Perşembe, Ocak 31, 2013

vazgeçemediğimiz şeyler; öyküler, limon kokuları


En son limonlu kurabiye yaptığımı hatırlıyorum ve kitabım gelecek diye dört gözle kargomu beklediğimi. Limonlu kurabiye güzel oldu, Zerka'nın bir önceki yazıya yaptığı yorumu okuyunca aklıma girmişti, eh limon kokusu söz konusu olunca da beni kimse durduramaz, üşenmedim yaptım. Tarifi değiştirdim biraz, iyi mi oldu kötü mü bilemem, belki oynamamam gerekti üzerinde, sonuçta adamlar denemiş ki koymuşlar oraya, ama işte kendi bildiğimi okudum, küçük bir hayal kırıklığı yaşadım tabii. Limon kokusu yoğundu, orada sorun yok, öyle olsun diye limon miktarını arttırmıştım ama biraz fazla beklettim fırında sanırım hafif katı oldular. Çayla güzel gidiyor da ben çok sevdiğim susamlı kurabiye gibi olsun, ağızda erisin istemiştim, olmadı. Peki, bu kadar kurabiye demişken neden kurabiyelerin fotoğrafını koyup hemen kısacık tarifini vermiyorum? Tamam, her şey düzenli olmak zorunda değil a, öyküler biraz beklesin, şimdi tatlı zamanı.  


Limonlu kurabiye tarifi şöyle; (ben Zerka'nın verdiği linkteki tarifi temel aldım elbette, ufak tefek değişiklikleri yazıyorum ki siz benim gibi yapmayın) iki tane limonu soydum, rende işinden nefret ederim, onun için rondodan geçirdim kabukları. İyice parçalansınlar diye uzun süre çalıştırdım rondoyu, yine de kurabiyenin içinde limon parçaları belliydi, ben severim o tadı ama pürüzsüz bir kıvam isteyenlerin aklında olsun bu ayrıntı. Parçalanmış limon kabuklarını ve iki çay bardağı şekeri biraz elimle karıştırdım, tarifte iyice ezin diyordu, vaktim yoktu, uymadım o direktife de, sonra hemen elediğim unu ve bir paket kabartma tozunu ekledim ama tarifte iki buçuk su bardağı un yazıyordu ve ben daha ilk bardağı eklerken bir terslik olduğunun farkındaydım, iyice katı olmasın diye iki bardak katıp yoğurmaya başladım. Gözüme o hâliyle de katı göründü ve işte burada tariften tam anlamıyla saptım ve kurabiye hamuruna azıcık süt kattım. Her neyse, şekil verip önceden ısıttığım fırına koydum kurabiyeleri, yalnız benim kurabiyeler fırının alarmı çaldığında sanki pişmemişlerdi. Bir on dakika daha beklettim fırında ve sonra mutfak bezine sarıp kurabiye faslını orada bitirdim. Şimdi düşünüyorum da, ben pişmemiş sansam da pişmişti kurabiyeler belki de, sadece biraz dinlenmeleri gerekiyordu. Artık bundan sonrası muamma, kurabiye matriksi, bilemem nedir, ne değildir. Doğrusunu bilip, söyleyen olursa sevinirim tabii.




Elimde çok uzun süredir bir kitap vardı, İstanbul'a giderken başlamış, sonra bırakmış, devam etmemiştim. C. okumamı istiyordu, onun hediyesiydi zaten; Ferit Edgü'nün Hakkâri'de Bir Mevsim'i. En sonunda araya giren kitapları hızla okuyup ya da sonraya bırakıp Edgü'nün -bana göre- nesir-şiir kitabını bitirdim. Güzeldi, yine de kitabın dilindeki büyük yabancılaşma karakterle arama mesafe koydu. Ben Edgü'yü "ânı" anlatan öykülerde daha çok seviyorum sanırım. Hayran olduğum "Ecco İl Mare, Maria!", gibi. Ama şimdi anlatmak istediğim kitap o değil. Nette bir parçasını okuyup, gecenin bir yarısı hemen sipariş verdiğim ve gözüm yollarda gelmesini beklediğim Flannery O'Connor öykülerinden bahsetmek istiyorum size. Herkesin dil birliği etmişcesine "güneyli gotik/güney gotiği" yazarı dediği Flannery O'Connor'ı okumak yüz yıldır aklımdaydı, bir türlü fırsat olmamış demek. Canımın sıkkın olduğu bir gece (ki son zamanlarda hangi gün, gece iyiyim acaba?) onun bir öyküsü takıldı aklıma, nette aradım taradım pek bir şey bulamadım. Bir tek öykünün baş kısmını kısacık bulabildim, sonrası yok. Geçen gün sonunda okuyabildim İyi İnsan Bulmak Zor'u ve diğerlerini de tabii. 

