Cumartesi, Aralık 21, 2013

yolculuk, benekli kuş, 37 durağı

(The Watchmen - Julio Reyes)

"Pájara Pinta duruyordu
Tünemiş yeşil bir limon dalına.
Gagasıyla dalı koparırdı
Gagasıyla çiçeği koparırdı."*



Bugün yolculuk var, az sonra evden çıkacağım. Bavulum daha bomboş, tüm hazırlıklar yarım. Bende bir bellek var mı diye düşünüyorum sabahtan beri, varsa rengi solmuş olmalı belki de çok kullanılmaktan ağarmış. Ya hatırlamam gereken şeyleri tamamen unutuyor ya da hiç hatırlamamam gereken şeyleri inatla hatırlatıyor. Oyuncu, numaracı, düşman. Yalan değil, bakın şimdi ne yapıyor; bavuluma koyacağım eşyaları düşüneceğime kafama koyup koymayacaklarımı düşünmeye zorluyor beni. Şunları şunları götürme yanında diyor, şunu da, şunu da, hatta gerekirse bomboş git, ama yanına sıkıntılarını alma. Sakın! Bu sefer onu dinleyeceğim, evet eski, evet renksiz ve hüzünlü, evet tam anlamıyla huysuz yaşlı bir kadın gibi (benzetmem gerekse, flannery o'connor'ın tuhaf ihtiyarları gibi derdim.) ama benim iyiliğimi düşünüyor, eminim. Buna inanmalıyım, çünkü bugün benim doğum günüm. 

Bugün, caz dinleyip etrafı seyretmeli. Benim dışımdaki kocaman uğultuyu. O uğultuya kaptırınca kendimi, gerçekten büyüyeceğimi biliyorum. Neden caz peki? Hadi bu da size sorum olsun, oyun olmadan eksik kalır kutlama.;p 

Henüz 37. Burada duralım bakalım.
-------------

* Benekli kuş demekmiş, Pájara PintaPájara'nın ayrıca bir anlamı daha varmış, dişi tilki, fettan kadın anlamına geliyormuş. Ben demiyorum, Manguel, Bütün İnsanlar Yalancıdır'da söylüyor, ben sadece inandım.

Pazartesi, Kasım 25, 2013

oyalan-ma


 
Akşam fark ettim; bulutları yan gözle izleyip "yarın hava nasıl olacak acaba" diye düşünürken bir yandan da gelecek ayın hesabını yapıyordum. Artık çok eminim, şu hayatta nefes alana rahat yok, plan, program, akşama ne pişirsem, hangi kitabı okusam, nereye gitsem, ne yapsam, günlük dertler, kurmaca dertler, varoluş sıkıntısı (duydum "peh!" dediğinizi, hı hı), gelecek, geçmiş, bin türlü cehennem. Sonra merak ederiz tabii, başımız neden ağrıyor diye. Ağrır, patlayıp infilak etmediğine şükredelim. Benim bu patlamalardan kaçış yolum ya bir filme, ya bir kitaba ya da mutfağa sığınmak oluyor. İnsana tahammül edemiyorum, hayır, başka birisiyle sohbet filan benim ilacım değil, eminim. Başkalarını rahatlatabilir ama beni daha da delirtiyor. (Evin delisi salondan bildirdi, hadi bakalım ilk taşı delirmeyeniniz atsın.;p)

Dün gece yine bu anlarımdan birinde koltuktan bir hışım fırladım, limonlu kek yapmaya koyuldum. Limonu rendelerken önceki gece izlediğim filmi, hamuru çırparken de okuduğum kitaptaki albayı düşündüm. Hmmm, keki fırına verirken de boş durmadım (allah boş duranı sevmezmiş) önceden acil durumlar için bir cümle atmıştım çuvala, oradan onu çıkardım, evirip çevirdim cümleciği. İki gecedir yatağımda uyumadan önce okuduğum kuran'dan (çevirisi kötüymüş, C. dedi.:/) bir cümle bu; "isa allah'ın kelimesidir." Kelam demek istiyormuş aslında, fakat ben bu versiyonunu daha çok sevdim, şiirsel mi buldum, yoksa saf bir şekilde masum olduğunu mu düşündüm bilmiyorum, ama sevdim valla. Şiirsel saflık diyelim.;p

Kek nefis oldu, Passive'den aldığım tüyo sayesinde tabii. Bu sefer önceden yaptığımın aksine süt ve yoğurt filan katmadım, sadece krema ve limon suyuna karışmış birazcık yağ kattım o kadar. Yumuşacık, mis gibi oldu kekim. Çayın yanında film izlerken güzel gitti ve az da olsa huzur geldi sayesinde, iyileştim. Merak eden varsa tam tarifi yazarım, basit bir şey zaten.




Yazıya uzuuun bir film ve çay arası verip geldim. Geldim, çünkü bu gece yazmazsam hiç yazamam, üzerimde nasıl bir tembellik, nasıl bir uyuşukluk var anlatamam size, ölü toprağı serpilmiş gibi. Az önce izlediğim ve yazıyı bitirmek için yarım bırakıp geldiğim film uyduruk bir şey; Eat Pray Love(yazıyı yarım bırakıp filme, filmi yarım bırakıp yazıya, onu da yarım bırakıp hah ha, hayatımın özeti budur; her şeyi ama her şeyi "yarım bırakmak"!) Film, herkesin bildiği "ne yaparsan yap bir türlü kendini bulama"-yış hikâyesini anlatıyor. İzlediğim yere kadar henüz bir şey bulamamıştı kadın, hâlâ bunalımdaydı. İtalya'ya gitti, hedefinde de Bali vardı, bilmiyorum neler olacak. Ama ben size söyleyeyim, o kafayla jüpiter'e bile gitse aradığını bulamaz o kadın. Keyifle dondurma yalamayı sadece İtalya'da yapabileceğini sanan kafadan bahsediyorum, aroma ve gustoyu da orada bulacağını sanıyor şapşal. Her neyse, kıytırık bir film işte, tam da kıytırık film kafasında olduğum için izlemeye başlamıştım, bitsin sonra da azıcık erotik soslu, drama izleyeceğim. Umarım o güzel çıkar.

