Pazartesi, Nisan 29, 2013

şapşik kaktüs, ütopik enginar

(fotodaki kaktüsü bin yıl önce almış olabilirim; yaz, kış, sulu, susuz, bana mısın demiyor, hiiiç bana ilişmeden mis gibi yaşıyor kitapların arasında.)

"İşte senin gibi apayrı. Canına sokacağın geliyor. İşte gazete okuyor. İşte cıgara paketine imzalar atıyor. İşte portakal yiyor. İşte türkü söylüyor. Bilmediğin dilden bir türkü söylüyor. Arada bildiğin, kanında dolaşan şu Türkçe dilinden "karabuberim buberim buberim!" diyor. Sonra "Asepiya piluti Keton İbrahim!" İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım bil onu. Anla bakalım. Kendini anlat bakalım. İşte sıkılıyor. Geniş geniş nefes alıyor. İşte cıgara paketine sevdiğin parmaklar uzandı. İşte sevdiğin dudağın kıvrıntısından duman çıkıyor. Haydi bakalım. Bil onu bakalım. Kimdir? Senin hakkında ne düşünür? Şu saatte nerede olmayı ister? Senin sevgin umurunda mı?"
                                                                                    Yılan Uykusu/Sait Faik

Haber veriyorum; yaz geldi. Bunu sadece nevresimleri açık renklisiyle değiştirmemden, güneşin yakmasından, sokakta oynayan çocuk seslerinden filan anlamıyorum, bunu anlamsızca, hatta körlemesine "yine" Sait Faik öykülerine dönüşümden de anlıyorum. Rutin değişmedi tabii, nöbet yoksa sabaha karşı yattığımdan, öğlen kalkılıyor (uyku saatim yediden altıya düştü, sağlık olsun), neredeyse robot gibi çay demleniyor; normal çay artı kokulu çay artı kaçak çay, kahvaltı için biraz düşünme süresi tanıyorum kendime, o geçen zamanda çayın demlendiğini haber versin, unutmayayım diye kurduğum fırının alarmı çalıyor ve bingo, ne yiyeceğime karar verememişim. İnternet oyalanması, siteler, mailler, fotoğraflar, dosyalar, şu, bu, çay acıyor, işe bak, sonunda ben de çaya acıyorum; o çay içilecek, o keyif yapılacak. İlk başta mucize, sonra alışkanlık, rastlantı, en sonunda zorunluluk, yaşam pek tasarruf dahilinde değil, eh herkes Voltaire'in Candide'i de değil, "olabilecek en iyi dünyada yaşanan en iyi yaşam"ı yaşamıyoruz, yaşa gitsin öyleyse. Yaşıyorum.

Bu hafta sonu sınav var, söylemişimdir burada, bu meslekten emekli olursam diye saçma sapan bir bölümü sardım başıma, dersler pek acayip; Sağlık Hizmetleri Pazarlaması, Sağlık Hukuku, Sağlık Kurumları Mevzuatı, İktisat ve İşletme default tabii. Duyan da Mount Sinai'a işletmeci yetiştiriyorlar sanacak, türk işgüzarlığı işte. Çalışacağıma ff, kitap, dergi takılıyorum mis gibi, gönülden bağlandığım tek idol; orhan veli'nin dalgacı mahmut'u. A, bir de; hem emeklilik için bu bölümü okurken hem de arkeoloji'den emekli olabilir miyim diye fellik fellik ilan araştırıyorum! Nasıl olacak bu işler, ha? Saflık, şaşkınlık ve ayrıca şapşiklik parayla değil dostlar, kınamayın.

Hmmm, tamamdır, sayfayı havalandırdım, kalkayım şimdi. Kaç gündür hastane yemeği, sipariş derken sağlıklı bir şeyler yemiyorum, enginar yapayım madem. Tabii bunun için dışarı çıkıp enginar almak gerekiyor, eğer evde yetiştirmediysen. Ve güzel bir soru, neden evde sebze yetiştirmiyorum, üstelik kaktüsle kocaman bir adım attım sayılır.., sayılır mı, sayılsın.;/
----------------------
p.s.: -Şarkılar yaz için özenle seçildi, dinleyelim, dans edelim, hatta gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan.
-Header yine değişsin bakalım, yaz geldi artık böyle, on günde bir değiş tonton olacak. 
-Sait Faik'in güzelim hikâyesini okumak isteyen olursa (belki tekrar, tekrar), pdf linki şurada; Yılan Uykusu