İyi İnsan Bulmak Zor, öyküsü bir ailenin yolculuk hazırlığı ile açılıyor; Güney Amerikalı anne, baba, babaanne ve biri bebek, üç küçük çocuk. Florida'ya gitmek üzere yola çıkacaklar ama şen şakrak ve oldukça geveze babaanne gitmek istemiyor. Evde kalsa kalır, kimse kalma diye yalvarmaz, fakat küçük çocukların da dediği gibi o hiçbir eğlenceyi kaçırmayan bir kadın, ölse yine de evde oturmaz. Hmmm, ölse dedim değil mi, o zaman öykünün (aslında sonunu çoğunuzun bildiği) tadını kaçırmadan sadece bana hissettirdiklerini anlatayım size. Yolda kaza geçiren ve hapisten kaçmış "azılı" haydutlarla karşılaşan ailenin çaresizliği ve bu çaresizliğin tam ortasındaki yaşlı kadının sadece biraz daha yaşamak için, "iyi insan" misyonerliğine soyunması ürperticiydi. Haydutların başı ile konuşmaktan hiç vazgeçmemesi, adam kendince 'enteresan' bir katharsis yaşarken, babaannenin devamlı, ama devamlı, "sen aslında iyi birisin evladım, İsa sana yardım eder, dua etsen" demesi karşısında gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Haydut nasıl hapishaneye düştüğünü hatırlamıyordu, aslında ona göre önemi de yoktu bu ayrıntının, çünkü en başta İsa her şeyin dengesini bozmuştu. "Şu dünyada ölüleri diriltebilmiş tek kişi İsa'ydı, ve de bunu yapmaması lazımdı. Her şeyin dengesini bozdu", derken adam, korkuyla ve çaresizlikle "belki ölüleri diriltmemiştir"  diye titrek sesiyle yalvaran kadını dinlemiyordu bile. Çünkü bana kalırsa yazarın da söylemek istediği gibi hiçbirimiz eğriyi doğruyu bilmiyoruz, iyiyi ve kötüyü de, kendi ahlâk tanımlarımızdan ötesi bulanık, başkasını dinlesek ne değişecek? Vurucu cümle öykünün sonunda geldi; "Aslında iyi bir kadın olabilirdi", diye özet geçer arkadaşlarına "Ayarsız" adını almış haydutların başı, "tabii ömrünün her ânı yanı başında onu zımbalayacak biri olaydı." Bu dünyada gerçekten eğlenceli bir şey yok diye bitirir öyküsünü yazar. Keşke şimdi zamanım olsa ve diğer öykülerini de kısacık da olsa yazsam size, dün gece, yok hayır sabaha karşı saat altıda okuduğum bir anneyle oğlu arasında kısacık bir otobüs yolculuğu sırasında geçen öyküsünü mesela, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır'ı. Yazıya o niyetle başlamıştım ya, olmayacak, planladığım gibi kullanamadım zamanı. Bir saat sonra işe gitmeliyim ve ben daha yemeğimi bile yemedim. (bir de sanırım hiç istemesem de öykünün sonunu açık ettim, kusura bakmayın)
------------------
Çok, çok  dar zamanlar bu zamanlar, hem somut olarak bir sürü iş var yapmam gereken, hem de kafam bulanık. Buraya yazmak aklımda bile yoktu bugün, onun yerine belki iktisat, matematik filan çalışsam daha faydalı olurdu. Ama burası rahatlatıyor beni, büyük bir görev gibi, bu da benim misyonum olsun hadi;) Gülmek bile yük, neyse ben bir süre daha Flannery O,Connor öyküleriyle devam ederim, farklı, korkutucu bir tarzı var, seviyorum onun dilini. Biraz rahatladığımda (sanırım on gün sonra filan) başka öykülerden de bahsetmek istiyorum burada, çok fazla Sâdık Hidâyet okudum, bana yakın bulmadım fakat bazı öyküleri ilginç. Şurada Piktobet en beğendiğim öyküsünden alıntı yapmış, aynı zamana denk gelmesi de hoştu tabii.

