Perşembe, Ekim 25, 2012

madde madde justine (volume 2*)

 (Neşe ve tasa kuşlarıymış bu kuşlar, ismi duyduğum gibi vuruldum bu resme**, üstelik sadece ismi değil kendisi de çok güzel. Sanırım salona ya da evin herhangi bir yerine asacağım bu resmi. bakalım.)

The World's a Girl by Anita Lane on Grooveshark 

Küçük küçük şeyler...
---------------------
- Hastalık beni iyice miskin yaptı, koltuğa yapıştım kaldım.  Alışverişe çıkalım dedik Poliş'le çok yanlış bir gün (geçtiğimiz pazar) seçmişiz. İnsan seliyle karşılaştık birden, korkunçtu. Kimseye çarpmamak için ve kimse de bana değmesin diye büyük çaba harcadım. İnsanlardan böyle korkuyla kaçmamın nedeni benim yabaniliğim değil elbette, ameliyat sonrası hâlâ ağrılarım var ve morluklar -neden bilmem- çok yavaş geçiyor.

- Tüm bunların yanında yabani olduğumu neden inkâr edeyim, öyleyim evet;p

- Mentalist ikinci turunda. Poliş, izlemediği bölümleri bitirmek istediği için ona eşlik ediyorum, hiç ama hiç sıkılmıyorum aynı şeyleri tekrar seyrederken. Patrick şeker gibi, bayılıyorum onu izlemeye. Eğer hâlâ izlemeyen varsa bu keyifli diziyi, benden tavsiye bir an önce izlemeye başlasın. İlerleyen bölümlerde Red John'un kim olduğu iyice anlaşıldığında, her şey için çok geç olabilir;) (bu yazıyı bitirdiğim gibi, koltuğa iyice yayılıp, rahatça izleyeceğim, şimdi radyo gibi takip ediyorum)

- İş ise tam gaz devam ediyor. Yarın bayram değil mi, hah işte, yarın tam gün (24 saat!) nöbetçiyim. Sinirlerim bozuluyor her nöbet dediğimde, bu konuyu kısa keselim. ('birileri' kıs kıs gülüyor şimdi, o birisinin farkındayım!)

- Miller, içimi çok keyifli bir bira, yatmadan önce bir Miller ve bir ağrı kesici ile her şey cennete dönüyor. Bu aralar bu cephede durumlar böyle.

- Kabil, elimde kaldı. Sabahları oyalanıyorum, Poliş'le laflıyoruz, gece de film, dizi derken  gün bitiyor. Aslında okuması kolay bir roman, komik de, ama neden bilmem ilerlemedi. Yarın nöbette bu konuya eğilmeliyim;p

- Poliş'in Mentalist bittiği gibi Sherlock'a başlamasını istiyorum, onu da tekrar seyredersem rahatlayacağım, gözlerim açık gitmeyecek, artık nereye gideceksem;) Çok özledim Watson ve Sherlock'u. Neydi, hadi hatırlayalım; Zekâ seksiliğin yeni adı. A hah, bayılıyorum bu afili laflara. Ve fena katılıyorum, zekâ bende de emmanuelle etkisi yaratıyor;p

-Emmanuelle'i de andım, öyleyse bitirebilirim bu yazıyı. Serinin hiçbir filmini tam olarak seyretmesem de  Sylvia Kristel'ı çok beğenirim. Hatta geçenlerde  C. ile ilk filmi seyretmeye başlamıştık, benim ısrarımla tabii, ama sıkıldık. Konu yok, erotizm eh işte, Sylvia da tek başına kurtaramadı -hâliyle- durumu. Biz de yattık uyuduk, Emmanuelle de huzur içinde uyusun, dileğim budur;)

Herkese iyi geceler olsun, uzanayım artık, Patrick çay içerken biramla ona eşlik edip yatarım. A, unutmadan, iyi bayramlar tabii, ben nöbet tutayım bayramda, siz de tatlıları fazla kaçırmayın. Göbek, ne kadın ne de erkek için iyi bir şey, Emmanuelle'in ve son Bond Daniel Craig'in muhteşem vücudunu hatırlatırım size. Aman dikkat;p
-----------------------
ve hayat akıp gider...

