Pazar, Mayıs 19, 2013

güzel atlar ülkesindeymişiz..

 


Yıllar sonra tekrar hipodroma gittim, hava güzel, atlar çoook güzel, keyifler yerindeydi ama hiçbir kuponumuz tutmadı. Sağlık olsun; sohbet ettik, atları seyrettik, inanılmaz büyük heyecan yaşadık. Şunu mutlaka söylemeliyim, aranızda yarış seyretmeyen, hipodroma gitmeyen varsa, mutlaka ama mutlaka bir kere gidip yarışları izlesin, gerçekten bambaşka bir ortam orası (evet daha önce söylemiştim, gitmediğinizi bildiğim için tekrarlıyorum;p). Ben böyle büyük bir heyecan görmedim, atlar bitiş çizgisine hızla yaklaşırken herkesin aynı noktaya kitlenmesi müthiş, o duyguyu çok çok seviyorum.


Bloğa daha önce yarışlarla ilgili bir yazı yazmıştım, hatta Fowles'un Yaratık romanından bahsetmiştim, bu yazı o kadar uzun olmayacak, hem yarın 24 nöbet var hem de yorgunum. A, bir de saat ikiyi geçiyor! (duruma birden ayan kadın;/) Hızla hızla geçelim! (bu da, ünlem ve elaine) İkinci hipodrom deneyimim fotoğraf albümü gibi olsun, burada dursun. Siz de heyecanla yarışlara hazırlanan, ve 'fekat' akşam evine elleri boş dönen Justine'in maceralarını fotoğraflardan takip edin bakalım. 




Geçen yarış yazısına koyduğum şarkıyı (patti smith-horses) koyuyorum yine, uzun zamandır dinlememiştim, güzel şarkıdır, çok severim. Son olarak; en son fotodaki atın güzelliğini görüyor musunuz, olağanüstü! Neredeyse bütün yarış atları parlıyorlar, şahane bir güzellik. Hemen yanındaki fotodaki mizansen ise müthişti, Hakan (abim) ve ben şekilden şekile girmiştik ama onu kestim. He heh, böyledir bu işler. 

Tamamdır, bu sefer almanca bitirelim;   Guten Abend! Hadi ben yatıyorum, gecikmeyin yatın siz de;p
 ----------------
A ha, güzel bir foto daha, hem bu fotoda Poliş de (clea) var. Hemen koyalım, sabaha da yatarım inşallah, maşallah;/

Çarşamba, Mayıs 15, 2013

"hiçbir şey kalmadı geriye, sadece köz"*

 
Hadi, yatmadan önce bir filmden konuşalım. Uykudan öncenin Justine'cesi olsun bu, ve bu konuşan kadın yarın sabahın köründe kalkmak zorunda olsa bile, yine kim bilir kaçta yatacak, onun için "uykudan önce" demesine asla inanmayalım, kapiş?;p Dün gece film izleyelim dedik poliş'le (clea), uzun süredir fırsat bulup film keyfi yapamamıştık, bir de Poliş'in İstanbul'a dönmesine az kalmışken iyi olur dedik, dedik demesine de, biz filme başladığımızda saat üçtü! Rakamla da yazmalıyım; 3! (o zamana kadar ne yaptın peki, diye hiç sormayın, bozuşuruz.) 
Hmmm, tamam hemen filme geçiyorum. (küçükken de böyle kaytarırdım, konu değişir ve toz olursun;p)
"Veneno para las Hadas" , Meksika yapımı, 84 tarihli bir film. Poliş bulmuş bunu, kült filmler ondan sorulur zaten, yine muhteşem bir film keşfetmiş, çok beğendim. Eğer, daha önce Henry James'in Yürek Burgusu romanını okumuş ya da kitabın uyarlaması 61 tarihli The Innocents filmini seyretmiş, o da olmadı cânım oyuncu Gregory Peck'li The Omen'i izlemişseniz bu filmin konusu size tanıdık gelecek. Çocuklardaki masumiyetin altındaki kötülük, sebepsiz can yakma isteği, vb. onlarca şey bahsettiğim bu eserlerin ortak derdi. Film, on yaşlarındaki Verónica ve Flavia'nın, musumiyetten şeytanîliğe, çocukluktan yetişkinliğe nasıl şaşırtıcı bir hızla geçtiğini gayet güzel vermiş, benim hoşuma giden bir ayrıntı da film boyunca hiçbir yetişkinin yüzünün özellikle gösterilmemesiydi. Sadece bir ya da iki karede yüzü görünen yetişkin karakterlerin ölü olması da ayrı bir güzellikti. Kısaca böyle durumlar. Filmi anlatmayacağım, izleyin bakalım siz nasıl bulacaksınız, ben çok beğendim

İlk defa kısa kestim. Yaş aldıkça zamanı kullanmayı daha iyi öğreniyorum sanki... acaba, neden olmasın, yok canım, hah ha saçmalıyorum yahu, ne alakası var? Siz de ciddiye alıp dinliyorsunuz ya beni, bravo!;p 

Yarın mesai var, sabahtan akşama kadar. Şükür, gece yatağımda yatacağım, hastanede yatmaktan öyle çok nefret ediyorum ki, yüz yıldır süren gece nöbeti rutinimi bile bırakmayı ciddi ciddi düşünüyorum artık. Şimdi, yatana kadar oraya buraya bakayım, meyve koymuştu Polişka üşenmezsem biraz kiraz yiyeyim ve sonra da uyku. Gelmeyince ne zor oluyor bir bilseniz. 
Adios.