Salı, Nisan 16, 2013

o bir gölgedir varlık sanırsın


Nisan yarılanmış bile. Neler oluyor yahu; zamanı bir yerinden tutamamak kabullendiğim bir şey tamam, peki ya zamanın elinde oyuncak olmak, buna ne demeli? İpi kokmuş kukla gibiyim, ne hafızam duruyor yerinde ne de aklım. Yuvarlanıp gidiyorum, neyse, hayırlısı.  Ne yaptım yuvarlanırken ona geleyim ben; izne ayrıldım, İstanbul'a gittim, döndüm ve dönmekle kalmayıp, iki nöbet bile tuttum. Çok fazla yarım kalmış iş var, onlar kafamı meşgul ediyor, ya geçiştiriyor ya da bir şekilde halletmeye çalışıyorum. Olmuyorsa da olmasın diyorum artık, hem Vonnegut nasıl akıl vermişti Mezbaha No 5 romanında; so it goes! Onun dediğini dua kabul edip tekrarlayıp duruyorum, çevirisini de severim ben; hadi, geçmiş olsun! Daha önceki yazıda çok oyalandığımı söylemiştim, internet başında dalıp gitmek kolay, ayrıca unutmaya da yarıyor. Eh işte görün modern zaman passiflorası'nın bana ettiklerini; elimdeki beckett'lar duruyor, ders çalışamıyorum, film izleme hızım azaldı vs. vs. Kitaplara dönmeli, en güzeli bu. Çünkü sadece onlar suçu almaz üzerine, sizi delirtseler, öldürseler bile sizi tanımazdan gelir, pişmanlığınıza uzaktan bakarlar. Kim böyle bir gölge istemez. İkiz kardeşin rahatlatıp vicdanımızı acıtan yakınlığı, kitaplar aynamız, evet onlara dönmeli.


Morel'in Buluşu'nu okuyalı çok oldu. O zamandan beri yazmak aklımdaydı ama neden bilmem olmadı bir türlü. Bazı kitapların demlenmesini beklemeniz gerekiyor belki de, lezzetini iyice anlamak, hatta tadına "gerçekten" varmak için. Beyaz Kale ile birlikte demlenen kitaplarımdandı Morel'in Buluşu, bugün aklıma geldi ve bir bira açıp size anlatmaya oturdum. Okuduğum en tuhaf kitaplardan biri bu roman, elime alıp bırakamadığımı hatırlıyorum. Düşünüyorum da zehir gibi yazarlar var şu dünyadan geçip giden, Casares için konuşuyorum; böyle bir kafa nasıl rahat eder yaşarken? Korkutucu bir hayal gücü. Romana geçemiyorum değil mi? Bunun nedeni ise dostlar, bira da korkutucu derecede güzel, içerken bin türlü şey hatırlatıyor insana, o la la la.. ;) (şu tonla söylüyorum, aman dikkat;p sabırsız, zamane insanları için yardımcı olayım, 31-32. saniye)

 

(bu şahane illüstrasyonlar norah borges'e ait. evet doğru tahmin; bu hanım borges'in kardeşiymiş, aile boyu yetenek. şu sitede başka çizimler de var, meraklısına.)

"...i have been here before
but  when or how i cannot tell: 
i know the grass beyond the door,
the sweet keen smell, 
the sighing song, the light around the shore ..."

Borges'in önsözüyle açılıyor roman, Borges, serüven romanıyla psikolojik roman arasındaki farkı ustaca özetleyip Ruslar'ın biz roman okuyucularına ettiği kötülüğü (latife yapıyorum tabii) anlatıyor; Ruslar hiçbir karakterin olanaksız olmadığını bıkkınlık verecek ölçüde gösterdiler, derken, aşırı mutlulukla intiharın, merhamet nedeniyle işlenen cinayetin, aşk yüzünden ihanetin tadına vardığımızı  ve bu çeşit mutlak özgürlüğün 'mutlaka' mutlak düzensizlikle son bulacağının altını çiziyor. Bunu söylemesinin nedeni Casares'in -bence bu önsöze hiç gerek duymayan- büyülü romanına işaret etmek. Ona göre polisiye kurgulu romanlar, akla uygun bir olayın önce doğrulayıp sonra ünlü kıldığı gizemli olayları anlatıyor. Şu cümleler onun, önsözü şöyle bitiriyor Borges; "entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum."