 *"madde madde justine, volume 1" eksik kalmasın, şurada
** Sirin and Alkonost/Viktor Vasnetsov

Pazar, Ekim 14, 2012

makarna terapisi

(bugün evimden görünen manzara buydu; güzel, soğuk ve durgun)

justine's Playlist 00 by justine on Grooveshark 

Hey, merhaba herkese.

Yıllar geçmiş gibi son yazının üzerinden, o akşam masada oturmuş, kafamdaki milyon tane düşünceyi hâle yola sokmaya çalışıyor ve itiraf etmeliyim, biraz da korkuyordum. Geçti bitti işte, emin olamadığım, endişelendiğim şeyler hâlâ var, ama olsun kararlı olmak her zaman iyidir. Daha iyiyim, yavaş yavaş normale dönüyorum, rutine. Ağrılar azalıyor, hareketlerim görece daha hızlı. Bu sabah ikinci kontrole gittim, moralim fena değil. Poliş geldi Çarşamba günü, keyfim de onunla beraber yerine geldi. O gelmeden, sanırım bir yerlere saklayıp, sıkıştırdığım sinirim patlama noktasındaydı. Sevgilimle en ufak, en basit bir konuyla ilgili konuşurken bile can sıkıcı tartışmalar yapıyordum. Hatta saçmalayıp ağladığım oldu. Ağladıkça ağrılarım arttı ve sancılar sıklaştı. Neyse, geçti hepsi. Moral önemli derler, büyük geyik gibi gelir bana, fakat öyle sanırım, moralim artık daha iyi. Zelda, böyle dönemlerde daha hassas olunduğu ve kendimi üzmemem gerektiği konusunda beni uyarmıştı, çok haklı, hiç olmadığım kadar incelmişim, şimdi düşününce şaşıyorum kendime. Her şey acıtıyordu canımı, her kelime, her davranış, her düşünce.

Peki, sıkıcı konulardan konuşmayalım. Yemek keyiftir, ondan bahsedelim. Hayata döndüm demiştim az önce, nasıl yaptım bunu sizce? Basit, yemek kokularına karışarak;) Kendimi biraz daha iyi hissettiğim bir gün, anneme bu akşam yemeği ben yapayım, sen bırak dedim. Henüz Poliş gelmemişti tabii, bir hafta olmuştu ameliyat olalı. Çok sevdiğim bir tarifi yaptım. Zeytinyağlı, domatesli ve kremalı spagetti. Yemeği yaparken hiçbir şey düşünmemeye çalıştım, müzik dinledim, manzarayı seyrettim, sos pişerken de mutfak masasına oturup Roma tarihiyle ilgili keyifli şeyler okudum. (elimde, "Mısır, Yunan ve Roma Antik Akdeniz Uygarlıkları" kitabı vardı. doktora ders aşamasında elimden düşürmemiştim ama bana inanın ders kitabı gibi değildir. "Dost" kitabevi baskısı, okuması gayet keyifli bir kitaptır, meraklısına.) 