Bir sürelik öykülere ve derslere döneyim ben, iş hep var elbette, olsun bakalım. Sonra burada buluşuruz. 

Cuma, Ocak 25, 2013

gök ve toprak arasında bir yerlerde

 Sogni (1896)/ Vittorio Matteo Corcos

Dengesiz bir gün. Yağmur kararsız, hava öyle, haberler iç karartıcı, üstelik nereye baksam midem bulanıyor. Öğlen bizim bölümün toplantısı vardı hastanede, oraya gittim. Hastanenin karşısındaki kafedeydiler ben gittiğimde ve toplantı filan kalmamıştı, çay içip gülüşüyordu arkadaşlar. Eh, toplantıyı kaçırdım, sohbet kısmına da katıldım sayılmaz, on dakika bile durmadan ayrıldım oradan. Yolda kitap okumak için arabamla gitmemiştim, otobüste boş bir koltuk buldum, kitabımı açtım, açtığım gibi yaşlı bir kadın bindi otobüse, yer verdim. Önüm, arkam, sağım, solum yaşlı olmalı ki, hep bir ağızdan takdir etmeye başladılar bu hareketimi, hatta yer verdikten hemen sonra başka bir boş koltuk bulmamı illuminati'ye bağlayan bile çıkacaktı az kalsın, düşünün artık abartının derecesini. Oturan gençleri ayıpladı aynı yaşlı grubu, ben ayakta dışarıyı seyretmeye koyuldum, bir yandan da düşünüyordum; sanırım beni orta yaşlı diye kategorize etmişlerdi, yavaş yavaş yaşımı gösteriyorum belki de derken, arkadan şiddetli bir bağırtı geldi. İki adam (orta yaşlı?!) tartışmaya başladı ama tüm dikkatimi vermeme rağmen (onlara bakmayarak fakat kulağım onlarda. tartışan insanlara bakamam ben, çirkin gelir seyretmek) tartışmanın konusunu bir türlü anlayamadım. Biri bir kızın ayağına basmış, öteki çakı gibi adammış (on kere söylendi bu laf), diğeri sabrederken, beriki hani bana demiş. Valla bundan fazlasını anlamadım, sadece en son dakikada edilen küfür gereksizdi bence, diğer adam inmişti ve küfür eden utanmasıyla başbaşa kaldı. Sonra kendi kendine konuşmaya başladı, yüzüne hiç bakmadığım için şu an karanlık bir surat canlandırıyorum hayalimde (ah hollywood!), karanlık surat konuştu konuştu, terbiyesizle terbiyesiz olmamak lazımmış, yapmış bir hata. Hiç kimseden "olur öyle "onayı çıkmadı, o da söylenerek indi sonraki durakta (sanırım), ses kesildi, ayağına basılan kız hemen önümde durdu. Süet çizmesinde kocaman bir ayak izi vardı, gülümseyip, şakalaşıyordu arkadaşıyla, ya ortaokul ya da liseliydiler, ayağındaki izden tanıdım onu, bana da gülümsedi, inmem gereken duraktan bir önceki durakta indim. 

Sonrası baş ağrısı.


