Pazartesi, Aralık 31, 2012

yıl sonu çiçekleri; zambaklar, güller karanfiller

Carnation, Lily, Lily, Rose / John Singer Sargent (resmin orijinali için bkz; Tate Britain)

yeni yıl by justine on Grooveshark 

Birkaç gün sonra tatilim bitiyor, evden ayrılırken bedenimden bir şey kopuyor gibi hisseden ben, bulunduğum yerin şeklini alan vücudumu ısındığı yerden toplamak, çıkarmak için zorlanıyorum. Şimdi buralar sıcak, karlar, yağmurlar, şiddetli rüzgârların sonunda yüzünü gösteren güneşin sakin ve uzak hâli kadar sıcak. "Bana bak ve yaşamaya devam et!"; sarı, heybetli güneş, denizin insanlarına böyle yol gösterirmiş, öyleyse biz neden bundan nasiplenmeyelim? Son günlerde, sıkıcı bir durum yüzünden iktisatla fazla haşır neşir oldum, bir ara o durumu da anlatırım, fakat şimdi diyeceğim başka bir şey, iktisat çalışırken fayda teorisi ve hayatından hep bir şeyleri elemek aklımda takıldı kaldı. Fırsat maliyetini hepiniz bilirsiniz, işte hayatımızın fırsat maliyetlerini hesaplamakla geçtiğini anladım en sonunda. Bu yılın bana kazandırdığı tek şey budur, hayırlı olsun;p 

Cuma gecesi Life of P.'yi izlemeye gittik C. ile. Ang Lee sevdiğim bir yönetmen, bazı filmlerine bayılmasam da onun hayata bakışını izlemeyi seviyorum. Life of Pi filmi gayet hoştu, açık denizde çocuğun kaplanla (kitabı okuyanlar richard parker yazmadığım için kızabilirler. evet o muhteşem Bengal kaplanının bir adı var; richard parker) mücadelesi ve dostluğunu (belki yol arkadaşlığı demeliyim?), izlemek keyifliydi. Ben, kulağımda Blake'in dizeleri, "Tiger! Tiger! burning bright / In the forests of the night...", gözlerim ekranda, heyecanla izledim filmi, size de tavsiyem olsun. 

Şimdi çıkmalıyım, C. işten geldi, hazırlansın Seraplar'a gideceğiz. Bu gece Lilişka, ablam, Deyvo, Poliş ve sevgilimle beraberim. Hepiniz için güzel bir yıl diliyorum, yeni yıl, eski yıl hepsi birbirine karışsın, hiç önemli değil, tüm hayatınız mutlu ve keyifli geçsin. Bunu umalım en azından.

Blake'in dizeleri kapanış, yok hayır, bana kalırsa her zaman için muhteşemdir, öyle bitirelim. Çok, çok seviyorum bu şiiri;

"Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?

Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?

Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?

Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?"

 
William Blake (çeviri: Selahattin Özpalabıyıklar)

Cuma, Aralık 21, 2012

bellek defterine bir çizik daha; notumuz 36


"...
Kışa alışkın kar, soluğun sonsuz!
belleğine büyük güvenimiz var!
..."

                                                             kar erimedi / t. Uyar

 

Çiçek ve müzik odayı güzelleştirir. Böyle biliyorum ben, buna inanıyorum, ya siz? Fotoğrafta görünen C.'nin salonu, ev çok küçük olunca salon da her yerden görünüyor tabii, yatak odası, mutfak, banyo, kadraja da gayet rahat sığıyor haliyle;p İki günlüğüne ablama gitmiştim, bugün döndüm, İstanbul tatillerimde C.'nin yanında kalıyorum, özetle manzaram bu.

Hadi geçelim bunları, doğum günü yazısı basit, sade ve kısacık olsun. Bugün çok, çok uzun bir yolculuk yaptım, İstanbul'a kar yağdı, ben seyrettim. Güzeldi. Hazırlıksız gitmişim, berem sevgilimin evinde kalmıştı eve gelene kadar kardan adam oldum, ama hava mis gibiydi, nefesimi rahatlatan, taze ve canlılık veren bir soğukluk. I ıh, şimdi trafikten filan bahsetmeyeceğim hiç, sıkıcı konular yok bu gece, kendime söz;)

Kişisel tarihime bir not olsun bu yazı, buraya yazmaya ekim 2010'da başlamışım. 2010 benim için önemli bir yıldı, hayatımda çoğu şey değişti, iyi ya da kötü bir şeyler oldu, o zaman ilk doğum günü yazımı yazmış, ertesi yıl devam etmişim bu çizik atma alışkanlığına. Bu yıl da geleneği bozmayayım istedim. Böyleyken böyle, otuz altı -yazıyla!- bakalım bana neler neler getirecek ya da elimden neleri alıp gidecek? Tuhaf bir belirsizlik şu gelecek denen şey. Neyse.

Hayır, bitirmeden şunu eklemeliyim; sıcak yatak, güzel uyku gitmesin yeter, eh bazen ufacık şeyler büyük mutluluk vadeder. Şimdi ısınayım öyleyse, hadi bakalım;p

Pazar, Aralık 02, 2012

kendine ne sorardın?