Domatesli spagettiye bayılırım ben, size de hemen tarifini vermek istiyorum. Belki dener ve bana minnettar olursunuz;p Hazırlaması çok basit üstelik, neyse hemen tarife geçeyim ne kadar iyileştim desem de, yoğunlaşma sorunu yaşıyorum. Yazmak bu dağınık kafayla çok zor, okumak daha kolay, keyifli. Eminim herkes farklı şekillerde yapıyordur bu yemeği, benim tarifim şöyle; bir pırasa (soğan da olabilir, ben pırasa kullandım) ve üç-dört sarmısağı zeytinyağında biraz soteledim, üzerine, kabuklarını soyup, çekirdeklerini çıkardığım ve rondodan geçirdiğim dört domatesi ekledim. Biraz siyah zeytin (daha önce dilimlenmiş kullanıyordum ama evde olmadığı için küçük bir bıçakla zeytinlerin çekirdeğini çıkarttım. hiç zor olmadı, üstelik daha lezzetliydi dilimlenmiş olandan), yarım paket krema, kekik ve fesleğen katıp sosu pişmeye bıraktım. Sonra da makarnaya ekleyip yedim. Of, yemek tarifi vermek ne zahmetli iş yahu, yapmaktan bile daha zor valla, onun için hızla kestim;) Aşağıdaki makarnanın hepsini yemediğimi belirtip usulca bitireyim yazıyı, bu son olaylardan sonra hızla kilo veriyorum, bir an önce kendime gelmem lazım. Neymiş, can boğazdan gelirmiş, e heh, tam anlamıyla saçmalık tüm bunlar.

Salı, Ekim 02, 2012

"time immemorial", güzel anılar ve derin uyku


" Kendi kendime, 'Belki de,' dedim, 'bizi bu dünyanın eline bırakan Tanrı da bize yaptığı haksızlıkları böyle unutuyordur.' " Durrell'in Balthazar'ında Justine, çocukken yaşadığı ve tüm hayatını etkileyen taciz olayını anlatırken böyle diyor. Onu üzen, ruh sağlığını bozan ve bu yüzden bir sürü kişiyi incitmesine neden olan o insanın, geçmişteki çirkin olayı anımsamadığını yüzündeki mekanik gülümseyişle anlatıyor, karanlık gözlü kadın, Justine. Kaç gündür bunu düşünüyorum; suçlamak için, suçlanmak için, hatırlamak gerektiğini, ve vicdan azabı yaşamak için, ve sorumluluk almak için... Hepsi için derli toplu bir hafıza. Tanrı ile bir sözleşmem olup olmadığını düşünüyorum, varlıktan gelen sözsüz bir anlaşmaya her iki tarafın da bağlı kalmayacağını hissediyorum. Eğer çok acı çekiyorsam, bazı geceler (karanlıkta ve çok çok sessiz), allahım lütfen bana yardım et, beni bırakma, diye yalvarırım. Gerçek bir inanç, ciddi bir bağlılık filan diyemem bu yakarışıma, büyük bir çaresizlik olduğunu biliyorum sadece. "Neden beni terk ettin!?" sorusu tanrının hafızasına bağlı belki de, ne büyük bir yalnızlık. Unutmanın sadece insan işi olmadığına kendimi ikna edip uyumaya çalışıyorum.

Bu akşam Balthazar bitti, elimde günlerce oyalanan bir kitapla vedalaştım yine. Bu kadar uzun süre elinizde taşırsanız bir kitabı, elbette cümleleri kazımak zor olur beyninizden. Justine'i okuyalı yıllar oldu, Durrell'in cümlelerini, üslubunu unutmuşum. Aklımda dili muhteşem bir kıvraklıkla kullanan, zeki bir yazar imgesi kalmıştı sadece. Balthazar'ı okurken biraz bozuştum kendisiyle, basbayağı oryantalistti Durrell, Justine'de su yüzeyine çıkmayan alaycı dili burada zehirliydi. Onun küçümseyişlerine kulak asmadan dilinin güzelliğinin tadını çıkarmaya baktım. Sonra bir şeyler değişti tabii. Anlatayım; bilen bilir, İskenderiye Dörtlüsü sürgülü levhalı roman dizisidir aslında. Romanda bir karakterin (pursewarden) kendi kitabı için kullandığı bu benzetme bana kalırsa Durrell'in dörtlüsünü eksiksiz tarif eder. Her kitap bir sonrakinin yanlışıdır, ya da tam tersi, sonradan gelen parça öncülünü yalanlar. Balthazar, Justine'de anlatılan çoğu şeyi ters yüz ediyor okuyucunun kafasında. Kitabı bitirmek için, -tüm huzursuzluğumu unutmak için esasen- elimden bırakmadığım son üç gündür biraz önce söylediğim değişikliği ve şaşkınlığı yaşadım ben. Küçümseyici, kibirli sandığım dilin, kazınınca altında binlerce görüntüyü sakladığına şahit oldum. Ortaçağ parşömeni benzetmesi geçiyor romanda, evet onun gibi silinip silinip tekrar yazılan doğrular, yanlışlar vardı Durrell'in dilinde. Ben bu anlatımdan büyülendim. Zaten, bir karakterinin adını kendime mahlas seçecek kadar (sade'ın değil durrell'in justine'idir bu. hoş, durrell de sade'dan ödünç almıştır ya, neyse) dilini sevdiğim Durrell, bu kitaptan sonra kıymetlim oldu. Bunu tarihe not düşelim öyleyse;)