Bu gece çok başım ağrıyor. Eve geldiğim gibi ağrı kesici almıştım, işe yaramadı. Film seyredeyim dedim, Lo imposible diye bir filme başladım. Ewan McGregor ve Naomi Watts oynuyor, 2004 yılındaki tsunami felaketinde hayatta kalan bir ailenin öyküsü. Felaket kısmı çok inandırıcıydı, herkesin başına gelebilecek korkunç bir olay, işte şimdi burada deprem olsa aynı trajedi yaşanacak, doğanın karşısında hissedilen büyük çaresizlik. Neyse bizi geçelim, tsunami sonrası ailenin birbirini arayışı fazlasıyla klişeydi ve özellikle ağlatmak için dramatize edilmişti, hatta filmin sonlarında bir adamın aileye yaklaşıp; zürich sigorta iyi günler diler, tarzında konuşması berbattı (öyle demedi ama ben gözümde yaşlarla izlerken birden "zürich sigorta reklamını"! duyunca öyle anlayıp, gülmeye başladım) yine de takmadım bu sefer bunlara, dediğim gibi gözlerim doldu, ağladım, korktum. Üstelik benim zürich sigorta gibi koruyanım kollayanım da yok, kalacağız buraların muhteşem sağlık sistemine. A, evet bu akşam twitter'da böyle bir yazışma oldu. Bu ülkede sağlık sisteminin düzeldiğini düşünen insanlar var, ne tuhaf. Acaba doğru yerden mi bakamıyorum ben? Sağlıkçıyım ama devlet hastanesinde muayene olmuyorum. Diğerine de param yettiği kadar tabii. Yine dağıttım. Acıklı bir şey izlemek isterseniz bu filmi izleyin, oyunculuklar gayet iyi, çocuklar muhteşem, ağlatıyor filan, rahatlarsınız, allahım bize böyle felaket verme diye dua edip yatarsınız üstüne, oh mis. 
---------------------

Film bitince akşam yemeği yemediğimi fark ettim, canım da bir şey istemiyordu, sıcak bir çorba dışında. Kalktım, kremalı patates çorbası yaptım. Çok, çok güzel oldu, hatta geçen yaptığım mantar çorbasından daha güzel oldu, fotusunu da çektim.  Bakalım foto nerede? Tamam, işte şimdi aşağıda;


Tarifini de vereyim tam olsun, çok kolay, pratik bir çorba bu; üç patatesi soyup düdüklü tencerede iki bardak su ile haşladım, sonra blender'dan geçirip sulu bir püre yaptım. Başka bir tencerede, bir kaşık tereyağı ile bir kaşık unu kavurdum ve bir bardak soğuk su ekleyip meyane elde ettim. Bu meyaneye, sulu patates püresini katıp, bir bardak süt ve bir kutu kremayı koydum ve azıcık kaynattım. Böyle işte, a ben bir de, bir tane tavuk bulyonu eritip kattım içine. Üstüne sos filan yapmadım, karabiber ve pul biber sadece, o kadar.
----------------------------

Sonrası peki? 

Yazının başına koyduğum yukarıdaki resme baktım uzuuun bir süre, takıldım kaldım. Ressam pek tanınmıyor buralarda, 1800'lerde yaşamış bir İtalyan, resmin ismi de harika, Sogni. İtalyanca bilmem, hiç anlamam da, netten baktığım kadarıyla "onun hayalleri, rüyaları" gibi bir anlama geliyor. Dreams, diye çeviren de var ama, sanki bir iyelik olmalı orada. Ne diyorum ben yahu, tek derdimiz bu olsun. Kadının bakışı sizce de olağanüstü değil mi, kışkırtıcı, tuhaf, karanlık, meydan okuyan? Ben çok sevdim bu resmi, buralarda bulunsun istedim.

Kaç gündür aklımda  Flannery O'Connor'ın İyi İnsan Bulmak Zor, öyküsü var. Metis tadımlık vermiş, onu okudum netten, kaldım öyle. Nasıl merak ediyorum, nasıl okumak istiyorum bilseniz, bir türlü büyükanne karakteri çıkmıyor aklımdan. Bir de haydutların; "Aslında iyi bir kadın olabilirdi, tabii ömrünün her anı yanı başında onu zımbalayacak biri olaydı." demeleri. Öykünün o kısmını okuyamadım daha, ama çok şey okudum öykü hakkında, o yüzden son kısmı biliyorum. Bu merakla ne yaptım dersiniz, daha yeni kitap siparişim gelmesine rağmen, bir de bu kadar harcama yapmışken, gecenin bir yarısı kitabı sipariş ettim. Bu sefer D&R sitesinden. Hazır toplantıya gitmek bahanesiyle dışarı çıkmışken İletişim Kitabevi'nden alacaktım ama netten almakla aralarında büyük fark var, onun yerine birkaç kitap daha alırım diye düşündüm. Beş-altı kitapla daha da büyüyor fiyat farkı, kısaca yakında kitabım gelecek kapıya (diğer altı kitapla birlikte! bu küçük mutluluklar olmasa ne yapardık sahi?), o zamana kadar sakın bana öykünün devamını anlatmayın, ben kafamda kurup duruyorum zaten;) Hep okumak istediğim "büyücü kadın"ın muhteşem hikâyeleriyle de tanışacağım böylelikle. Güzel bu. (D&R'ı da aklınızın bir köşesine yazın, hem ücretsiz kargo limiti çok çok düşük hem de diğer kitap sitelerinden bariz ucuz)
-----------------------