Buraya yazmayı ihmal etmiş olabilirim, ama film seyretmeyi bırakmadım. Geçen zamanda öyle çok film izledim ki hepsinin afişini yazıya koymaya kalksam resimler arasında kayboluruz. Ben de seçip ayıklayıp koydum, kısacık cümlelerle sıradan tarife başlayayım; Le Passé, İranlı yönetmen Farhadi'nin filmi, "Geçmiş" diye çevrilmiş. Film Fransa'da geçiyor ve bir çiftin ayrılış sürecini anlatıyor, eskiyi, geçmişi, alışkanlıkları, yeniyi ve pişmanlıkları hatırlatarak. Ben filmi sevdim, epey oldu izleyeli gerçi, yine de filmi keyifle izlediğimi ve izlerken de puro içtiğimi gayet net hatırlıyorum.;) Hemen ertesi gün farenjit olmuştum çünkü! İzlediğim gibi yazsaydım anlatacak çok şeyim olurdu da şimdi kalsın böyle. Genel olarak dilsizlik hâli var üzerimde, izlediğim okuduğum şeylerle ilgili. Tavsiye edip, diğer filme atlayayım. The Thing, 82 tarihli Carpenter filminin prequeli, ilk filmi izlemedim henüz ama bu filmi beğendim. Heyecanlı, gerilimli, bilimkurgu janrında bir film arıyorsanız bir bakın derim. The Imposter, yarı belgesel-yarı kurmaca bir film, sanırım ecnebiler mockumentary diyorlar bu tarza. Büyük heyecanla başlamıştım bu filme, aynı heyecanla devam edemedim. Karakterler itici, olay tutarsız, fakat yine de son yarım saatte güzel bir dönüş yaptı, ilginç bir öykü izlemek isterseniz aklınızda olsun. The Sunset Limited, çoook uzun zamandır aklımdaydı, bir türlü izleyememiştim. Filmde sadece iki karakter var, siyah ve beyaz. Beyaz ateist bir profesör, siyah ise eski bir suçlu ve elbette inançlı. Filmdeki konuşmaları takip etmek keyifliydi, bir de oyuncuları çok sevdiğimden (samuel jackson'ı iki kere çok!) benim için fazlasıyla zevkliydi filmi izlemek. Yalnız şunu söylemeliyim; filmin yarısına kadar ve hatta daha da fazlasında siyahın beyaza olan üstünlüğü beni rahatsız etmişti, o vaaz hâli, inançlı insanın kendinden emin tavrı, o tavra sinmiş rahatsız edici gülümseme sinirimi bozmuştu, ki film son dakikalarında beyazı unutmadı. (ivan'ın sahneye çıkışı diye kodlayayım ben bu dönüşü, siz de filmi izleyince dostoyevski'nin karakterini beyazın suretinde görün.) Bol diyaloglu film bulmak kolay da, içi dolu konuşma bulmak zordur, onun için herkese tavsiye ediyorum bu filmi, kaçırmayın. En beğendiğimi en sona sakladım; Chinese Coffee, nefis bir film. Karakterler sağlam, konuşmalar müthiş, oyuncular superb! Daha ne ister ki insan bir filmden? Ben bayıldım. Bir iki yer vardı takıldığım, canımı sıkan ama boş verdim, olur o kadar. Çok uygun bir zamanıma denk geldi ve on üzerinden on verdim. (bu filmi belki yine konuşuruz, şimdi burada keseyim. uzun uzun sohbet etmeyi hak ediyor gerçekten. bakalım.)

Bir de dizi var izlemeye başladığım; filmlerden artan zamanda hangi diziye başlasam diye düşünüp duruyordum Masters of Sex'i buldum, bir bölüm seyrettim. Şimdi ne desem bilmiyorum, kararsızım bu dizi hakkında. Güzel, iyi, farklı bir konu tamam da, bir şeyler eksik ve fazla klişe sanki. Neyse, daha çok çok başındayım dizinin, bakalım ilerleyen bölümlerde neler olacak? (unutmadan dizinin ilk bölümündeki sevdiğim yeri söyleyeyim; kadın orgazmını araştıran doktor, araştırmanın fahişe deneğine orgazm hakkında bir şeyler sorar ve aldığı cevap şaşırtıcıdır. ben gülmüştüm o sahnede, kadının söyledikleri hem doğru hem de komikti.)