Serinin bu ikinci romanında (kitap, olaylar değil, düşünceler geçidi ve bunun için konuyu özetlemek nafile bir çaba bana göre), ilk kitaptan tanıdığımız anlatıcı (darley) bu sefer kendi gözlemlerinden değil, dostu Balthazar'ın ona verdiği notlardan faydalanarak yaşananları anımsamaya çalışır. Justine'i aslında hiç tanımadığını fark eder (düş gücü ve bellek uyumsuzdur, üstelik kim kimi ne kadar tanıyabilir?), şaşkınlık ve hayal kırıklığı Clea'nın mektubuyla (benim fikrim) son bulur. Şimdi, burada, kitabı okumayanların kafasını karıştırmak istemiyorum. Güzel romanların böyle bir etkisi vardır bilirsiniz, her şeyi anlatmak isteyip, sessizliğe mahkûm ederler sizi. Bende, "yumuşak bir sarsıntı" yaratan -bunu çok düşündüm, özellikle bu şekilde tanımlamak istiyorum, başka açıklaması yok- kitabın sonundaki iki mektup bahsettiğim sessizliği mükemmel açıklıyor. Mektuplardan ilki Clea'dan. Diğeri Justine'in belki de tek gerçek aşkı, yazar Pursewarden'dan geliyor. Pursewarden, "ah, keşke konuşabilseydik, ne iyi olurdu" diye yazıklanıyor Clea'ya ('yazıklanmak' Ece Ayhan'ı anma kelimem benim), yalnızlığı anlatıyor. O bölümü düpedüz yazmalıyım, aracısız. Sizin de okumanızı istiyorum çünkü; "İçimde kullanılmadan duran bir sürü tamamlanmış konuşma var! Yalnız yaşayan insanların belki de gerçekten eksikliğini duydukları tek şey bu; düşüncelerini kendi düşüncelerinin yanına koyup uyup uymadıklarına bakabileceğin bir dostun arabuluculuğu! Yalnız insanlar saltçı oluyorlar, olmak zorundalar, eşyanın doğası uyarınca yargıları da öyle, ex cathedra." Alıntının sonundaki Latince kelimeyi "yetkeli" diye not düşmüş çevirmen, ben otorite sahibi diyeyim size. Sonradan uydurulmuş, dile uymayan kelimeleri sevmiyorum. (hepimiz, tüm yalnızlar pursewarden'ın dediği tuzağa mı düşüyoruz yoksa? yargılar, yargılar, yargılar, sevip sevmemeler, tam komedi) 

 