Dün gece ekşi'den birisi yüzümü güldürdü, iki kitap hakkında aynı şeyleri düşünüyormuşuz, kısa ama hoş bir sohbetti, güzel bir şarkı hediye etti bana onu dinleyip bitirelim bu yazıyı. Bir de şiir var, twitter'dan geldi o da, bu ülkenin boktan durumuna bakıp bakıp okunacak harika bir şiir, Pessoa'dan. 

Yukarıdaki resmi seyredelim, şiir okuyalım ve güzel bir müzik çalsın fonda. Belki o zaman tüm bu ağrılar geçer. Ben de beşinci fincan çayımı koyayım, sıcak, sakin, huzur vadeden. Ya tutarsa, dileğiyle tabii.


"yola çıkmak! yitirmek ülkeleri!
bir başkası olmak süresiz,
yalnız görmek için yaşamaktır
köksüz bir ruhu olmak!

kimseye ait olmamak, kendime bile!
durmadan gitmek, sonu olmayan
bir yokluğun peşinde
ve ona ulaşma isteği içinde!

böyle yola çıkmaktır yolculuk.
ama ben açık bir yol düşünden öte,
bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
gerisi sadece gök ve toprak."
 
Fernando Pessoa (çeviri: Cevat Çapan)
----------------------

p.s.: Bu şiiri okurken, İsmet Özel'in çok sevdiğim şiirini hatırladım ben, "mataramda tuzlu su". Aynı hisle yazılmışlar sanki. Değilse de canımız sağolsun, artık kalkmalı, çay kaynadı, kaynadı, kaynadı...

Pazar, Ocak 20, 2013

domestik

bir de, maçinli, sabır, inanç ve kafamdaki milyon saçmalık... 
 (bu harika resim şuradan, sitenin kendisi de çizim kadar güzel, bir bakın hak vereceksiniz.)


Tam üç gün boyunca evdeydim. Bakalım bugün günlerden neymiş; c.tesi, öyleyse bu saltanatın sonu geliyor demektir, yarın Pazar ve iş başlıyor. Perşembe sabah eve gelince söz vermiştim kendime, diğer nöbete kadar dışarı çıkmayacağım diye, sözümde durdum. Tam üç gün boyunca yağmur yağdı ve ben üç gün boyunca oturdum. Oturunca belki zaman yavaş geçer demiştim, öyle değilmiş o işler, olmadı. 
Yağmur yağdı, ben oturdum. Bir zaman sonra yağmurun ritmi hareketlerimin ritmine uyum sağlamaya başladı, ya da tam tersi, ben yağmura kulak verdim, öyle dolaştım evde. Oradan buradan bir şeyler okudum, sonra evin dışındaki dünyada olaylar olaylar, hiçbir şey durmuyor, düşünün İzmir'in yağmuru arada durup dinleniyor (bilen bilir) ama şu hayattaki devinim durmuyor. Arada bakındım, canım sıkıldı müzik dinledim, hatta bu akşam kalktım çorba bile pişirdim. Kremalı mantar çorbası yaptım, eh annem beğendiğine göre fena da olmadı. (annem yakında gidiyor, yine yalnız kalacağım, bakalım o zaman ölçütüm ne olacak?)