Bunların dışında onlarca film var izlediğim, çoğu çöp, ıvır zıvır. Aklıma geldikçe bahsederim belki, ya da beynimin çöplüğünde bir daha dokunulmamak üzere yerlerini alırlar, bilmiyorum. Hah ha, sonra da işte ahhh bilinçaltı ve rüyalar!
-------------------- 

Bir kitapla bitireyim; 


" Kadın alçak sesle güldü. "Çizgi filmleri anımsamıyorum bile artık," dedi. Albay cibinliğin gerisinden onu görmeye çalıştı. "Sinemaya en son ne zaman gittin?" "

Belli bir ayın hikâyesi, romanı var mıdır bilemem, ama bana kalırsa ekim ayına en uygun hikâye Mârquez'in Albaya Mektup Yok hikâyesi. Albaya Mektup Yok'u okumaya geçen ay başlamıştım, kısacık bir kitap aslında, bir oturuşta biter. I ıh, ben öyle yapmadım. Öyküyle senkronize ilerledim, kahramanlar ekim ayını bitirdi ben de bitirdim, kasım ayına geçtiler, onları takip ettim. Sadece meraktan sonunu bekleyemedim; geçenlerde bitti kitap, öykü ise aralık ayında bitiyor. Kitabın ana karakteri albay, karısıyla o, ölen oğullarından hayata yetim kalmışlar. Kitapta en çok bu lafı sevmiştim; "biz de oğlumuzun yetimleriyiz", diyordu albayın karısı, çok etkilenmiştim. 

Albay ve karısı oğullarını aylar önce kaybetmiş; çocuk, horoz dövüşlerinde el altından bildiri dağıttığı için "devlet" tarafından öldürülmüş. Oğullarından bir horoz hatıra kalmış onlara, başka hiçbir şeyleri yok. Bir de umutları var tabii, her cuma günü üşenmeden ve bıkmadan gelmesini beklediği bir mektubu var albayın. Emekliliğini haber verecek mektup onlar için bir yaşam umudu. Ama gelmiyor, gelmeyecek de. Albay, geçen zamanda beklemeyi öğrenmiş, zamandan ve mekândan bağımsız yaşamayı. Hüzünlü bir öykü bu, ben okurken ölümün kadına benzediğini, ekim ayında gömülmenin korkunçluğunu, şemsiyelerin ölümle bağını ve tüm yılın aralık olduğunu öğrendim. Bazı insanların camdan yapıldığını, yağmurun her pencereden aynı görünmediğini ve devletin çirkin yüzünü tekrar ve tekrar gördüm. Márquez'in sihirli dilini seven bu öyküyü de sever, ben sevdim. 

İki filmlik vakit kalmadı; ya bahsettiğim saçma filme devam edeceğim ya da diğerine başlayacağım. O hâlde; ya şundadır ya bunda...
--------------

p.s.: Başlıkta kendime çektiğim ihtar inanın subliminal, bende yalan yok.;p

Pazartesi, Ekim 28, 2013

kış




Kış geliyor, haliyle kış hazırlıkları başladı. 


Şaka yahu, ben kim, bir şeye, bir yere hazırlanmak kim, çok zor bu cephede öyle işler. Ama bir dakika, kendime o kadar da haksızlık etmeyeyim, geçen zamanda pek önemli bir misafir ağırladım; telaş, heyecan içinde koşturdum, plan program yaptım. Buna hazırlanmak diyorsak buradan azıcık puan kapabilirim. Yukarıya fotosunu koyduğum turşu hikâyesini  de anlatınca bütünlemeye kalmadan geçerim sanırım. 

Sayılı gün, su gibi aktı bitti. Zaman, elimizde ne var ne yoksa üfleyip savuruyor, her gün daha çok şaşırıyorum geçen zamana, arkasından alık tipler gibi sayıklayıp duruyorum, ama daha dün, ama geçen gün... evet ben katıksız bir şapşiğim, itiraf ediyorum. (ve aramızda kalsın, ben en çok bu zaman denen şeyden korkuyorum.) 

Üflenip kaybolan zamanda neler yaptım peki? (Proust'a selam olsun, izindeyiz!) Geçici görev  diye bir bela vardı başımda, o teraneyi atlattım. Torbalı pek de ilgi çekici bir yer değilmiş yakından şahit oldum. İlk nöbetim bol kazalı, bol hastalı geçti. Hastaların alkol promilleri de yüksek olunca benim sinirler iyice bozuldu. Berbat bir nöbetti, o gün hem çok yoruldum hem de Gerede'deki ilk gençlik yıllarıma, oradaki trafik kazalı nöbetlerime döndüm.  Kötüydü.  Başka bir nöbette ise deli gibi yorulmuş halimle C. ile tartıştığımı hatırlıyorum. Kendi kendimi öldürüyorum, bu kesin. Hiç bir şey yokken birden cehennemi buluyorum, farkındayım ama elimden bir şey gelmez, kendimden vazgeçemem, bunca yıl taşıdığım saçma, anlamsız, tuhaf bir şey bu "kendim" dediğim şey, vazgeçip, değiştirmek kolay değil, bu da kesin. O günlerden aklımda kalan tek güzel ayrıntı, eve dönerken arabayı iyice yavaşlatıp şehirde çok yaşayamadığım sabahın güzelliğini seyretmekti. Romantizm filan yapmam, korkmayın, sadece gördüğüm olağanüstü güzelliği söylemeliyim. Ağaçları hiç o kadar net görmemiştim, yüzleri yeni yıkanmış gibi serin ve renkliydi hepsi. Yol boştu, birkaç uzun yol kamyonu ve yolcu minibüsü o kadar, fırsattan istifade doya doya seyrettim ben de, nefisti. 




