıcı bir iş için dışarıdaydım. Onun için sanırım, gözlerim kapanıyor, ama ben inat ediyorum. Geç yatılacak. Basit bir kliniğe gittim öğlen, oradaki çalışanlara gülümsemek, doktorla öylesine konuşmak bile o kadar zor geldi ki, keşke bayılma huyum olsaydı dedim, ne güzel iş, bayıl toplasınlar. Yabancı dizilerde kusma alışkanlığı vardır, bilirsiniz, hani birisi aldatılır ve hemen arkasından lavaboya ya da tuvalete koşar karakter. Karın seni aldatıyor, hoop koş hemen lavaboya, kus geçsin. Kocan şunu yapmış, bayıl gerisini onlar düşünsün. Hah işte, öyle bir lüksüm hiç olmadı benim. (evet, bunu yazarken ben de güldüm;)) Tamam, kısa süreli bir kurtuluş, fakat olsun, hep bilinç hâlinde olmak fazlasıyla  sıkıcı. Biraz mola istiyorum.

Bu akşam Ben Ruhi Bey Nasılım'ı okudum tekrar ve tekrar. Kim bilir kaç kere okumuşumdur bu şiiri. Her okuyuşta etkili, kusturup bayıltmasa da kalbini acıtıyor. Bende olan bu en azından. Kalbim sıkıştı, içim daraldı, daraldı ve soluğu burada aldım. Ruhi Bey, kısacık bir zaman isteyen bir adam, kısacık bir zaman parçası. O zaman parçası geçtiğinde eline, belki elindeki buruşuk iç çamaşırını atacak, saklamaktan vazgeçecek. Sıkıntıyı saklayınca değerlenmiyor. Hep kaybeden Ruhi Bey, günlerin rengini değiştiriyor; kahverengi çarşamba sarı, cumartesi oluyor. Sezgilere pek açık Ruhi Bey, seziyor. Adamlargülüyorlarsaiyi, gülmüyorlarsageneiyi, bunu seziyor  Ruhi Bey. Sezgilere pek açık, sadece nasıl olduğunu bilmiyor. (bakın anılarım yine yokladı beni, sezgi ve bilgi aynı şey değildir diyorlar. sezgi epistemolojik değildir, filan diyorlar. peki, desinler bakalım.) Bir treni görmemenin daha iyi olacağını düşünüyor, ve dünyada tren olan her şeyi. Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey, Önümüz kış Ruhi Bey? 

Vaktim yok görüşmeye kimseyle!, diye sinirleniyor Ruhi Bey, gülümsüyorum. Kimseyle görüşmeye vaktim yok benim de. Kimseyle. Yıllardır, görüşelim tabii diye kapatıyorum telefonları, sanki tüm zamanlar kaybolmuş, bir yere gitmişler ve ben dönmelerini bekliyorum. Eski tanıdıkları görmek zor, yeniler en azından elindeki buruşmuş iç çamaşırını görmüyor. Eskiler de görmüyor -kimse kimsenin umrunda değil-, ama onların yüzünde sen geçmişi görüyorsun. Kötü bu, en iyisi kimseyle buluşmamak. Evet, en iyisi bu. Zaten, günlerim ailem (o kadar azlar ki, sayması bile komik) ve C. ile konuşmakla geçiyor. Aferin bana, Ruhi Bey hâlâ bir aferin alamadı tabii, bir sıfır öndeyim;) O acıyı ve sevinmeyi bile unutmuş, ben sevinmeyi biliyorum. Yüzüme keyifli bir gülümseyiş konduran her şeyi seviyorum.

Geçenlerde, tamamen tesadüf eseri şu cümleyi gördüm;  "...kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim...". Elektra twitter'da paylaşmış, çok çok sağolsun. Şükrü Erbaş'ın düzyazı şiirinden; ve güz geldi ömür hanım. Şiirde en çok bu cümleye takıldım, sonra, "... içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim..." cümlesine. Aklıma hemen Zebercet geldi. Nedenini, niçinini bırakalım şimdi, aklıma Zebercet'in bu dünyadan geçişi geldi. Onun geçişini unutmayalım, bu dünyadan Ruhi Bey gibi "nasıl" olduğu sorulmadan, kalplerindeki ezici ağırlıkla geçişlerini unutmayalım. Belki de tek vasiyetim bu olmalı kendime ve hepinize.  "Ben nasılım" sorusu kadar büyük bir ceza yoktur, lütfen onları unutmayalım.

 --------------------
*Bahsi geçen şiirden. 