Çok çok önceden bir kitap tavsiyesi almıştım, öykü kitabı. Aslında, Aziz Nesin'in Maçinli Kız İçin Ev adlı öyküsüydü tavsiye ama diğer öykülerinin de güzel olduğunu söylemişti okumamı öneren kişi, özellikle kitaba adını veren öyküyü imleyerek. (okursanız eğer burayı, Murat Bey, size de selamlar, sevgiler) İdefix sepetimde uzun süredir bekliyordu, bu alışverişimde sonunda elime geçti. Okudum. Çok sevimli, fakat acıklı bir öykü; kadınlar, ev, aşk, beklemek, sevmek, kendine ait bir odayı düşlemek, ve unuttuğum çok şey üzerine. Tüm sevgililerini geçmişi hatırlayarak bize anlatan ve düşünen bir adam var öykünün ana karakteri olarak, hepsinin ondan istediği kendilerine ait bir ev, küçük de olsa kendilerinin olan bir mekân. Adam sevgililerini farklı mahlaslarla çağırıyor, hepsine taktığı isim anlamlı, onların bir özelliğini anımsatan isimler. Maçinli kızın ismi farklı. Neden ona Maçinli dediğini bilmiyor adam, masal dünyasından geldiği için belki de diyor kendi kendine, o kızı öncekilerden daha çok seviyor ("her son sevi sevilerin en büyüğüdür", diye uyarıyor tabii okuyucuyu). Maçinli Kız'ın istediği de küçük bir ev, başka bir şey değil. Adam günlerini gecelerini birbirine katarak sevdiği kadın için bir ev yapıyor, her şeyiyle kendisinin ilgilendiği, tüm yapım sürecinde kendisinin olduğu küçük, güzel bir ev. Sonrası biraz üzücü anlatmak saçma olur, okuyana kalsın gerisi. Kısa, sevimli bir öykü Maçinli Kız..., sevdim ben. Belki aklımda kalmaz ilerde, unutur giderim okuyup unuttuğum çoğu şey gibi, ama Maçinli Kız için yapılan iki buçuk katlı, şirin mi şirin evin hayalini unutmam. Bundan eminim. Beynimin içindeki milyonlarca görüntüye katılır o da. Karmakarışık imgeler. 
Başka bir şey anlatmak için oturmuştum buraya, hep aynı durum; yazarken aklım şaşıyor. C. ile sık kavga ettiğimiz bir dönem oldu bu üç gün. Yanlış anlama bile değil, bir yokluktan çıkıyor tartışma. Uzakta olmak zor. Uzaktan bir sese, yazıya bağlanmak sorun değil, o tür ilişkinin öznesiyiz ikimiz de. Sorun, o sesin ve yazının en basit olaylarda bile seni anlamadığını düşünmek. Hep bir hezeyan içinde ben. Telefonu kapattıktan saniyeler sonra pişman oluyorum, haksızlık ettiğimi düşünüyorum, ama o zamana kadar olan oluyor tabii. Bir zamanlar, ameliyat sonrasıydı sanırım, en çok istediğim şeyin sabır ve inanç olduğunu söylemiştim, hiçbir şey değişmedi o zamandan beri. Belki doğduğumdan beri böyle bu, sabır ve inanç istiyorum; yağmur yağarken değişen ritmi duymamak, sonrası yokmuş gibi düşünmek. Çocukken de hayal kuramazdım, bir hayalim olsa fena olmazdı, bir hayale inanmak yaşatır sanki. Bakın yine inanç dedim.  
 ----------------
Böyle bir yazı olsun bu da (sevgili günlük dememek için zor tutuyorum kendimi), müzikler ve öykünün hatırlatması kalsın geriye. Yukarıya koyduğum şarkıyı çoğu kişi bilir, klibi seyretmeyen varsa o da pek şirin, şurada.
------------------

p.s.: Siyah beyaz fotoğrafı daha önce tumblr'da da kullanmıştım. Orada sorun yok reblogged yapıp geçiyorsun, ama buraya koymak için bayağı bir kaynak bakındım etrafta. Şurası fotoyu koyan ilk yer gibi görünüyor, umarım öyledir. Artık yatmam gerek, iki, üç saat uykuyla yirmi dört saatlik nöbete gidiyorum, aferin bana! İnanç değil, akıl lazım aslında, doğruya doğru;)

Cumartesi, Ocak 12, 2013

oyalanmak için filmler ve şaşırtıcı bir kitap

(evde film izlemenin kış hâli) 

