Pazar, Şubat 19, 2012

çocuk kalbi; aritmetik iyi kuşlar pekiyi

 

(Liliş üç yaşlarındaydı, o gün parkta saatlerce solucan aramıştık. Çocukların merakı öyle şiddetli ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve onunla aynı heyecanı duyuyorsun. Bulaşıcı üstelik; solucanın parkta görülecek en ilginç şey olduğunu sanıyorsun;))
 

"...
bir kız vardı okulda öyle dikilip duran
gözlerini dikerek öyle bakardı her an
yere bakardı göğe bakardı size bakardı .. saatlerce!
neden? tam bir bilmece!
..."
                            t. Burton/The Melancholy Death of Oyster Boy
  
Dün çok yorucu bir gündü benim için, karışık, tuhaf, iyi, kötü. Öğlen başladı nöbet, sabah bitti, ama nasıl bitti, bir de bana sorun. Ve yarın yine 24. Annem son zamanlarda benim biraz sinirli olduğumu söylüyordu, ben ona ne kadar karşı çıksam da kendimi gözlemeye başlamıştım. Evet, haklı olabilir, ama sorun sanki sadece bende değil, herkes çok sinirli. En basit konularda bile saatlerce tartışma yaşanıyor çalışırken. Bu Pazartesi mesaideydim ve akşam eve geldiğimde kafam kazan gibiydi. Her neyse, gezegenler etkiliyor(!) diyelim ve geçelim;p Dün arkadaşla çay içip sohbet ediyorduk, nöbetin başları daha. Neo'nun bloğunda bahsettiği kitap kampanyasından bahsettim ona, hemen katkıda bulunmak istediğini söyledi. Sonra başka bir arkadaşını da aradı ve diğer nöbet arkadaşımız da katıldı. Kitap sitesinden çocuklar için kitap seçerken ben bir yandan düşünüyordum; çok gençler daha (yirmili yaşlar), fakat iyilik yapmaya ne kadar istekli ve hazırlar, bu çok güzel. Burayı okurlar mı bilmiyorum, okurlarsa şimdi yazdıklarıma gülecekler eminim, ben düşünmezdim bu kadar heyecanlanıp, bana yardım edeceklerini.  (onlar sayesinde göndereceğim kitap sayısı arttı, ben sadece on bir kitap atabilmiştim sepete, şimdi kırk küsur kitap gönderiyoruz çocuklara.) Ciddi bir kitap okuma alışkanlıkları yok ve bundan dolayı kitabın çocuklar için ne kadar önemli olduğunu bilemezler sanıyordum. Yanılmışım, beni utandırdılar ve bu beni çok ama çok mutlu etti. Tekrar teşekkürler üçüne de.
-----
Çocuklar için kitap seçmek zor işmiş. Nelerden hoşlanırlar, okuma seviyeleri ne durumda her şeyi düşünmek zorunda kalıyor insan, allahtan bazı yayınevlerinin çocuk serileri var ve iyi ki çocukları düşünen şahane yazarlar var. Cemal Süreya'nın, ismini başlığa taşıdığım kitabını (Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi) ve Dağlarca'nın çocuklar için yazdığı kitapları bulunca çok sevindim. Sonra kendimi düşündüm de bir kitap için kavga ederdik, kütüphanenin korkunç havasını (çocukluğumun kütüphanesi öyleydi, bkz.) solumak zorunda kalırdık ve çoğu harika yazara ulaşamazdık bile. Büyük saçmalık. Diyeceğim şu, her yardım iyidir tabii, ama çocuklar için yapılanı en güzeli, kalbi en çok rahatlatanı ayrıca. Çocuklar kötülükten anlamaz çünkü. Bilmez ya da yapmaz demiyorum, anlamaz. (aklıma "Kevin Hakkında Konuşmalıyız" ve türevleri geldi elbette) Eh, kötülüğün olmadığı yer kalbi sıkıştırmaz haliyle, nefes aldırır biraz.
------ 