  
İzlediğim film biteli iki saat kadar oluyor, belki daha fazla. Her neyse işte, şehri seyrettim biraz, değişik hiçbir şey yok. Yaklaşan bir felaketin ayak sesi, uğursuz bir işaret, ya da yarının daha güneşli, güzel olacağını gösteren bir yıldız. Olumlu ya da olumsuz hiçbir şey yok, şehir yerinde duruyor. Gecenin nöbetçilerinin gözlerinin ve beyninin yaratacaklarının insafında, bilmediğimiz bir şeylerin tam kıyısında. Şehrin -varsa eğer- kıpırtısı, uykusuzlara işlemiyor. 

Filmi anlatmayacağım; sadece sonunu ve bir iki klişeyi sevmediğimi yine de oldukça naif, güzel, etkileyici bulduğumu söylesem yeter. Bir sahneden bahsetmek istiyorum sadece, filmdeki genç kız (ana karakter), geçmişte yaşanan talihsiz bir olay yüzünden tanıştığı ve onun üzerinden arınma  yaşamak istediği adama (bir müzisyen) kısa  sohbetlerinde uzaya giden ilk insanın hikâyesini anlatır, hikâye hemen hemen şöyle; Rus kozmonot büyük bir mekikle uzaya çıkmış. Uzayın çok ama çok küçük bir alanını kaplayan aracının, küçücük bir bölümünde yaşıyormuş. Kozmonot aracındayken portal penceresinden dışarıyı seyreder, dünyanın kavislerini görürmüş. İlk defa gören, gezegene dışarıdan bakan ilk insan oymuş. O bakışla kendisini kaybetmiş, sonra birdenbire gösterge panelinden tuhaf, nereden geldiği belirsiz bir tıklama sesi duymuş. Tık tık tık... Kontrol panelini sökmüş, aletlerini çıkarıp sesin kaynağını bulmaya ve rahatsız edici sesi durdurmaya çalışmış. Ne yazık ki bulamamış, ses aynı şiddet ve senkronda tınlamaya devam etmiş. Tık, tık, tık, tık... (hepimiz biliriz, kız da adama -masaya vurup, tok sesi çıkararak- bildiğimiz şeyi söyler; "birkaç saat bu şekilde devam edince işkence ediliyormuş gibi olur.") Sesle uzayda günlerini geçirmeye başlamış kozmonot, o da biliyormuş gerçeği, bu küçük ama çok rahatsız edici ses onu delirtecekmiş. (kız adama sorar; "ne yapabilirsin ki? yukarıda, uzayda, bir başına... bir uzay odasında.") Kozmonot, kalan günlerini bu sesle geçirmek zorundaymış, sonra aklını korumanın tek yolunun bu sese aşık olmak olduğuna karar vermiş. Gözlerini kapatmış, hayallerine dalmış, bir zaman sonra, gözlerini açınca artık tıklama sesini duymadığını fark etmiş. Müzik varmış kafasının içinde. Ve kalan zamanını uzayda, o kocaman boşlukta, huzur içinde yüzerek geçirmiş.

Filmin adı Another Earth, çoğunuzun duyduğuna eminim. Benim kadar sevecek misiniz bilemem, ama ben sadece, şu yukarıda anlatmaya çalıştığım sahne için bile izlerdim bu filmi. Çok önceden, yine bu blog yazılarından birinde, Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli kitabının kahramanı Zebercet için, hayatta kendisine bir olanak aramış, ama sonuncusunu, kendisini yok edeni yaşamak zorunda kalmıştı, demiştim. Bu filmde de aklıma hep başka bir olanak fikrine sarılmak, öyle yaşamaya çalışmak düşüncesi geldi. Kitap ve film apayrı şeylerden söz ediyor, teğet bile geçmezler birbirlerini belki, yine de en büyük lanet olan yalnızlığımızın altını çizmesi bakımından ikisini benzettim ben. İnsanın en büyük trajedisinin, elindeki tüm olanaklarının tükenmesi ve bir seçenek daha ihtimaline, başka bir dünya olasılığına umutsuzca sarılması olduğuna inanıyorum. Filmi seyredin lütfen, buraya da koyduğum muhteşem müziklerini dinleyin (özellikle 12. parça, The Cosmonaut harika), kızın diğer gezegene çılgınca bir istekle gitmek istemesinin nedenini bir de siz düşünün. Adamın ona; orada ne olduğunu bilmiyorsun, neden, diye soruşunu, kızın, bu yüzden gitmek istiyorum zaten, diye cevaplayışını duyun. Yine müzisyen adamın kıza tuhaf bir aletle, yaptığı olağanüstü müziği hissedin. Hatta filmde kızın yaptığı gibi yapın, gözlerinizi kapatıp öyle dinleyin. Tozların uçuşunu görün, bir de eğer cesaret edebilirseniz, uzayda bir yerde kendinizle karşılaşsanız, kendinize soracağınız ilk soru ne olurdu, onu düşünün. O kırık aynada ne görmek isterdiniz? Başka ihtimaller, gizemler; acaba neyi değiştirirdiniz?

Ne sorardınız sahi? 
---------------------

Günaydın. Sabaha karşı anlatmaya çalıştığım film sahnesi, Rus kozmonotun hikâyesi varmış nette, biraz önce gördüm. Youtube videosu aşağıda, belki filmden önce izlemek isteyen olur. Hatta, burayı okuyan herkes izlesin bence, hayran kaldığım  "The Cosmonaut" şarkısının filmde kullanılışını görürsünüz hem. Ben şimdi kahvaltı yapmalıyım, çaya ihtiyacım var, acilen.