Size de aynısı oluyor mu, merak ediyorum; çok fazla sorun varken, çözülmemiş bir sürü dert bir köşede beklerken, bir kahve içeyim ondan sonra düşünürüm oyalaması. Ben hep böyleyim; kafam karışık, gece yatarken, kalktığımda, işte, evde hep, her zaman can sıkan saçmalıkları düşünüp, durum içinden çıkılmaz bir hâl alınca küçük şeylere sığınıyorum. Sıcak bir banyo yapayım, sonra bakarım çözümüne, bir kahve içeyim, öyle hallederim, gibi. Tam komedi. Aklıma hemen, Rüzgar Gibi Geçti filminde Scarlett'ın başı sıkıştığında ve çaresiz kaldığında "bunu sonra düşüneceğim, eğer şimdi düşünürsem delireceğim" demesi geliyor, biraz çatlaktır ama haklıdır kadın, çok severim;) Rhett Butler, başka tabii, canımdır o benim. Hele filmin sonunda küfreder gibi söylediği; "Frankly, my dear, I don't give a damn", lafı müthiştir. Durun linkini vereyim, merak edenler izlesin. Şurada.

Nasıl geldik ki biz buraya? Hmmm, evet kafalar karışık. Böyle zamanlarda en güzel şey film izlemek. Kitap okumak faslına birazdan gelelim, o iş daha çok kafa karıştırıyor çünkü, hele de okumak için muhteşem kitaplar seçtiyseniz. Kaç gecedir -nöbet tutmuyorsam eğer-, film izliyorum. Geçenlerde Michael'i izlemiştim. Yönetmeni daha önce çok kereler Haneke ile çalışmış biri, filmi de festivallerde gösterilmiş. Filmin konusu, pedofili. Konusu itibarıyla zaten ilginç bir film, bir de oyunculuklar güzel olunca daha da sarsıcı olmuş. Ben yine de anlatılan can sıkıcı, korkutucu durum dışında bahsedilecek bir şey bulamıyorum film hakkında. Üzüyor, acıtıyor ama o kadar, ötesi yok. Ne olay dışında söyleyecek sözü var filmin ne de farklı bir tavrı, durum budur diyor sadece. Kendimi kötü, korkunç olaylardan soyutlamam, bu yaşıma kadar onlarca, yüzlerce beter şey görüp duydum, ve hatta yaşadım, ama yine de pedofili hakkında bir film daha izlemek istemiyorum artık. Midemi bulandırıyor, kabus gibi üstüme çöküyor, çocuklara yapılan kötülüğü (ah ivan!) bir türlü anlayamıyorum, nefret bile az geliyor böyle durumlarda. Geçelim. Red Lights, seyrettiğim başka bir film. Bunun hakkında yazmaya değmez, çok sıradandı. İşin kötüsü filmin oyuncuları Cillian Murphy ve Sigourney Weaver'ı çok beğenirim ben, konusu da ilginçti, ama "ben aynı zamanda her şey olabilirim" diyen kafası karışık ve anlamsız senaryosu yüzünden filme yazık olmuş. İnanç, paranormal olaylar ve mistisizm meselesini daha sağlam işleyen filmler izlemiştim, oysa Red Lights klişeye sığınmış. Dün gece ise, uzun süredir bir köşede bekleyen Demirkubuz'un Kıskanmak filmine (film,  Nahid Sırrı Örik'in Kıskanmak romanından uyarlama)  gitti elim. İstanbul'a gitmeden Yeraltı'sını izlemiştim yönetmenin, sevmiştim. Güzel ve farklı bir uyarlamaydı bana göre. Belki bu da iyidir dedim, fakat ı ıh, hiç ama hiç sevmedim. Dün twitter'da bir arkadaşla da konuşmuştuk; oyunculuklar kötüydü, en kötüsü de filmde -güya- herkesin aşık olduğu erkek güzeli delikanlı rolünde oynayan çocuktu. Saçının peruk görüntüsü ve film boyunca başı önünde oynaması komikti. Bir de erkek güzeli bana kalırsa Visconti'nin Morte a Venezia'sındaki Tadzio gibi olur, bakan bir daha bakmak ister. Demirkubuz'un oyuncusuna ise kusura bakmasın ama, bir kere bakmak yetiyordu;) Filmi izledikten sonra ekşi'den film hakkında yazılmış yorumlara baktım, beğenen, beğenmeyen ne ararsan var, burada bir tuhaflık yok, ekşi hâli;p İşin ilginci herkesin söz birliği etmişçesine filmdeki "çirkin" Seniha'yı oynayan oyuncunun (nergis öztürk) performansını yere göğe koyamamasıydı. Bende bir tuhaflık var sanırım, sırtını hafif kambur yapıp, göze batan, ben makyajım diye bağıran suratıyla gayet normal oynuyordu kadın. Güzel, muhteşem filan değil, hatta bana kalırsa, çokça karikatürizeydi oyunu. Üstelik çok sıkıldım ben, oyunculara çirkin makyajı yapılınca harika oynuyor yanılgısından. Charlize Theron, Nicole Kidman vs. yap makyajı al ödülü, valla fenalık geldi. Virginia Woolf'u oynatmak için takma burun yapmışlardı yahu kadına, sanki yazara benzeyen -çirkin demeyeyim de- Kidman kadar güzel olmayan başka kadın yokmuş gibi. Neyse, ben niye bu kadar sinirlendiysem;) Diyeceğim, Nergis Öztürk'ün oyununda aman aman bir şey yoktu ve en büyük şansı karşısında kimsenin sevmediği (ben de sevmem), oyunculuğu beter birinin (berrak tüzünataç) bulunmasıydı. Onun karşısında kim oynasa muhteşem görünürdü sanırım. 