Annem gitti bugün, çok uykusuzum. Oysa hemen uyumam gerek şimdi, çok erken kalkacağım sabah. Biraz önce bir film seyrettim, türk filmi; Beni Unutma'ymış adı. Niye seyrettim ki, ne kötü bir filmdi. Sahte, klişe, saçma sapan. Bir tek kadının hastalığı ilgimi çekti, pek bilinmeyen bir beyin hastalığıymış ve unutmayla başlıyor yine. Gerisi aynı. Yönetmen Takva'nın yönetmeniymiş, o film iyiydi yine, idare ederdi. Evet, senaryo faktörü giriyor araya, Önder Çakar yazmıştı Takva'nın senaryosunu. Beni Unutma'nın ise iler tutar yanı yok. Bu kadar lafı, ben yaptım bir hata, siz yapmayın diye yazıyorum, ne kadar iyiyim anlayın;p 
----
Havalar ne soğuk değil mi? Yine donmaya başladım ben, ne zaman bahar gelecek? Bitirmeden; 
eğer okumadıysanız, çok eski tarihli Matur ve Dağlarca söyleşisini okusanıza, ben yıllar önce okumuştum, bugün yine karşıma çıktı. Orada en çok soyadını alışının (dağ değil, dağlı değil, dağlar değil, dağlarca...) hikâyesini ve eğer çocuğu olsaydı, sözcükleri sever miydi, sevmez miydi, nasıl biri olurdu, sadece bunu merak edişini çok etkileyici buluyorum. Ve şairler farklı bir kalp taşıyor, ben buna inanıyorum.
--------------------------------
p.s.: Kitap kampanyasını başlatan öğretmen Mahmut Bey ve arkadaşlarının sitesi şurada. Bravo böyle öğretmenlere, onları gördükçe yaşamak biraz daha anlam kazanıyor. Sağolsunlar.

Salı, Şubat 14, 2012

tolstoy'un abisi, kraliçenin aşkı ve "gerçek" hayat

 

Bu şarkıyı çok seviyorum, daha önce kesin söylemişimdir. Zaten bir şeyi yüz kere söylemezsem rahat edemem, bilirim ben kendimi. Neyse, bugün çok iyi oldu bu şarkıya rastlamam, yağmur tertemiz yaptı manzarayı, ben de şehre boş boş baktım. Dışarıyı seyrederken şarkıyı dinledim tabii, sözlerine takıldım her zaman olduğu gibi, eh tam anlamıyla boşluk sayılmaz sanırım bu. 
--------
Nerede kalmıştık? En son annem geldi demiştim sanki, bakayım ne demişim... Evet, bunamamışım daha, doğruymuş;) Bu Cumartesi gidiyor yine, benden önce İstanbul'da olacak yani. Farkında mısınız bilmem artık 'yani'yi rahat rahat kullanıyorum, Calvino'nun elimdeki kitabının çevirmeni Rekin Teksoy (ben onu sinema eleştirmenliğinden bilir ve severdim. bir de Svevo ve Pavese'yi onun cümlelerinden tanımıştım.) aynı rahatlıkla kullanmış çünkü. Referans sağlam olunca rahatlıyor insan elbette, rahatlık da takdir edersiniz ki çok şeydir, yani;p Geçen gün Sunay'la buluştum, çok eski bir arkadaşım Sunay, beraber nöbet tutardık, sonra o ayrıldı, avukatlık yapmaya başladı. İzmir'i bilenler, Bonjour'u da bilirler, ben Eko'da buluşalım dedim (alışkanlıklarına fena bağlı biriyimdir;)) o, farklı bir yer olsa bu sefer dedi, orayı söyledi. Duyan