Salı, Eylül 11, 2012

kalbinde bir yıldız hayaleti var, konuş onunla




Sabah yine kötü bir rüyayla uyandım. Gün içinde ne yaşadıysam yaşadıklarım rüyama bambaşka şekillerde, ama ana unsurlar "illaki" korunarak giriyor. Üzüldüysem, rüyamda ağlıyorum, acı çekiyorum, kavga, gürültü, karmaşa. Sabaha karşı yatmıştım zaten, boynumu tutarak yataktan kalktım, hemen kettle'ı çalıştırdım, kendime gelmem için küçük numaralar bunlar. Çay demlenecek, demlenirken çıkan o ses boynumun ve başımın ağrısına iyi gelecek, fikir bu, eh tutarsa. Telefonla konuşurken bir kanat sesi duydum (amaçsızca dolaşıyordum suyun ısınmasını beklerken), çok çok şaşırdım gördüğüme; küçücük bir serçe girmiş salona ve kendisini bir duvara, bir kütüphaneye savurup duruyor. Ne yapacağımı şaşırdım tabii, korkuyor, korkusuyla beni de şaşırtıyordu. Kendisine zarar verecek diye delirdim, niye girdin buraya şaşkın, çıksana, hadi diye zavallı kuşla konuşurken başımın ağrısı da geçti, kuş da nasıl çıktıysa çıktı evden. Zaten sadece nasıl çıktığı değil, nasıl girdiği de muamma, öyle yüksek ki ev, o kadar yükseğe uçacak kanat bile yoktu onda. Küçükken başıma böyle bir olay gelmişti, beş yaşlarında filandım, ananemin evindeydim ve benim yattığım odaya girmişti küçük bir serçe. O zaman da çok heyecanlanmıştım. Kuşun annesi camı tıklayarak kurtarmaya çalışıyordu onu ya da varlığını haber ediyordu yavrusuna. Neyse, ben ağlayıp üzülürken ananem çıkarmıştı kuşu. Hiç unutmadığım görüntülerden biridir bu da. Şimdi aklıma Beckett'ın Godot'yu Beklerken oyunundan bir konuşma geliyor; vladimir (didi) estragon'a (gogo) neyin var diye sorunca,  bedbahtım! diye bağırarak cevap verir gogo. arkadaşı temrin hâline gelmiş sohbetlerinin sarhoşluğunda, "atma!", der, ne zamandan beri? Unuttuğunu söyler gogo. İşte beynime yapışan cevap bu lafın üzerine didi'den gelir; "ne olağanüstü oyunlar oynar hafıza!" eee? diye bitirir konuşmasını. "ne yapmalı? ne yapmalı?", hep mutsuzdurlar. Bilinçaltına hapsedilen bir şey onları böyle yapar. Ne yapmalı? Ne yapmalı?

 (ben online izlemedim, ama youtube'da böyle bir seçenek de var. karar vermek size kalmış. izlemek isteyenler fotoğrafa tıklayabilir. yalnız uyarayım, burada seslendirme türkçe. ve şimdi biraz baktım da, bence çok ruhsuz olmuş bu versiyon.)

Geçen gün harika bir belgesel izledim. Muhteşemdi. Journey to the Edge of the Universe, belgeselin adı. İstanbul'daki son gecemde C. ile sabaha kadar bu konulardan konuşmuştuk. Sonra belki konuşma başka meselelere kaymıştır ama ana derdimiz evren idi. Konuştukça ufaldığımı hissetmiştim, küçücük olduğumu. Toplu iğne gibiyiz değil mi demiştim karanlıkta, kendi sesimden çekinerek, daha küçük diye gülüp sımsıkı sarılmıştı bana. C.'nin koynuna sığınsam da yolunu kaybedip benim evime giren, kendini oradan oraya savuran serçe gibiydim. Hepimiz öyleydik, tüm insanlık. Ne tuhaf bir kelime insanlık ve asıl kimliğimiz "insanlık" mı gerçekten? (geçen gün ihsan oktay anar'ın eski bir söyleşisine denk gelmiştim. orada böyle diyordu yazar, sevmiştim.) Saat sabahın beşi olmasa ve ertesi gün ben uçağa yetişmek o da işe gitmek derdinde olmasaydı, kalkıp hemen o saatte izleyecektik belgeseli. O benimle tekrar izlemek istiyordu, ben çok merak ediyordum. Geçen gün, sonunda izledim, zaten kafam rüzgârlıdır, o saatten sonra daha kötü oldu. Beynimde güneş sistemleri, yıldızlar, nebula, süpernova dans ediyor artık;) Bununla da yetinmedim, hiç plansız, hiç ama hiç düşünmeden uzun süredir izlemeyi ertelediğim Trier'in Melancholia'sını izledim dün gece. Ne saadet! Tesadüfe bakın ki o da hemen hemen belgeselle aynı konudan bahsediyordu. Elbette biri kurgu ve derdi başkaydı, ama işte gezegen üstüme üstüme geliyordu yine. 


(filmin afişi bu değil tabii, ama ben bunu tesadüfen buldum ve çok sevdim, üstelik filme daha çok yakıştırdım. şuradan.)