Geç oldu değil mi? Yarından sonra sevimsiz bir gün, ihtimal o zaman göndereceğim bu yazıyı bloğa. Şimdi biraz dinlenmeli, ama uykum yok. Ne yapalım, Clea'nın mektubundan parçalarla devam edelim mi yazıya? Sonra tatil fotolarını bir iki cümleyle anlatır ve çatılan kaşlarımı rahatlatıp giderim yatağa. İyi fikir, öyle yapalım. Bu yukarıdaki foto deniz kıyısından, Olympos sahili. Son iki gün, C. gittiği için (onun izni benimkisinden çok çok az) kızlarla beraberdim. Onlar, bizden ayrı, beğendikleri başka bir yerde -kayalıklara yakın- denize giriyordu. Onlara eşlik edince yukarıdaki güzelim minyatür ağacı, çalıyı da gördüm. Bu küçücük bitki, çiçeklenip etrafı güzelliğiyle süslemenin dışında gölge de veriyordu. Öyle şaşırtıcı ki bu güzellik, hayran olmamak elde değil. Küçük, basit bir çalılık, ama gölgesinde kitabını okuyabiliyorsun, güneşi neredeyse tamamen engelliyor. Aklım almıyor gerçekten, bizi böylesine koruyan ve muhtaç olduğumuz doğaya nasıl da zarar verebiliyoruz? 

 
 
Clea, kitabın sonundaki mektubu, kirletilmemiş, zarar verilmemiş bir doğanın içinden yazıp, gönderiyor; ortasından tatlı sular, Akdeniz çiçekleri fışkıran kayaların süslediği bir yerden. "Gündüzleri kumrular, geceleri bülbüller", diyor, "tozdan sonra ne büyük bir erinç". Benim çok sevdiğim ve sizinle paylaşmak istediğim şöyle bir bölüm var mektupta; ölen yaşlı bir adamın (scobie) papağanı Clea'dadır, papağanın her sabah sahibinin sesini ve hareketlerini taklit ettiğini söyler Clea, sonra eskiyen bir plak gibi anısı yavaş yavaş silikleşti, der; "...bunları daha seyrek yapmaya, sesi daha az güvenli çıkmaya başladı. ... Bence galiba insan dostlarının, dünyanın gözünde böyle ölüyor, eski bir dans ezgisi gibi ya da bir vişne ağacının altında bir filozofla yapılmış unutulmaz bir konuşma gibi yavaş yavaş eskiyor. Suskunluğa geri dönüyor. Sonunda kuş iyice güçten düştü, bir gün başını kanadının altına sokup öldü. Çok üzüldüm, ama çok da sevindim. 
Biz yaşayanlar için sorun daha başka -bir yürek üslubu oluşturmaya çalışırken zamanın dizginlerini nasıl kullanmalı- bunun gibi bir şey? Ben yalnızca anlatmaya çalışıyorum. Güçsüz kişilerin yaptığı gibi zamanı zorlamamak -çünkü bunun sonu kendi kendini incitme, büyük iç acısıdır- ama dizginleri elimizde tutup ritmini istediğimiz gibi, işimize geldiği biçimde ayarlamak. Pursewarden, "Tanrım, bize sanatçıların kararlılığını, ustalığını ver," derdi, benim buna ekleyecek tek sözüm, yürekten bir amin olurdu..."