Filmler böyle. Karışık kafaları daha da karıştıran kitaplar demiştim değil mi? Evet, şimdi onlardan birini okuyorum ben. Morel'in Buluşu, sarsıcı bir kitap. Onu okuma şansına eriştiğim için şanslıyım. Romandan (aslında novella daha doğru bir tanım), ilk Mehmet Bey bahsetmişti bana, okumayı çok istiyordum. Daha önce yorumlarda bu isteğimden bahsetmiş ve Mehmet Bey'in kitap hakkındaki harika yazısının linkini vermiştim. İstanbul'a bu son gidişimde C. hediye etti kitabı, bu vesileyle hem C.'ye hem de Mehmet Bey'e çok teşekkürler. İki gecedir yatağa Morel'in Buluşu ile giriyorum. Küçücük bir kitap, ama ben bitmesin diye yavaş yavaş, gizemli cümlelerin tadına varmaya çalışarak okuyorum. Beni şaşırtıyor, heyecanlandırıyor, korkutuyor bu roman. Birdenbire ve hazırlıksız, en sevdiğim kitaplarımın arasına sıkı bir giriş yaptı Casares'in romanı. Çoğu zaman, inanılmaz cümlelerden başımı kaldırıp, yazarın bunu yazarken nasıl bir ruh hâlinde olduğunu düşünürken buluyorum kendimi. Sabaha karşı, gece lambasının aydınlattığı yine de karanlık! odamda, deli gibi şeyler geliyor aklıma. Bunu yazan normal biri olamaz, diyorum fısıltıyla, kendi sesimden korkarak. Delicesine merak ettiğim bir yazar Casares, tüm kitaplarını (işin kötüsü, çevrilen iki kitabını buldum sadece) okumak istiyorum. (Bir Fotoğrafçının La Plata Maceraları, C.'nin bana hediye edeceği kitap kargosunda sorun olduğu için geç gelmiş, şimdi İstanbul'da beni bekliyor kitap, saçmalık.) Neyse, durumlar böyle buralarda, daha önce çok sevdiğim Beyaz Kale hakkında kafamı toparlayıp bir şeyler yazamadım diye üzülürken şimdi de Morel'in Buluşu'nu yazma telaşına düştüm. Bakalım, ne zaman, nasıl olacak. Sözün özü, bu kitap bambaşka, okumadıysanız okuma listenizin bir köşesine yazın; muhteşem bir okuma zevki tadacaksınız ve hatta daha önce olmadıysa olağanüstü, inanılmaz zeki bir yazarla tanışacaksınız. Söylemiş olayım da, benden günah gitsin.
--------
p.s.: -Müzikleri dinlemeden geçmeyin sakın, hepsini tatil günü için, kahve keyfimin yanına yakışsın diye özenle seçtim;) 
-Morel'in Buluşu, Helikopter Yayınları tarafından basılmış. Çevirisi müthiş, Yourcenar'ın kitaplarından sonra, bir de bu kitapla beni kalbimden vurmaya devam ediyor yayınevi. 
 --------
-Kahve keyfi bitti, yazımı da yazdım, öyleyse şimdi sıcak bir banyo, yemek ve okuma zamanı. Morel'in Buluşu'na döneceğim, sanırım kitap bu gece bitecek, bakalım adada başka neler oluyor? Pek gizemli;p