da iki günde bir buluşuyoruz sanır, yılda iki kere filan görüşüyoruz oysa, eh bu durumda da Eko farklılaşmış bir tercih bile sayılabilirdi aslında. Tamam, dedim uyumlu insan sesinin en yumuşak tonuyla (kafam çok karışıktı o sıra, başka şeyler düşünüyordum.), ki Bonjour'u hiç sevmem, düşünün artık tonu tutturmanın zorluğunu. Orada yıllar önce saçma bir görüşme yapmıştım, tarzını da sevmem o kafenin, oturanların tipini de. Neyse, işte orada buluştuk. Onu beklerken garson menüyü uzattı, korktum. Ne bu böyle, Karamazov Kardeşler gibi dedim, gülüştük öyle, gerçekten çok kalındı menü, yarısından başladım incelemeye ve bu espriyi telefonda konuştuğum C.'ye de yaptım. Sanırım artık espri yapma yeteneğimi kaybediyorum;p  Güzel değildi istediğim yemek, çok övüyorlar oysa, bir şey anlamadım ben, kalabalıkta oturmak ve sohbet etmek iyi geldi ama, havadan sudan konuştuk. Dışarıda göründüğüme göre, anladım ki yaşıyorum.
-------
Gece yatarken -dün ve önceki gece-, Tolstoy'un oğlunun yazdığı, -babasını anlattığı kitabı- biyografiyi okuyorum. (Palomar'ı iki gündür elime anladım, onu başka zaman anlatacağım fakat şunu söylemeliyim; Palomar benim için iyi bir ders oluyor. Betimleme sevmediğimi hep söylerim, sade anlatım ilgimi çeker, ve yazıda minimalizmi severim. Palomar ise tam anlamıyla betimleme şaheseri. Gözlem cenneti! Bay Palomar görmenin biçimlerini araştırırken gördüklerini en ince ayrıntısıyla yazıyor. İşte bu yüzden, uzun ve karışık tasvirlere yatağıma çok çok yorgun girdiğim iki gece boyunca ara verdim.) Sergey Tolstoy, babasının, veremden ölen amcasını her zaman büyük bir sevgiyle andığını yazmış. Tolstoy şöyle dermiş abisi için; "Ağabeyim dünyada hiçbir şey yapmamayı başarmış bir adamdı. Bunu herkes beceremez." Çok hoşuma gitti bu tanım, amca tatlı tatlı konuşan, anlatan, ama hiçbir iş yapmayan bir adammış. Yapmak istemediğinden değil, her şeyi denemiş, olmamış. Turgenyev ise amcası için şunları demiş; "Olağanüstü bir insandı, onu severlerdi demek yetmez, ona taparlardı." Sonra şunlar da var; "Lev Tolstoy kendisi alçak gönüllü olmayı ilke edinmiştir ama ağabeyi yaradılıştan alçak gönüllüydü." Sonra durdum, düşündüm; C.'nin bana yazdığı, söylediği şeyleri hatırladım. Ona bazen kızdığımı, eleştirdiğimi, daha sert olması gerektiğini, tüm işlerden nefret etmesinin anlamsız olduğunu söylediğimi. Her şey uzaktan, bizimle olan mesafesi rüzgâr yaratmayacak hâldeyken mi güzel? İvan haklı mı yani? Edebî acılar hoş, gerçek acılar yalanmış diyordu ya;p Dünya kaygısından uzak, yavaaaaş yavaaaaş yaşayan insanları severim, peki C. yanımda yavaş yürürken bile neden sabırsızlanıyorum?;)
------------------