(ilk fotoda C. uçaktayken onun için yapıp fotoğrafladığım muffinler var, gelince aç olur, atıştırmalık hafif bir şeyler olsun diye düşünmüştüm. heyecandan ikimiz de doğru düzgün bir şey yiyemedik tabii, kaldı güzelim çörekler öyle. o gece nasıl araç kullandığımı da bilmiyorum ya, allahtan yollar boştu.;) diğer fotolar arkeoloji müzesi'nden, bomboştu biz gittiğimizde, en son lisansta gitmiştim bu müzeye, yıllar sonra tekrar gitmek tuhaftı. c. olmasa yaşadığım üzüntü ve sıkıntıya dayanmak daha zor olurdu, eminim.)

Sonra, C. bayram tatilinde benim yanıma gelmeye karar verdi. Bunca yıllık beraberliğimizde hep ben ona gittim, ya da birlikte bir yerlere gittik, bu zamana kadar benim evime, benim yaşadığım yere hiç gelmemişti. Dramatize etmiş gibi olmasın, özellikle tercih ettiğimiz bir şey değildi bu; onun izni az ve sadece hafta sonları izinli, benim iki nöbet aram bile onun izninden fazla, haliyle benim oraya gitmem daha mantıklı oluyordu. Her neyse, bu uzun tatil bize yaradı, sevgilim de benim habitatımı sonunda görmüş oldu. Sabah kahvaltılarında çaylı, bol kahkahalı, komik sohbetler ettik, yatakta uzun uzun konuştuk, benim hep tek başına oturduğum, -hayır! bildiğiniz yayıldığım- koltuğa birlikte uzanıp film izledik, İzmir'i el ele, kol kola gezdik, vs. vs. Ama gelin görün ki ben bunlar hiç yaşanmamış gibi hissediyorum şimdi, sanki uzun bir rüya gördüm ve bitti.  Tuhaf. 

Ona çok kırılmıştım gelmeden önce, ne kadar istesem de yaşadığım şeyle, o sinir bozucu aptallıkla halleşemiyordum. Buraya geldiğinde konuşuruz diye düşünmüştüm, olmadı. Konuşmak ne kadar zor. Anlamak, güvenmek, affetmek, unutmak çok zor. Peki alışmak neden bu kadar kolay? Hadi bakalım, bir tane tuhaf da buraya gelsin; hayat tuhaf hanımlar beyler, hem de öyle böyle değil, pek tuhaf.





(tchibo'nun güleryüzlü çalışanının tavsiyesiyle aldığım -bayramda mühim misafirim var, çoook güzel bir kahve istiyorum demiştim;p- wiener melange'ı nefis çıktı, çok beğendim. evi de mis gibi kahve kokutuyor, bir taşla iki kuş. ilk defa çiğ börek yaptım, harika oldu ve biz o ağırlıkla gece seansına gravity filmini izlemeye gittik! son fotoda ise, şu blogta görüp aklımın bir köşesindeki "kesin yapılacaklar!" listesine yazdığım muhteşem omlet var. mutlaka ama mutlaka deneyin bu omleti, sadece çedar peyniri olarak benim kullandığım la vache qui rit markasının cheddar'ını kullanmayın. blogta yazan markayı filan deneyin ne bileyim, yeter ki benim düştüğüm hataya düşüp, sevgilinin kalbini kazanacağım derken kafasını kırmayın yeter.;) peyniri paketinden çıkarırken deliriyordum ama sonuç şahane oldu, bayıldık, bayıldık.)

Tüm tatiller, güzel günler hızla geçermiş, bu da geçti. Aklımda sadece birkaç güzel fotoğraf ve anı kaldı. Özellikle birini hiç unutmam; fuardaki arkeoloji müzesini (bu diğer müze, varyanttaki değil) gezdikten sonra şehrin gürültüsünden uzak, o muhteşem sessizlikte C. ile bankta oturduğumuz zaman büyülüydü; akşam oluyordu, uzaktaki lunaparkın ışıkları hiç anlayamadığım zamanı daha da  gerçek dışı yapmıştı. İçimden güldüğümü hatırlıyorum; bu benim yaşadığım şehir olamaz, demiştim, bu şimdi buraya kondurulmuş bir sahne, etraftakiler de şehre uğramış kumpanyanın oyuncuları olmalı. Lunaparka belki de onun için gitmedim, uzaktan sahneyi daha kusursuz yapıyordu, bir şeyler uzakta kalsın öyle, ben kafamda kurayım. Böyle güzel. 

(fuardaki manzara ilk fotoda. şikayet etmeden, sıkılmadan o bankta uzun bir süre oturduk, üstelik ikimiz de hastaydık! hastalık meselesini sonra anlatayım, sabah oldu yine. yalnız hikâyenin en trajikomik kısmı hastalık bölümünde saklı, bir ara anlatayım ki bizden ders alın.;) ikinci foto varyanttaki arkeoloji müzesinin bekleme salonundan -belki de lobisi, bilemedim şimdi-. ben de c.'yi çektim ama sormadan koymayayım dedim. insanın kendi fotoğrafları üzerindeki tasarrufu daha kolay, koy gitsin nedir yani?;p) 

Aaa, turşuları anlatmayı unuttum! Bravo bana, akşam çayı demlemeyi unutmuştum şimdi de bu. Ya yaşlanıyorum, ya da acilen b12'ye ihtiyacım var, durumlar fena. Of, saat 5 olmuş, turşu bahsini hızla özetleyeyim. Geçenlerde bir konuşmada turşu lafı geçince canım çok çekti ben de "yapayım ne var ki, atla deve mi?", dedim. İlk deneyimim bu, nasıl olacağını hakkında hiçbir fikrim yok. Nette bulduğum tüm tarifleri kolaj yaptım kafamda ve turşumu kurdum. Yalnız benim turşu ananemin ekolünden oldu, köy biberi ve büyük salatalıklarla. Akşam vakti çıktım manava gittim, haliyle ne kornişon bulabildim ne de başka bir sebze, işte o zaman ananemin güzelim turşularını hatırladım. Umarım benim derme çatma turşum da güzel olur, gelişmeleri saniye saniye aktarırım size, bakalım.. Hmmm, ama hayır, dün sadece turşu yapmaya karar vermemiştim, twitterda birden karşıma düşen Leylak Dalı'nın olağanüstü reçelini de (acı domates reçeli) denemeyi düşünüyordum. Ama ne domatesler artık yaz domatesi ne de benim vaktim vardı. Aklımda kaldı, kesin yapacağım fakat ne zaman olur bilemem. Yazı beklerim belki. 