Olayları roman kahramanı anlatıyor, bunun nedeni kendisinin "sevimsiz mucize" diye nitelediği duruma şahit aramak, tanıklık edecek insan ve kanıt bırakmak. Adını bilmediğimiz ama bir suç işlediği için romanın geçtiği adaya kaçtığını iyi bildiğimiz bu kişiye kaçacağı yer fikrini bir sandalcı veriyor;  ezilen biri için bu dünyada tek bir yer var ama orada kimse yaşayamaz, diyor. Adada bir kilise, bir havuz ve bir müze dışında hiçbir şey olmadığını, üstelik adanın gizemi bilinmeyen, üzerinde yaşayan her şeyi dıştan içe doğru öldüren bir hastalığa ev sahipliği yaptığını belirtiyor. Orada yaşayanların önce tırnakları ve saçları dökülür, ardından derisi ve gözünün saydam tabakası ölür ve en sonunda ise tam anlamıyla yok olurlarmış. Tüm bu korkunç hikâye kahramanımızı fikrinden caydırmıyor, adaya gidiyor ve orada o 'meşum' güne kadar sessiz, sakin ve huzur içinde yaşıyor. Nedenini anlayamadığımız bir sebeple yapımı yarım bırakılan müzenin bir odasında kalmaya başlıyor. Yazın sürpriz yapıp erken geldiği, mevsimin sıcak bir gününde fonograftan yayılan müzik sesiyle irkiliyor. Kalabalık bir grubun adaya geldiğini şaşkınlıkla fark edip adanın ıssız bir yerine kaçıyor. Merak bitmez tabii, ortada bu kalabalığı adaya getiren ne bir uçak ne de bir gemi var. Ayrıca bu insanlar küstah bir şımarıklığa da sahipler, dans ediyor, kahkaha atıp, yüksek sesle konuşuyor, ölüm adasını utanmadan neşeye boğuyorlar. Zaman ilerliyor, günler geçiyor ve kalabalık bir türlü adadan gitmek bilmiyor. "Züppeliğin kahramanları yaşıyor burada (eğer terk edilmiş bir tımarhanenin sakinleriyle karşı karşıya değilsem)", diyor anlatıcı. Onu ele vermelerinden korktuğu için ağaç dalında yatıyor, gel gitlerden korunmaya çalışıyor ve bu zaman içinde daima davetsiz misafirleri izliyor. İlk önce hayal gücünün bir oyunu sandığı kişilerin zamanla gerçek olduklarını kabulleniyor. Bir gün bir şey oluyor; bir kadın her akşam gelip, kayalıkların önünde güneşin batışını seyrediyor. İlk önce ondan kaçan adam, sonra onu izlemek için içinde duyduğu dayanılmaz isteğe karşı koyamıyor. Kadın saçında bandanası, siyah saçları ve yanık teniyle "bohem" bir tip, böyle tarif ediyor onu, adı "Faustine". İstisnasız her gece kayalıklara geliyor Faustine, bir gün ani bir kararla ondan kaçmak istemiyor adam, ama kadın onu görmezden geliyor. Sanki başka bir boyutta, aynı şeyleri yaşamıyor, hissetmiyorlar. Üstelik adam bazı kapıları açamadığını, sesini duyuramadığını ve bazı maddelere dokunamadığını da anlıyor endişeyle. Dördüncü boyut nasıl olurmuş romanda böylelikle görüyoruz. Daha önce zamanda sıçramalı bir roman okumadıysanız benim gibi ağzınız açık kalabilir uyarayım. Her neyse, adamın kadına ilk görünme anında hissettiklerini yazmak istiyorum buraya, çok etkileyici; "oradaydı: renkli fularıyla, elleri dizinin üstüne kavuşmuş, dünyanın sınırlarını geriye iten bakışıyla...soluğumu bastıramadım. kayalar, deniz sallanıyor gibiydi." Sesini duyurmak istiyor, kadın bakmıyor, tenezzül etmediğini düşünüyor, ama hayır, başka bir şey var, davranışı beni işitmemiş gibi değil, diyor adam, sanki kulakları işitmeye, gözleri de görmeye yaramıyor kadının. Bir hayalete dokunmaktan korkuyor, bu his bile onu ürpertmeye yetiyor. Sizce de aşk böyle bir şey değil mi? Geçelim şimdi bilim kurguyu, macerayı filan, aşk aslında korkuyla karışık, adanış değil mi? Bana kalırsa öyle ama şimdi beni de geçelim romana dönelim. Kadının ilgisini çekmek için topladığı çiçeklerden uzun uğraşlar vererek harika bir bahçe yapıyor adam. Yazgısının bu alçakgönüllü girişiminin cezalandırılmaması için dualar ediyor, evet, bahçesi rüzgârla bozulmuyor, çiçekle kadına bir not yazmaya karar veriyor o da; bu adada ölümümü uyandırdın. Yok, hangi cümle daha etkili olur, bunun peşine düşüyor. Karşılaşma başarısız oluyor, kadın yine onu görmüyor, hatta bu sefer yanındaki sakallı adam da! Yabancı adamla kadının konuşmalarını dinliyor, aklına başka bir düşünce geliyor; acaba o mu görünmez? Bu ada beni görünmez yapmış olabilir mi diye şüpheleniyor, bunun işine geleceğini bile düşünüyor, çünkü o zaman kimseler görmeden Faustine'i kaçırabilir!