 (Albert lir kuşuymuş bu güzel kuş. İsmini kraliçenin kocasından almış.)
 
"...kraliçe victoria,
ben pek modern aşkla beslenmiş değilim,
benim hayatıma girecek misin
hüznün ve kara arabalarınla
ve kusursuz
anılarınla..."

Kraliçe Viktoria, kocasına deli gibi aşıkmış. Yazıya koyduğum şarkıdan da anlaşılıyor bu, ama biz başka şeylerden de öğreniyoruz bu kara sevdayı. "Kara" diyorum, çünkü bu sözcük tam anlamıyla karşılıyor durumu. Kocası ölünce hiç bitmeyen bir yas tutmuş kraliçe, sadece siyah giymiş. Çok gençken tanışmış ve sonra evlenmişler. Ne güzel böyle hikâyeleri okumak, tatlı tatlı anlatmışlar sayfalar dolusu. İş gerçeğe gelince ne oluyor peki, şu oluyor; kraliçenin başka bir aşkı daha olmuş, yas aslında sadece görüntüdeymiş, vs. vs.

Bana şunu bunu (aşk, para filan falan) vermeyin, sadece gerçeği verin, diyen bir yazar kesin vardı, böyle şeyleri okuyunca aklıma hep o geliyor;)
------------------------
Yukarıya afişini koyduğum filmi izledim biraz önce, henüz bitti. Muhasebeci bir kadınla, garsonluk yapan bir adamın aşkını anlatıyor film. Ben beğendim, doğal buldum oyunculukları. Kadınla adam arasındaki çok hızlı başlayan ilişkiyi, ilk başta tutku, merak, heyecan isteği diye tanımlarken, film ilerledikçe yaşadıklarının aşk olduğuna karar verdim. Aferin bana;p Sulandırmayayım; İtalyan filmlerini pek sevmem, ne bileyim, belki kulağıma komik (ve hâliyle abartılı) gelen dilleri yüzünden (herkes çok sever İtalyanca ve İspanyolca'yı, neden acaba?) böyle düşünüyorum, ama gerçek bu, klasikler ve birkaç örnek dışında sevdiğim çok film çıkmıyor karşıma. Bu filme başlamadan önce de onlarca filmi açıp kapattım. Oscar adayı filmlere göz attım (fena sıkıcılar), festival filmi vardı ona takıldım (We Need to Talk About Kevin), sonra hakkında hiçbir şey bilmediğim bu filmi açtım. İyi yapmışım, dediğim gibi iki kişi arasında yaşanan çoook şiddetli tutkuyu güzel vermiş yönetmen. Adamın iki çocuğunu ve karısını bırakmaya cesaret edememesi, kadının işte, evde, her yerde sadece ve sadece adamı düşünmesi, parasızlık, kadınların -ülke, din, dil hiçbir şey fark etmez-, hep "sonra", "bundan sonra ne olacak" diye sormaları, erkeklerin "anı yaşayalım, olmaz mı" rahatlığı, çok gerçekti. Kadın güzel değildi ve adam da yakışıklı sayılmazdı, tamam idare ederlerdi ama sokaktan öylesine çevrilmiş iki tip gibiydiler daha çok, bu benim için önemli, çoğu filmde göremediğim küçük ama mühim bir ayrıntı çünkü.  Özetle, herhangi iki insanın yaşamıydı seyrettiğim, bunu önemsiyorum ben. Böyle işte, biraz uzun (pekâlâ daha kısa olabilirdi), fakat yapmacık olmayan (taktım bu akşam doğallığa, hayır olsun;)) bir film izlemek istiyorsanız aklınızda olsun bu yazdıklarım, belki siz de beğenirsiniz. Afiş üzerine tıklarsanız filmi online seyredebilirsiniz, umarım tabii;) Ben öyle izlemedim, ve online izleme sitelerindeki tanıtımları çok komik buluyorum. Şimdi link vermek için baktım, bu film için şunları yazmışlar; yakışıklı bir lokanta yöneticisiyle sıradan bir ofis çalışanının tutkulu ilişkisiymiş ve dram türü erotizmle buluşuyormuş, vay ki ne vay.

Konuyla ilgili fotoğraf da koyarsam mis gibi bir uykuyu hak ederim sanırım. Olympos günlerinden gelsin öyleyse, İtalyanları tavlada yendiğimin resmidir. Hadi bakalım, tanrı türkü korusun;p (milliyetçilik, nasıl komik gelmez bazı insanlara, kendimi bildim bileli en çok buna şaşarım ben, tam anlamıyla saçmalık. başka ülkelerin insanları tavla bile biliyorlar oysa ki, müthiş bir şey bu! eşitiz ne güzel;p)
 

(fotoğrafları Serap çekti ve bir gün sonra C. geliyordu, ondan bu kadar keyfim yerinde. italyan çifti bilemem tabii, ben yeniyordum oysa;p)

Pazartesi, Şubat 06, 2012

bakış, "karamel tadında"

(Bruegel'in meşhur tablosunun kaçakları. Balkondan bakarken, görüp, tanıdım tabii, kanıt olsun diye de çekmişim. ;) .............. Bu kafayla espri yapmaya çalışıyorum ya, bravo bana. Neo'nun sayfasındaki resme daldım biraz, ondan böyle oldu. Sonuç olarak genci, yaşlısı fark etmez, Bruegel ailesi candır.)

 

"...Bay Palomar, kıyıda ayakta duruyor ve bir dalgaya bakıyor. Kendini dalgaları hayranlıkla seyretmeye kaptırmış değil. Kaptırmış değil, çünkü ne yaptığını çok iyi biliyor: Bir dalgaya bakmak istiyor ve bakıyor. Hayranlıkla seyretmiyor, çünkü hayranlıkla seyretmek için, elverişli bir yapı, elverişli bir ruhsal durum ve elverişli dış koşullların bir araya gelmesi gerekli: Ve Bay Palomar, ilke olarak hayranlıkla seyretmeye karşı olmasa da, bu üç koşuldan hiçbiri yok kendisinde. Kısacası, bakmayı amaçladığı "dalgalar" değil, tek bir dalga, hepsi bu: Belirsiz duyumlardan kaçınmak istediğinden, her eylemi için sınırlı ve kesin bir amaç belirliyor..."

i. Calvino/Palomar

Bazen, şu bakış dediğimiz şey, hep kurcaladığımız, kesin yargılara varmaktan kaçınmayıp, 'belki'lerle sınadığımız şey, yani şu bakış dediğimiz şey, hastalanabiliyor. Belirtileri farketmek zor, kuluçka dönemini sinsice atlatıyor, sonrası körlük. 