Bir iki gündür elimde  Márquez'in Albaya Mektup Yok, isimli uzun öyküsü var, tam bu ayın, ekimin kitabı bu öykü. Hüzünlü, tuhaf. Onu da sonra konuşalım. Burada vedalaşalım, ben hızla yatağa geçeyim artık. Dedim ya size, sabahın güzelliğini böyle böyle kaçırıyorum işte. Yaz bitti, kış geldi ve hatta ömür geçiyor, hep aynı şey. Ben akıllanmam.  

Cumartesi, Eylül 21, 2013

hayat kalır

(tatilde -olympos'ta- bu odada kaldık. bizim alışmamızı geçelim, sanırım oda da bize fena alıştı, geçen yıl da aynı numaradaydık çünkü. hanımlar beyler, 15 numaralı işbu oda küçük, konforsuz ama sevimlidir, bilen bilir.)


Rüya gibi geçti, bitti. Eğer uzun süredir bir şeyler karalamak için bu sayfalara dönmüyor, dönemiyorsam inanın bunun nedeni zamanın hızına, ayak uyduramamam, tatilin bittiğine bir türlü akıl sır erdiremememdir, ötesi yok. Daha dün, ertesi gün yolculuğa çıkacağımı yazıyordum size, bavulumu hazırlıyor, koşturup duruyordum. Oysa işte bakın bugün... Hmmm, peki, ağlamaya gerek yok, ah-vah etmek de bir işe yaramıyor üstelik. Ayrıca, bırakın tatilin bitmesini, iki berbat ve öldürücü nöbet bile tuttum ben, zaman geçiyor değil, geçmiş yahu. Hem de şiddetle!

(tahminim, en sevilmeyen fotolar, insanların ayaklarının olduğu tatil fotoları. eh bunca yıldır hiç koymamıştım, benim için tek bir ayak fotosuna dayanın artık. valla, tatilimin keyfini çok da güzel anlatıyor, yalan mı?;)

Neye, nereden başlayıp anlatayım bilmiyorum. Burası günlük filan gibi diyorum ama uzun bir süre yazmayınca eller de kekelemeye başlıyor. Öyleyse baştan, sondan, ortadan yazayım bir şeyler, siz de delidir ne yapsa yeridir deyin, okuyup geçin lütfen. Tatilde aşk kitabı okumak istiyorum demiştim, dediğimi yaptım. C. ile, onun Esenler'deki şahane kitapçısına gittik ve ben kitaplar arasında kayboldum. Kendime geldiğimde elimde Jane Austen vardı. Aşk ve Gurur'u iyi bilirdim ama okumamıştım. Hem klasik okumuş olurum hem de bundan âlâ aşk romanı mı olurmuş dedim, kararımı verdim. Tatilin ilk günü, yolda başladım okumaya, olympos'taki son akşam bitirdim. Ben okurken çok keyif aldım; akıcı, eğlenceli ve 'aşklı meşkli' bir roman Aşk ve Gurur, yormuyor. Fakat şurası kesin ki Austin benim yazarım değil, hatta onun kafası bana çoook çoook uzak;p Roman çerez gibi, cümleler basit, sıradan, karakterler yeterince işlenmemiş.  Yine de tatil için iyi seçimdi, Elizabeth ve Darcy'yi tanıdığıma da memnunum, Gerisi için de sağlık olsun diyeyim. 



Yüzerken her şeyi unuttum; kavgaları, telaşları, beklemeleri, bir şey beklemenin verdiği hüznü ve sevinci, ağlamaları, gülmeleri, işi, gücü, kısaca hayat denen her türlü saçmalığı unuttum. Sadece gökyüzüne ve dağlara baktım, suyun sesini dinledim. Yüzmek şahaneydi, tüm yorgunluğu unutturan olağanüstü bir deneyim. (işte olympos'tan bir türlü vazgeçemememin nedeni budur; kocaman dağları, yüzerken dağların koynumda olması ve havası ve suyu... evet tamam, çok özledim.)