Zamanı zorlamayalım, tamam, bu işimizi kolaylaştırır. Eskiyi anıları tazelemek için değil, bir güzelliğin kaydını sağlama almak için, belleğimizdeki kayıtları -rakamsız, sembolsüz- numaralamak için kullanalım. Şimdi ben, hiç istemediğim bir karar vermişken, ameliyat olmayı en sonunda kabul etmişken bu mutlu fotolara bakalım, rahatlatır. C. ile ilk uzun tatilimizdi, bu tatil. Daha önce çok fazla yere gittik, çok gezdik ama sonunda hep eve dönüyorduk. Ada tatilleri de en fazla iki gündü. Geçen yıl Olympos'a gitmiş, onu da iki güne sığdırmak zorunda kalmıştık. Ben böyle, iki, üç, beş diye çocuk diliyle anlatıyorum ya, gülmeyin bana, inanın küçük şeylere sığınarak büyüyor insan. Ben böyle büyüdüm. (acaba?;)) Her neyse, sizden önce C. gülecek bu yazdıklarıma, o üçe beşe inanmaz. Bir şeylerin, başka başka şeyleri sembollemesini sevmez. Ben konuştuğum zaman hayretle dinliyor beni, biliyorum. Cevap vermeye çekiniyor (verdiğinde olan şey, hepimizin yaşadığı kavga, tartışma işte, bilirsiniz), kalbimi kırmak, beni üzmek istemiyor ama ikimiz de farkındayız onun algısı sadece bana inanmak üzerine kurulmuş. Bana inanıyor, ve bununla yetinmeye çalışıyorum ben de. Hmmm, kötü değil sanki, yazı sıradanı şiir yapar;p Yukarıdaki fotoğrafı seviyorum, dalmış, birilerini dinliyoruz. Polişka çekmiştir kesin, ya da Serap. Çok, çok özledim onları, keşke fotoğraftaki zamana dönsek. Tamam ağlamak bu saatin işi değil, bir bardak su içeyim, sonra devam. 

 
Su, en güzel ve en fazla işe yarayan plasebo. Haksızlık etmeyeyim, milyon faydası varmış, öyle diyorlar. İçince pişman olunmayan tek şey. Ben kaç gündür çay dışında bir şey içmiyorum.  Soğuk algınlığı hazırlıksız, ve hiç sırası değilken yakalamasın diye, gazoz, kola ve bira içmeyi de bıraktım. Yine de terleyip duruyorum üç gündür. Dün ve ondan önceki gün gürültü yüzünden camı, kapıyı kapatmıştım, belki ondan sıcak olmuştur, fakat bugün bir tuhafım. Sıcak diye camları açınca (bu evin camları çok çok büyük, boydan boya, biraz açınca bile yetiyor), üşüyorum, kapatınca da terleme başlıyor. Böyle saçma sapan işler. Buraya nasıl geldik biz, yine dağıttım, farkındayım;) Kızlar sizi seviyorum!, böyle toparlasam nasıl olur?;p Ablam ve Polişka mükemmel tatil arkadaşlarım benim. Ablamla çokça tartışsam, Poliş'e kızıp, sinir olsam bile onlarsız olmaz. İkisi ile paylaşmayınca yaşadıklarım hep biraz eksik kalır, kalıyor, eminim. 



Bir şort, bir de askılıyı kendime tatil üniforması yapmışım sanırım. Olur öyle:/ Olsun;) Tatilde harika insanlarla tanıştım, çok keyifli sohbetler, sert (!) tavla maçları yaptım. Hızla geçti, aksi hâlde nasıl büyürdük?;p Tatilin büyük bir kısmı İstanbul'daydı, onu anlatmak da sonraya kalsın. Kendime geleyim, aklımdaki can sıkıcı sorular gitsin o zaman. Şimdi bu anılar yüzüme bir gülümseme koymakla görevli. Bunun için, bir albüm hazırlamanın hafifliğiyle yazıyorum bu postu. Siz bu yazıları okurken ben derin bir uykuda olacağım. Tüm anıları, öfkeleri, sevinçleri unutturacak kadar etkili bir uyku. Sevgilim, bana kızma lütfen, Güzel Polişkam, canım ablam, siz de. Yalnız değilim, yanımda sizinle yaşanmış harika bir geçmiş var, bırakın hatırladıklarımı, unutulmuş zamanların bile rüzgârı var. Geçmiş olsun diyeyim, geçsin. 
A, bir de, bu satırları okuyan herkese günaydın, güzel bir sabah olacağa benziyor. Uyanınca anlatırsınız.
----------
 p.s.: 'time immemorial' "çok eski, anımsanmayan zaman", demekmiş. Yazıdaki italikler ise Balthazar'dan.