Bugün kötü kalktım, annem geldi onunla lafladım, keyifsizliğimi belli etmemek için "fazla keyifli" numarası yaptım. Sonra biraz daha yattım, "sen uyurken, Rüya'lara giderim", demişti, gitmiş. Birazdan ben de giderim, ya annemi alır dönerim, ya da o orada kalır, ben ise mutlaka gelirim. Sanki, sadece evimde kendime ait bir bakışı koruyabiliyorum, dış etkenler tanıdık olunca, benim bakışımdan nasibini alınca her şey daha kolay oluyor. 
Doktor randevusunu cuma'ya erteledim şimdi de. Annemin gelişi planda yoktu, ona da söylememiştim, komik oldu. Neyse, hallolur bir şekilde. Sekreterle güzel anlaşıyoruz; peki, perşembe uygun mu sizin için, yok hayır cuma olsun, olmadı diğer hafta, tamam oldu, hoşçakalın. Telefonun iki ucunda, ötelemeyi seven şaşkın tipleriz. Bakışımız tanımadığımız kişilerle konuşurken ezbere sığınıyor, tanıdığımız kişilerle konuşurken ise süslü bir ezbere. 

Palomar'a başladım. Calvino'nun dili çok etkili, ilgi ve keyifle okutuyor kendisini. Henüz başlardayım, sonra konuşuruz tabii, neymiş ne değilmiş. Şimdilik sadece bekliyoruz, saygıyla ve elbette istekli;) (hoşgörü sözcüğünden nefret ediyorum, bunu da unutmadan söyleyeyim.)
 (bu fotoğrafa da Cezanne'ın resimleri gibi diyeceğim ama çok külyutmazsınız, yemezsiniz o kadarını;))

Yukarıdaki meyveler annem için, o meyve yemeyi çok sever, güzellik olsun dedim. Benim de kendime ait bir meyve tabağım var, ama içi şu an için sadece elma dolu. Bir sürü amasya elması ve iki tane yeşil elma. Arkamda kaldıklarından unutuyorum bazen yemeyi, ama meyve güzeldir tabii, sağlıklı filan. Fotoda görünen gofreti dün aldım, bim'den. Hollanda Karamel Dolgulu Gofret'miş tam adı. Çok lezzetli, çayın yanında da güzel oluyor. Aklınızda olsun, almak isterseniz kuruyemişlerin yanında bulunuyor kendileri, her bim'in düzeni aynı mı bilemem, burada böyle. Fotoğraftaki üstüste yığılan kitaplar ise İdefix siparişim, geleli çok oldu, fakat yer bulamadım. Böylelikle bir fotoğrafın çözümlemesini de yapmış bulunuyorum. Diğer görünenleri anlatmayacağım, ilgilenmiyorum kendileriyle. Arkeoloji lisansta, ilk derste bir çay bardağını bir saat anlatmıştık, geçmişi anmış oldum ne güzel. Betimleme dersi, I.
Hmmm, karamel, gofret demişken tadında bitirelim bu yazıyı. Ben gideyim, siz de bu karda kışta kendinize iyi bakın. (bir şeyi daha unutmadan söylemeliyim; kar kış dememe bakmayın siz, dün İzmir'de nasıl güzel bir hava vardı şaştım kaldım bu işe. güneşli, harika. aferin tanrıya, arada ışığını esirgemiyor insanlardan, dün olduğu gibi.)

Cuma, Şubat 03, 2012

kıyamet gibi gelen delilik

Bir film izledim biraz önce, Take Shelter, yok hayatım değişmedi, sadece bir şeyler yazacağım. Sonra gider uyurum. 

"Gözleriniz kapalı ve elleriniz kasıklarınızda. O gök kuşağı ışıkta. O tam sessizlikte."