İstanbul'a döndük, yine sokaklarında turladık, Süleymaniye'ye tekrar gittik (hayranıyım!), Zeyrek yokuşunu geç saatte güzel güzel tırmandık. Şehri gezerken boş durmadık tabii; aklında birini tut, bulayım oyununu oynadık, eh bize adam mı dayanır, tutacak ünlü ünsüz herkesi bitirdik;p Çok güldük, çok yorulduk ama İstanbul'u gezmeyi bitiremedik. Fotoğraftaki kedinin olduğu sahaftan Martin Mystere aldık C. ile, o eskiden okurmuş zaten, ben okumamıştım, iyi oldu tanıştım. (laf aramızda, pek sevmedim. neyse belki başka bölümleri okur ve fazla ciddiye almazsam severim, bakarız.)  Sonra ne yaptık? Ben C.'nin işten gelmesini bekledim, ona yemek yaptım, elbette kavga ettik (bu sefer sanki biraz daha fazla;/), barıştık, her kavgadan sonra bir daha olmasın diye kendime söz verdim, yemin ettim. Haliyle sözümü tutmadım, bir sonraki hep daha şiddetli oldu. Olsun, sanki bu kavgalardan sonra birbirimize daha çok bağlandık, birbirimizden vazgeçemeyeceğimizi anladık, akıllandık.. hah ha, biri beni durdursun.;p  

Aşk örgütlenmektir, yazan şirin çanta arkadaşım Ayhan'ın hediyesi, sağolsun unutmamış Gezi standından almış benim için. Sevimli, tatlı, muhteşem arkadaşım okumayacak burayı biliyorum, olsun yine de yazayım ben; Ayhan seni seviyorum canım, sinir bozucu, katlanması zor, uyuz birisin, fakat canımsın sen benim, unutma bunu;) Şimdi fotolara tekrar baktım, onunla bir fotomuzu koyacaktım hemen bu lafın üstüne, ama üşendim. Sonraya kalsın, lafı yine geçer elbette, o zaman koyarım. 

İkinci foto, Gedikpaşa'dan. Gezdiğim en tuhaf yerlerden biriydi bu semt, rahat rahat dolaşmak zor -belki kadın olduğum için, bilmiyorum- ama eğlenceliydi. C.'nin bir çöpün yanından geçerken, kanlı çuval gibi bir şeyi görüp, en doğal ses tonuyla; "bu da cesettir büyük ihtimal" demesini unutmadım. Gezip görmeyenler için küçük bir not; aklınızda olsun, Gedikpaşa için toplanmamış çöpler, binaların tepesinden sokağa güpegündüz atılan eşyalar, odun parçaları ve ağır roman kitabından fırlamış gibi duran bıçkın tipler semboliktir, bu karakteristik özellikleri kafaya takmaz ve bir turist gibi gezerseniz rahatsız olmazsınız. Yoksa şaşkın ördek gibi etrafa bakmak hem sizi hem de oranın yerlilerini üzer. (miş, mış. neden böyle diyorum, çünkü c.'nin uyarısıydı bu, iyi hatırlıyorum, saçmalama diye cevap vermiştim ben de;p)


Dağınık, kendi kendimle konuşur gibi sayıklayarak yazdığım bu yazı bitsin artık, geç oldu. Game of Thrones'a tekrar başladım dün gece, ondan bir bölüm izleyip yatayım. Aslında bu gece bloğa yazmaktan yine vazgeçmiştim, yarın sabah sağlam kafayla yazarım diyordum, ne oldu da başladım bilmem. Çay içip fotolara bakarken dalmış gitmişim. İzlediğim filmler, geçici görev için gitmek zorunda kaldığım Torbalı (iki nöbet daha var!) ve işte çooook fazla şey kaldı, anlatamadım. Anna Karenina'dan da bahsetmek istiyordum burada. O romanı ilk gençlik yıllarımda Gerede'de okumuştum ben, en sevdiğim kitaplardan biridir. Geçenlerde son uyarlamasını izledim ve tahminimin aksine beğendim. Romanı bir an için unutup sadece aşk kısmını ve Anna'nın çektiği derin acıyı düşünürsek gayet iyi çekilmiş ve oynanmış bir filmdi. Ama sonra konuşalım bunu. Geceleri yatağa giderken yanıma alıyorum Anna'yı, bir bölüm okumadan da uyumuyorum, elbette konuşacağız, konuşulur. 

Aşk demiştik değil mi, öyleyse son fotonun neresi olduğunu yazıp bitirmeli, denk düşmüş olur. Kadıköy'deki Çinili kafe bizim C. ile ilk buluşma yerimizdi. İkinci kattaki, cumbalı yerde oturmuş (tam da fotodaki masa;)) saatin nasıl geçtiğini anlamamıştık. Hatta garda, kalabalık içindeki öpüşmemizi saymazsak Çinili ilk öpüştüğümüz yerdir, çok özeldir benim için. Tekrar gittik, iyi oldu. 

Hadi şimdi iyi geceler, ben dizime döneyim, siz de canınız nereye gitmek isterse oraya. Zaman geçiyor, benim gibi şaşırmayın, hayat kalır ona bakın siz. 

Perşembe, Ağustos 08, 2013

bit(e)meyen kitap, gel(e)meyen tatil

(sanırım geçen yazdan bu foto; urla'da deniz ve bira kaçamağı)

Hep bekleriz, beklenir de, bu sefer sanki çoook uzun sürdü. Tatil gelsin diye gözlerim takvimde, kalbim tetikte(!) (bunu bir ara açıklarım size, şimdi hiç gücüm yok) büyük bir sabırsızlıkla bekledim, gelmek bilmedi. Şimdi uykuda gibiyim, yarın yolculuğa çıkacak kişi ben değilmişim gibi geliyor, yorgunum, kitabım bir türlü bitmedi(!) ve kafam çok karışık. Beckett'a küsüm, ya da o bana fena kazık attı Murphy ile, aramız bozuldu. Kitabın son bölümünde kaldım, bıraktım. Sadece birkaç sayfası kaldı ama usandım. Bir iki yerde beni tam on ikiden vursa da, Murphy'yi sevmedim. Her neyse kitap hakkında konuşmayı sonraya bırakayım, onun için oturmadım bilgisayar başına. Tatile gidiş notu yazayım yeter. Basit plan şu; her şey yolunda giderse, İstanbul'da kısa bir süre kalacağım, Liliş'in kardeşini bekliyoruz. Sonra deniz, sonra tekrar İstanbul. Bakalım, bakalım.