--------------
p.s: 
 *Bahsi geçen şarkıdan.
- Şarkıyı filmle aynı ismi taşıdığı için buraya koydum, birbirleriyle ilgilerinin derecesini bilmiyorum.
- The Omen filminde, dadının intihar sahnesini hatırlıyor musunuz? İnanılmaz etkileyici bir sahnedir, düşündükçe hâlâ ürperirim;
"Damien! Damien! Damien, look at me! I'm over here! Look at me, Damien! It's all for you. Damien, I love you."
şuradan izleyebilirsiniz; 


-Ve bu yazı buraya yazdığım en kafası dağınık yazı, bu günlerde niye böyleyim ben, neler oluyor? Damien!

Pazar, Mayıs 12, 2013

bir karış sıkıntı

(Lantern Tangle / Kelly Vivanco)


"Chloé'nin gözüne giren güneş ışınlarından  birinin ucunu sertçe kıvırdı. Işın yumuşak bir hareketle kırıldı ve odadaki mobilyalar üzerinde dolaşmaya başladı."*

Hayal kurmayı beceremem ben, eskiden, çok küçükken biraz daha iyiydim, yatağa girdikten sonra uzun bir süre uyumam, düşünür dururdum.  Sonra ne oldu, ne değişti bilmem, gitti, kalmadı bir şey. Gerede'de hayal kurmaya çalışırken otelin tüm seslerini duyardım, müziğin sesini biraz daha açar, kulaklığımı daha fazla bastırırdım kulaklarıma, tıkırtılar azalır kendi müziğime sığınırdım. Eğer düşündüğüm şeye uymuyorsa müzik, uydururdum. Hayal kurmayı o yaşlarda gerçekten becerirdim. Otellerden ise hâlâ korkarım, gece duyulan ayak seslerinden de. Ama bunu geçelim. Otel yaşımdan çok çok önce, ilkokul zamanları kendimle konuşurdum, iç sesim o kadar yüksekti ki başka bir müziğe ihtiyaç duymazdım. Şimdi düşünüyorum da babamın tabutu evin alt katının girişinde taziyeleri ve belki de en çok kendi kaderini beklerken kulağıma sıkıca yerleştirdiğim kulaklık beni ağlama ve teselli seslerinden değil kendi iç sesimden korumak içindi, kendimle konuşmak cehennem gibiydi, konuşmamak için kendime uyuma taklidi yapmış, ajda pekkan'ın o kasedindeki şarkıları bir daha hiç unutmayacak şekilde beynime kazımıştım. Sanki, şimdi tüm sesler intikam alıyor. 

Ben çocuk yaşlardayken, evet boyum bir karışken; henüz televizyonun evlere yeni yeni girdiği zamanlar (ya da bizim eve yeni girmişti, bilmiyorum), tek kanalın kafasına göre takılıp bizi kendi seslerimizle baş başa bıraktığı zamanlardı o zamanlar, oturduğumuz köy evinin bahçesindeki kümese dadanmıştım. Tavuklar için tahtadan bir kümes vardı, içindeki beş on tavuk da benim eğlencem. Onlara yem verirken onların da benim gibi hemen hemen aynı şeyleri düşündüğünü ve inanılmaz sıkıcı bir yaşamları olduğu için bana minnet duyduklarını zannederdim. Şimdi bunu doğrulayacak ya da yanlışlayacak hiçbir şey yok tabii elimde, hâlâ tüm bu safsatanın gerçek olup olmadığını bilmiyorum. Ben çoğu saçmalığa inanırım, çoğu gerçeğe inanmadığım gibi. Her neyse, işte o tavuklarla iç sesimle konuşurken ben, büyük ve sessiz bir göz beni takip ederdi. Büyüktü; çünkü nereye gitsem beni görürdü, sessizdi; çünkü ne yaparsam yapayım asla beni uyarmaz bana karışmazdı. Mutlak gölge. Bir gün büyüklerin fındık topladığı bahçeye (çok büyük bir yerdi, tarla belki de) gitmem gerekti, yanımda uzaklardan gelen bir adam, ona eşlik edecektim. Uzun bir yol, yürümeye başladık, "isim, nerede okuduğum, şirin şey", faslını geçtikten sonra, adam bana İstanbul'da yaşadığı bir olayı anlatmaya başladı. Kullanacağı kelimeleri çocuk aklımın hizasına kadar indiriyor, tartıp biçtikten sonra bana servis ediyordu, adam askerdi, anlattıkları komik şeyler olmalı ki gülmeye çalıştığımı hatırlıyorum, gülmezsem ayıp olurdu ama başka şey düşünüp numara yaparsam, hayır anlamazdı. Tek sakınca yanlış yerde gülmemek, onu da becerirdim küçük aklımın hizasına indirilen kelimeler yormamış olacaktı beynimi, kurnazlığa işletmek zor olmuyordu. Çok daldım, doğru yerde güldüm, doğru yerde baş salladım ama yanlış tarlaya gittim. Küçüklerde gurur default geliyor, yalan söyledim; "eskiden burası bizim tarlamızdı, yeni sattık, dün de burada topladılar fındığı." Güldü, nefret ederken severken zorlanmadığımız kadar kolay nefret edilir o yaşlarda, o zaman en birinci düşmanım oldu o adam, hayallerimde kocaman bir düşmana ihtiyacım vardı, itinayla yerleştirdim onu oraya. Rahatlamıştım.

Şimdi, bu yaşlarda her şey nasıl da büyük mesele, nefret etmek bin tartıya, sevmek bin nedene bağlı, hep aynı şarkı kulaklarımda; hayat çok zor, hayat gerçekten zor. Öyleyse Günlerin Köpüğü'nü tekrar hatırlayalım; canımı sıkıyor, canımı sıkıyor, canımı çok sıkıyor. 
-----------
*Günlerin Köpüğü / Boris Vian