Bu yaz İstanbul'a gittiğimde bir sahaftan Eşlik kitabını almıştım Beckett'ın. Bir bira açmış, o gece okumuştum. Eşlik hakkında hemen o an, okuduğum gibi bir şeyler yazmak istemiştim, kalmış öyle, kalır. Sonra peşinizden sürüklenir tabii, bunu, okuduğu her kelimenin gölgesi yüzüne vuranlar iyi bilir. Ben hiçbir şey bilmiyorum esasen, yüzüm leke dolu, hatırlamasam keşke, hatırlıyorum. "Bir kavağın dibinde sırtüstü yatmaktasın, titreşen gölgesinde." Filmde yavaş yavaş gelen delilik var, kalıtım önemli tabii, annesi tanı koyulmuş bir akıl hastası adamın, belirtiler usulca geliyor. Yaklaşan bulutlar çok karanlık. Bir gün okuldan gelmiştim, hemen evin yanıbaşından değil, İstanbul'da yatılı okuduğum yerden. Soğuk evde oturuyorum, babam kapıdan seslendi; Ayşe, kızım sen mi geldin? Gülmüştüm, baba, benim adım Ayşe mi, dalga mı geçiyorsun benimle? İsmim Ayşe değildi, babam dalga geçmiyordu, hastalığın nasıl geldiğini çocuk aklınla bilemezsin, hâlâ şaşırıyorum. Birileri seninle birliktedir karanlıkta, onun masal olduğunu okuduğun kitaplar yazar ama sen gerçeği hissedersin. "En sonunda çabanın boşa gitmesi ve sessizlik çok daha iyi değil mi. Ve senin her zaman olduğun gibi olman." Bir sığınağa ihtiyacımız var, bizi tüm fırtınalardan koruyacak bir kalkan. Biraz hava lazım, biraz ışık, sonrası kurtuluş. "Tanrı sevgidir. Öyle mi değil mi? Değil."  
Kara bir cübbe giymiş gökyüzü, çok korkutuyor beni, sakin, kımıldamadan duruyorum, ama öyle. Üstelik bu rüyayı kaç kere gördüm arka arkaya. Ne etkileyici bir filmdi bu gece seyrettiğim, hiç yakıştırmayacaksınız ama aşağıdaki  şarkıyı dinledim filmden sonra. Bir kere daha dinleyip yatacağım. Hiç rüyasız bir uyku dileğiyle. 
 

p.s.: Film (Take Shelter), Michael Shannon'ın çok çok sevdiğim Bug filminin öncesini anlatıyor sanki. Çok benziyor iki film birbirine, ikisi de güzel. Seyredin bence, pişman olmazsınız.

-------------
* İtalik yazdığım alıntılar Eşlik'ten. 
** Buradan filmi izleyebilirsiniz, ben online izlemedim tabii, sizin takılmadan nasıl izlediğinizi de bilmiyorum ya, neyse;) Hastaneden arkadaşlar hep buralardan izliyorlar, bir bildikleri var demek ki. Onlara ve herkese kolaylık olsun bu link. Şimdilik bu kadar, kaçtım.

Çarşamba, Şubat 01, 2012

şiir, lied ve nergis; bir gün daha bitti

 (illüstrasyon şuradan.)