-Yukarıya koyduğum müzik Asiaminör grubundan, ben onları yirmili yaşlarımda çok fazla dinlerdim. Canlı dinleme fırsatına da erişmiştim, gayet keyifli müzik yapıyorlar, daha önce dinlemediyseniz bakın bir.

-Tatil için bavul hazırlamak beter iş, ama hangi kitabı okuyacağına karar vermek çok eğlenceli. Kitapların önünde keyifli, saçma sapan konuşmalar yaptım kendimle. -Hmmm, aşk kitabı okumak istiyorum bu defa. -Peki ne olsun, ne okusam? -Bronte Kardeşler!, Jane Eyre? -I ıh, ezberledim. -Uğultulu Tepeler? -Yok, bayıyormuş. -Hah, Jane Austen okusam? -Nefis olur!

-Ve ilginçtir, kendimle yaptığım bu şapşik sohbet onca kitap arasında olmayan kitabı keşfetmemle son bulur. Peki, aşk kitabı hevesi ne olacak? (hayır, her kitap olmaz, püraşk olmalı. austen iyi fikirdi aslında, bekleyelim görelim)

-Murphy hakkında yazacaktım güya, hem bloğun tozunu almış olacaktım hem de sayfalarca çizdiğim satırları, kafamdakileri bir hâle yola koymak istiyordum. Olmadı, sağlık olsun. 

-Yarın yapılacak çok iş var. İyi ki aylar önceden mantıklı bir karar verip bileti akşama almışım. Yoksa bu yorgunlukla sabaha asla çıkamazdım. Şimdi biraz dinleneyim, yarın olsun tatile o zaman inanacağım. 

Salı, Temmuz 09, 2013

alice, tüm bunların canını sıkmasına izin verme

 
   "Dayanamadığın
her şeye alışıyorsun."


Dün gece Alice Kentlerde'yi izledim. Çok güzel bir film. Bazı filmler, kitaplar, resimler, müzikler anlatılmaz, bu film de öyle işte. İzlemek, siyah beyaz görüntüler akıp giderken düşünmek, Alice'i anlamak gerek. Sadece bu. Ben Wim Wenders'i severim, onun Berlin Üzerinde Gökyüzü filmi, izledikten sonra etkisinden kurtulamadığım, büyülendiğim filmlerdendir. Blues belgeseli (her bölümü başka bir yönetmenin çektiği) The Soul of a Man de çok iyidir, meraklısına.

 Alice ve havaalanında tesadüfen tanıştığı gazetecinin (yaşam ile tüm bağını kesmiş "nihilist"(!) bir adam) Amerika'da başlayıp Almanya'da son bulan yol hikâyesinde, etkileyici tüm görüntülerin ve konuşmaların dışında, en çok, küçük kızın adamın çektiği fotoğrafa bakıp; "çok hoş bir fotoğraf. bomboş." demesini unutmadım. Bu cümleyi kalbimin bir köşesine astım ve orada kaldı. Kolay kolay da kaldırmam. Boşluktan beslenmek gerek, boşluk kalbimizi ele geçirmeden onda bir güzellik, bir anlam bulmak gerek. yoksa sonumuz kıyamet.

--------------------
Canım Poliş'imin doğum günü bugün. 9 Temmuz benim için özeldir, en kötü anları tek bir dokunuşuyla güzelleştirir bu tarih. Bu sabah da bana dokundu, iyi oldum. İyi ki doğdun canım, seni seviyorum. Gülen yüzün hiç kararmasın, hep mutlu ol. Alice için söylediğim cümleyi tekrarlayayım; sakın ama sakın "tüm bunların canını sıkmasına izin verme, sakın!"  
--------------------

p.s.: Gezi parkı ile başlayıp bugüne kadar -neredeyse- aralıksız süren eylemleri destekliyorum. Bilen zaten bilir de buradan da söylemek istedim. Bu süreçte çok şeye üzüldüm, ölenler, yaralananlar, tüm bu umursamazlık, her şeye ama her şeye alışmamız(!), fakat en büyük üzüntüm eylemcilerin ve destekleyenlerin darbeci olarak düşünülmesi oldu. Bu acımasızlığa katlanmak zor. Her neyse, tek dileğim var; kimliğimizi koruyalım, insan kimliğimizi, bir de masallara inanalım, belki böylelikle bir şeyler değişir. (filmler benliğimi ele geçirdi, evet ve bu güzel bir şey;p)

Aaaa, bir şeyi unutmuşum! Hem de benim için çok önemli bir şeyi. Geçen günlerde canımın sıkıntısını dağıtsın, biraz yüzüm gülsün diye C.'nin devamlı izle dediği ve çok sevdiği üçlemeyi izledim; Geleceğe Dönüş serisini. Harika filmlerdi, çok eğlendim, çok güldüm. Serinin ilk filminde sinema tarihine geçmiş o muhteşem sahnede (bilen bilir) "johnny b. goode çalıyordu, Chuck Berry anılarak. Dün gece Alice Kentlerde'yi izlerken gazetecinin Chuck Berry konserine gitmesi, keyifle konseri izlemesi ve bunu Alice'e anlatması öyle güzeldi ki, bayıldım bu tesadüfe. Ne diyeyim, hayat bazen yüzümü güldürüyor.