"Ne bir düşü gerçek, ne de bir gerçeği delilik olarak görmenin gerekli olduğuna inanıyorum."

Adada olaylar artık tekrar tekrar yaşanıyor. Kadınla sakallı adam kayalıklara tekrar geliyor, onun çiçek bahçesinin içinden özensizce geçiyor ve aynı ısrarcı, gizemli konuşmayı yapıyorlar; "-Bana olan bütün güveninizi kaybettiniz mi? -Hepsini -Eskiden bana inanırdınız. ... -İnanın bana Faustine... " Çocukken oynadığı bir oyunu düşünüyor adam, okuduğu kitabın resimlerine uzun süre bakıp, nesnelerin belli belirsiz ortaya çıkmalarını hatırlıyor. Tut ki öldüm! diyor, bu düşünceyle öyle çok heyecanlanıyor ki, (yazınsal ve düşünsel açıdan tabii;)), yaşamını özetlemeye koyuluyor. 

"Nereye gidiyoruz? İşitilmeyen müziklerin plakta durması misali tanrı bizi doğurtuncaya kadar nerede kalıyoruz? İnsanların yazgısıyla görüntüler arasında bir koşutluk görmüyor musunuz?"  ...." Şöyle ya da böyle, artık yaşamayanların görüntüsünün, dokunmasının ve sesinin bir yerlerde olması gerekir. (hiçbir şey kaybolmaz...)."

Sonrası; Faustine'in gerçekten yaşayıp yaşamadığı, ölümün bir kurtuluş olup olmayacağı, bilim kurgu, makineler, Morel'in tuhaf buluşu, bir mekânda sıkışıp bekleme, Dante’nin İlahi Komedya’sı, arafta kalma, filmler, görüntüler, kokular, sesler... Kitabın sonlarına doğru öyle çok yeri çizmişim ki şimdi dönüp baktığımda adadaki adam gibi düşünüyor, okurken gerçek bir cinnet geçirmişim diyorum;) Umarım bu satırlar merak uyandırmıştır sizde, daha fazla anlatıp işin heyecanını kaybettirmeden burada keseyim. Morel'in Buluşu, sadece okuduğum en güzel kitaplardan biri değil, aynı zamanda en deli, en belirsiz, en etkileyici kitap da oldu benim için. Gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum bu romanı; çünkü yaşadığımız şu hayat Casares'i tanımadan, onun yazdığı muhteşem satırları okumadan hep biraz eksik kalacak, inanın bana.

--------
p.s.: Bu yazıyı Casares'in memleketlisi Mercedes Sosa'yı dinlerken yazdım. Buraya da seçtiğim bir iki parçasını koydum, bakalım beğenecek misiniz? Son olarak, yazar romanını Borges'e adamış, bunu da önemli bir not olarak buraya düşelim. 

-Hmmm, header'ı da değiştireyim biraz nefes alsın sayfa. Hepimiz biraz tozlanmıyor muyuz durduğumuz yerde? Silkinelim biraz, hadi;p