Çok soğuktu. Buz gibiydi dışarısı. Bu havada, işi gücü olmayıp laf olsun diye dışarı çıkan varsa eğer, bravo ona dedim, yüksek sesle bravo! Ben neden çıktım, bir bilsem. Kendimi kandırmak için çıkmalıydım sanırım, ya da uydurdum bir şeyler. Plan yapıp duruyorum kendi kendime, bugün bunu yapsam, yarın şunu hallederim, sonra uyur, uyanınca da kalan diğer işi. Randevuyu öteledim, oh iyi yapmışım, çanta işini hallettim. Yazın çok beğenerek aldığım bir çanta vardı. Birden karşıma çıkmıştı ve hiçbir yerde bulamam sandığımdan düşünmeden almıştım. Sonra biraz soyuldu kenarları, seyahat çantam için aldığım yere gittiğimde ondan da bahsedince, hemen verin, onu da firmaya gönderelim demişlerdi. Vermeseydim keşke, firma hatasını kabul etmiş, o sorun çokça karşılarına çıkmış ve başka bir çanta alacakmışım. Eh, verdiğime pişman oldum tabii, bu olayın üzerinden neredeyse dört ay geçtiğine ve ben ancak bugün çanta işini halletmek için gittiğime göre, baya baya pişman olmuşum, şimdi daha iyi anlıyorum. Gittim başka bir şey aldım, istemeyerek tabii. Neyse altı üstü çanta, arsa almadım sonuçta. Kemeraltı yine çok kalabalıktı, herkes dışarıda. Bakıyorum yüzlerine, işten çıkmışa benzemiyorlar, yavaş yavaş, salına salına yürüdüklerine göre geziyorlar gerçekten. (ben asla, kat'a yavaş yürüyemem. C. bile şaşırır bu huyuma, o elbette yavaştır! eşyanın doğası gereği;p) Neyse, yine o ünlü sözü duydum; kot lazım mı abla? Komikti. Lazım değildi almadım;p Yemek yiyeceğim yere girmeden nergis satan iki kadın gördüm, çok neşeli iki çingene (atmıyorum, pek keyifliydiler) kadın. Geçen ultrason çektirdikten ve biraz rahatladıktan sonra nergis almıştım, -akşam akşam-. Tabii o saatte alınan nergisler taze olmuyor, kötü görünüyorlardı, kokusu yeter demiştim. Durun fotoları da var. 

Ne diyordum? Kokusu yetti, evet. Görüntüsü de güzelleşsin, bunların yanına koyarım, alacaklarımı diye nergislere yaklaştım (cinayet romanı gibi;p), kadının elindeki çiçekleri kokluyordum, diğer kadın; sen çok kibar bir kıza benziyorsun, bu çiçekleri verelim sana dedi. Tamam, gülmeyeceğim dedim içimden;) Ah, çiçekler ne hoş kokuyordu, tüm komiklikleri ve dertleri unutturan rayiha, bayıldım, hayran kaldım! Kadın durmadı ama; kibar hanım, böyle asil çiçek, sana yakışır, alsana dedi. A, yok o kadar dayanıklı değilim, gülmeye başladım; yok canım, abartmayın, dedim kadına;p Çiçek almaktan filan da vazgeçtim, "asil çiçekmiş!", gülerek ayrıldım yanlarından. Onların rutin seslenmeleri fonda duyuluyordu tabii, gülüyorlardı. Yolda, İzmir bugün gülmüyor, demiştim sevgilime mesaj atarak. Beni utandırdı yine. Güzel oldu. Arabayla gitmem ben Konak'a, otobüse bindim haliyle. Kartımda para kalmamış, hemen kalkacak mısınız dedim şoföre, kalkacakmış. Arkamdan gelen beyefendi, ben basarım sizin yerinize, dert etmeyin, dedi. Adam sanki bana o an dünyayı bağışladı, nasıl sevindim bilseniz. (hemen, ama hemen eve gitmek niyetindeydim, oyalanmadan!) Parasını vermek istiyorum, almıyor, ısrarla önemli değil, almam diyor. Atze'nin yazısı geldi aklıma. Ne hoş, evet İzmir asık suratlıydı, fakat güldü sonra.
----------------
Dışarıda yemenin en güzel yanı, evde yemek yapma derdine düşmeden çay keyfine başlamak. Çay koydum ve şiir okudum. Yok, hiç kitabımı filan almadım elime Quasthoff'u dinleyip, T. Uyar ve İ. Özel'in şiirlerinden okudum. Dün gece seyrettiğim film beni çok yormuştu; Carnage. Çok geveze ve histerikti karakterler, sevmemiştim. İyi oldu bu akşam aşağıdaki şiiri okumam, çok iyi oldu. Defalarca okuduğum şiir ve yine öyle dinlediğim lied aşağıda, meraklısı için;
"...
uzak nedir?
kendinin bile ücrasında yasayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?
başım açık, saçlarımı ikiye
ortadan ayırdım
kimin ülkesinden geçsem
şakaklarımda dövmeler beni ele verecek
..."
bu şiiri böyle kesik kesik okumayın lütfen. Çok güzel bir şiir, yazık olur. Hepsini yazmadım buraya, tamamı şuralarda bir yerde var.

Quasthoff'un sesine ise bir şey diyemem, tanrısal bir ses o, ben anlam veremiyorum. Büyüleyici, olağanüstü.