Cumartesi, Haziran 08, 2013

oldu

 
Bu böyle olmaz dedim, bu kadar sıkıntıyla olmaz. Uzun süredir müzik dinlemediğimi fark ettim, laptop'ı mutfağa taşıdım, müziği açtım, yapmayalı yıl olmuştur; kalktım kabak mücver yaptım. Bu şarkıyı belki yüz kere dinledim, balkondan kalabalıkların içine hapsolduğu şehri seyrettim. Başka bir şehrin taslağını çizdim kafamda, yüzüm gülmedi. Bir film seçtim, ne anlatıldığını bilmiyorum ama oradaki kadın ağlarken ben de ağladım, kadın intihar etti, ben öldüm. Film dramadan entrikaya saptı, "aslında kadın intihar etmemiş, dolandırıcıymış" çıktı, ben hâlâ ağlıyordum. Filmi unuttum, ağladığımı unutmadım. İçimi kararttım, C. ile kavga ettim, tekrar ettim, tekrar, tekrar. Bu kadar sıkıntıyla bu kadın yaşamaz sandım. Yaşadım, mücveri kızarttım, etrafta yazılanlara bakıp kızdım, güldüm, sıkıldım. Dün hep bekledim. Aynanın karşısına geçtim, hazırlandım. Bir bira açtım, film koydum. Tüm bu olanlardan uzak, öylesine bir film olsun dedim, içimdeki bekleyen kadınla oturdum filmin karşısına. Film bitti, gelen olmadı. Filmi değil, beklediğimi hatırlıyorum sadece. Sonra başka bir film. Şenay'ın izlediği filmi atmışım bilgisayara, ona başladım. Abartılı karakterler, ergen karanlığı, bağımsız ukalalığı, olsun yine de güldüm, üzüldüm. Sanki saat çok geçti, hava aydınlandı ve ben yine iki birayla sarhoş oldum. Güzel bir şey okuyup uyusam dedim, elim hiçbir kitaba gitmedi, kitaplığın önünde sallanıp durdum. Bergman'ın Büyülü Fener'i "sanki"ydi, onunla yatağa girdim. Yönetmen ilk cinsel deneyimini ve bir zamanlar beraber kaldığı alman ailenin etkisiyle nasıl nazi sempatizanı olduğunu anlattı. Şaşırdım, gülümsedim, beklemekten vazgeçtim. Düşünerek uyudum. Düşünmeden uyumayı bir türlü öğrenemeyişime üzüldüm. Uyumak uyumaktır, sevişmek sevişmek, "düşünmek ise başka iş" lafını bininci kez -acıyla- hatırladım. Sabah oldu. Aynı karanlığa uyandım. Gülünecek şeylere güldüm, şaşılacak şeylere en çok ben şaştım. Domatesli makarna yaptım, dünkü müziği açtım, Alıklar Birliği'ni tekrar elime aldım, yemek yapmak sağaltırmış bunu bir kez daha anladım. Bu kadar sıkıntıyla..? Oluyormuş, oldum.

(işte kendisine çok şey borçlu olduğum o mücver, sağ olsun var olsun. mis gibiydi üstelik)

Pazar, Mayıs 19, 2013

güzel atlar ülkesindeymişiz..

 


Yıllar sonra tekrar hipodroma gittim, hava güzel, atlar çoook güzel, keyifler yerindeydi ama hiçbir kuponumuz tutmadı. Sağlık olsun; sohbet ettik, atları seyrettik, inanılmaz büyük heyecan yaşadık. Şunu mutlaka söylemeliyim, aranızda yarış seyretmeyen, hipodroma gitmeyen varsa, mutlaka ama mutlaka bir kere gidip yarışları izlesin, gerçekten bambaşka bir ortam orası (evet daha önce söylemiştim, gitmediğinizi bildiğim için tekrarlıyorum;p). Ben böyle büyük bir heyecan görmedim, atlar bitiş çizgisine hızla yaklaşırken herkesin aynı noktaya kitlenmesi müthiş, o duyguyu çok çok seviyorum.


Bloğa daha önce yarışlarla ilgili bir yazı yazmıştım, hatta Fowles'un Yaratık romanından bahsetmiştim, bu yazı o kadar uzun olmayacak, hem yarın 24 nöbet var hem de yorgunum. A, bir de saat ikiyi geçiyor! (duruma birden ayan kadın;/) Hızla hızla geçelim! (bu da, ünlem ve elaine) İkinci hipodrom deneyimim fotoğraf albümü gibi olsun, burada dursun. Siz de heyecanla yarışlara hazırlanan, ve 'fekat' akşam evine elleri boş dönen Justine'in maceralarını fotoğraflardan takip edin bakalım. 




Geçen yarış yazısına koyduğum şarkıyı (patti smith-horses) koyuyorum yine, uzun zamandır dinlememiştim, güzel şarkıdır, çok severim. Son olarak; en son fotodaki atın güzelliğini görüyor musunuz, olağanüstü! Neredeyse bütün yarış atları parlıyorlar, şahane bir güzellik. Hemen yanındaki fotodaki mizansen ise müthişti, Hakan (abim) ve ben şekilden şekile girmiştik ama onu kestim. He heh, böyledir bu işler. 

Tamamdır, bu sefer almanca bitirelim;   Guten Abend! Hadi ben yatıyorum, gecikmeyin yatın siz de;p
 ----------------
A ha, güzel bir foto daha, hem bu fotoda Poliş de (clea) var. Hemen koyalım, sabaha da yatarım inşallah, maşallah;/