Burada filmleri uzun uzun anlatıp, özet geçmeyi sevmiyorum, bilen bilir. Sadece ben Melankoli'yi sevdim, bunu söylemeliyim. Filmi izlemediğim için etrafın lafına çok kulak asmamaya, duymamaya çalışıyordum, fakat genellikle (benim çevremde ya da) eleştiriler kötü olduğu üzerineydi, bu aklımda kalmış. Trier'in filmleri hep böyledir burada sorun yok, zaten sevdim kelimesi de yanlış bana kalırsa, onun filmlerini sevmek zordur, en fazla şaşırtır, konuşturur vs. vs. Şimdiye kadar hiçbir Trier filmi benim filmim olmadı (hoş Melankoli de değil ya, neyse), yönetmenin fikrine katılmadım, ama hep konuşturdu, önemliydi izlediğim filmler. Bu film çok tuhaf bir zamanıma denk geldi, kısaca; zaman, ortam, mekân çok müsaitti, iyi oldu. Filmde en çok, Justine'in ablasına "dünya kötü, dünya için üzülmemeliyiz" demesini unutmadım. Yönetmen her filminde bunu yapıyor, kötülük felsefesini sınıyor insanlar üzerinde, Dogville'de sevmemiştim bu felsefeyi, İvan varsa Alyoşa da var demiştim ama burada olmuş. "Kimse özlemeyecek ki", lafı kalbimi acıttı, bir de Claire'in küçük çocuğunun korkusu. Çok çok savunmasız çocuklar, her şeye inanmaya hazırlar. Öyle korkunç bir durumda ben de Justine gibi, sihirli mağara yapar içine sığınırız desem Lily'ye ve iki üç çalıdan ne idüğü belirsiz bir korunak yapsam, inanır bana. Gözlerini kapar ve kalbinin tüm saflığıyla inanır. İşte bu anlattığım sahne; filmin sonundaki arkaik "sihirli" mağaranın içinde gezegenin çarpmasını beklemeleri öyle dokunaklıydı ki, sırf bunun için bile çok önemli bu film. Karmakarışık aletleri boş verip ilkel metal yuvarlağın içinden taşan görüntüye kalmaları inanılmazdı, ben çok etkilendim. 
Yine de filmin ilk yarısında sevmediğim, komik bulduğum şeyler fazlaydı; oyunculara söyletilen replikler, Justine'in anlamsız bunalımı, babanın inatla ve bir yerden sonra komik bir şekilde umursamaz davranması ve annenin tuhaflığı (böyle manyak davranacaksa, gitmeseydi bir zahmet düğüne) saçmaydı, Trier ilgisiz aile durumunu abartmış, ve bana kalırsa karikatürize olmuş ilk bölüm.   Ne zaman ki gezegenle yakınlaştık, temasımız arttı, o zaman film güzelleşti benim için. Neyse, sonuçta ben filmi sevdim ve belgeselle üst üste izlemem hoş oldu. (c.'ye kalırsa kötü olmuş benim için, delireceğimi düşünüyor adam;)) Şimdi sırada Another Earth filmi var, o da uzun zamandır bekliyor izlememi, sırasını beklemiş demek ki. 

Böyleyken böyle; filmler, gezegenler, dünya, kötü insanlık ve sokak düğünleri derken bu yazıyı da bitirmenin vakti geldi. Sokak düğünleri nereden çıktı demeyin, o hep vardı (başlangıçta kaos olması gibi, evet) dün akşam yedide başladılar, gece susup, güç toplayarak öğlen bir sıralarında (uyandığım gibi!) tekrar başladılar.  Uzun hava, uzun hava, yakarış, bağırtı. Oysa bilmiyorlar, nasıl ki "Auschwitz'den sonra şiir yazılmaz", ise Thetis ile Peleus'un düğününden sonra düğün de yapılmaz. Thetis gözyaşı dökerek evlendi, birilerini rahatsız edip etmediğini düşünmeyen gerizekalılar için bu her şey gibi bir ayrıntı tabii. Bilmiyorlar demeyin sakın, bildikleri şeyleri önemsiyor mu sanki bu muhteşem "insanlık"?  Kalpleriyle konuşuyorlar mı sizce?

Kalkayım ben, yemek yemeyi unuttum, işe gitmeyi unutmayayım. 
----------------------------

p.s.: -Yukarıya eklediğim ilk şarkı Purcell'in Atinalı Timon'undan, koronun söylediği "who can resist such mighty mighty charms" bölümü. Ben bu aryaya bayılırım. Kim karşı koyabilir böyle bir çekiciliğe, şarkıyı dinleyin bana hak vereceksiniz. 

-Tatil fotolarını düzenleyip duruyorum, aslında tatille ilgili bir yazı yazmak istiyordum. Neye niyet neye kısmet oldu yine. Bir dahaki sefere, umarım.