Pazartesi, Ekim 28, 2013

kış




Kış geliyor, haliyle kış hazırlıkları başladı. 


Şaka yahu, ben kim, bir şeye, bir yere hazırlanmak kim, çok zor bu cephede öyle işler. Ama bir dakika, kendime o kadar da haksızlık etmeyeyim, geçen zamanda pek önemli bir misafir ağırladım; telaş, heyecan içinde koşturdum, plan program yaptım. Buna hazırlanmak diyorsak buradan azıcık puan kapabilirim. Yukarıya fotosunu koyduğum turşu hikâyesini  de anlatınca bütünlemeye kalmadan geçerim sanırım. 

Sayılı gün, su gibi aktı bitti. Zaman, elimizde ne var ne yoksa üfleyip savuruyor, her gün daha çok şaşırıyorum geçen zamana, arkasından alık tipler gibi sayıklayıp duruyorum, ama daha dün, ama geçen gün... evet ben katıksız bir şapşiğim, itiraf ediyorum. (ve aramızda kalsın, ben en çok bu zaman denen şeyden korkuyorum.) 

Üflenip kaybolan zamanda neler yaptım peki? (Proust'a selam olsun, izindeyiz!) Geçici görev  diye bir bela vardı başımda, o teraneyi atlattım. Torbalı pek de ilgi çekici bir yer değilmiş yakından şahit oldum. İlk nöbetim bol kazalı, bol hastalı geçti. Hastaların alkol promilleri de yüksek olunca benim sinirler iyice bozuldu. Berbat bir nöbetti, o gün hem çok yoruldum hem de Gerede'deki ilk gençlik yıllarıma, oradaki trafik kazalı nöbetlerime döndüm.  Kötüydü.  Başka bir nöbette ise deli gibi yorulmuş halimle C. ile tartıştığımı hatırlıyorum. Kendi kendimi öldürüyorum, bu kesin. Hiç bir şey yokken birden cehennemi buluyorum, farkındayım ama elimden bir şey gelmez, kendimden vazgeçemem, bunca yıl taşıdığım saçma, anlamsız, tuhaf bir şey bu "kendim" dediğim şey, vazgeçip, değiştirmek kolay değil, bu da kesin. O günlerden aklımda kalan tek güzel ayrıntı, eve dönerken arabayı iyice yavaşlatıp şehirde çok yaşayamadığım sabahın güzelliğini seyretmekti. Romantizm filan yapmam, korkmayın, sadece gördüğüm olağanüstü güzelliği söylemeliyim. Ağaçları hiç o kadar net görmemiştim, yüzleri yeni yıkanmış gibi serin ve renkliydi hepsi. Yol boştu, birkaç uzun yol kamyonu ve yolcu minibüsü o kadar, fırsattan istifade doya doya seyrettim ben de, nefisti. 




(ilk fotoda C. uçaktayken onun için yapıp fotoğrafladığım muffinler var, gelince aç olur, atıştırmalık hafif bir şeyler olsun diye düşünmüştüm. heyecandan ikimiz de doğru düzgün bir şey yiyemedik tabii, kaldı güzelim çörekler öyle. o gece nasıl araç kullandığımı da bilmiyorum ya, allahtan yollar boştu.;) diğer fotolar arkeoloji müzesi'nden, bomboştu biz gittiğimizde, en son lisansta gitmiştim bu müzeye, yıllar sonra tekrar gitmek tuhaftı. c. olmasa yaşadığım üzüntü ve sıkıntıya dayanmak daha zor olurdu, eminim.)

Sonra, C. bayram tatilinde benim yanıma gelmeye karar verdi. Bunca yıllık beraberliğimizde hep ben ona gittim, ya da birlikte bir yerlere gittik, bu zamana kadar benim evime, benim yaşadığım yere hiç gelmemişti. Dramatize etmiş gibi olmasın, özellikle tercih ettiğimiz bir şey değildi bu; onun izni az ve sadece hafta sonları izinli, benim iki nöbet aram bile onun izninden fazla, haliyle benim oraya gitmem daha mantıklı oluyordu. Her neyse, bu uzun tatil bize yaradı, sevgilim de benim habitatımı sonunda görmüş oldu. Sabah kahvaltılarında çaylı, bol kahkahalı, komik sohbetler ettik, yatakta uzun uzun konuştuk, benim hep tek başına oturduğum, -hayır! bildiğiniz yayıldığım- koltuğa birlikte uzanıp film izledik, İzmir'i el ele, kol kola gezdik, vs. vs. Ama gelin görün ki ben bunlar hiç yaşanmamış gibi hissediyorum şimdi, sanki uzun bir rüya gördüm ve bitti.  Tuhaf. 

Ona çok kırılmıştım gelmeden önce, ne kadar istesem de yaşadığım şeyle, o sinir bozucu aptallıkla halleşemiyordum. Buraya geldiğinde konuşuruz diye düşünmüştüm, olmadı. Konuşmak ne kadar zor. Anlamak, güvenmek, affetmek, unutmak çok zor. Peki alışmak neden bu kadar kolay? Hadi bakalım, bir tane tuhaf da buraya gelsin; hayat tuhaf hanımlar beyler, hem de öyle böyle değil, pek tuhaf.





(tchibo'nun güleryüzlü çalışanının tavsiyesiyle aldığım -bayramda mühim misafirim var, çoook güzel bir kahve istiyorum demiştim;p- wiener melange'ı nefis çıktı, çok beğendim. evi de mis gibi kahve kokutuyor, bir taşla iki kuş. ilk defa çiğ börek yaptım, harika oldu ve biz o ağırlıkla gece seansına gravity filmini izlemeye gittik! son fotoda ise, şu blogta görüp aklımın bir köşesindeki "kesin yapılacaklar!" listesine yazdığım muhteşem omlet var. mutlaka ama mutlaka deneyin bu omleti, sadece çedar peyniri olarak benim kullandığım la vache qui rit markasının cheddar'ını kullanmayın. blogta yazan markayı filan deneyin ne bileyim, yeter ki benim düştüğüm hataya düşüp, sevgilinin kalbini kazanacağım derken kafasını kırmayın yeter.;) peyniri paketinden çıkarırken deliriyordum ama sonuç şahane oldu, bayıldık, bayıldık.)

Tüm tatiller, güzel günler hızla geçermiş, bu da geçti. Aklımda sadece birkaç güzel fotoğraf ve anı kaldı. Özellikle birini hiç unutmam; fuardaki arkeoloji müzesini (bu diğer müze, varyanttaki değil) gezdikten sonra şehrin gürültüsünden uzak, o muhteşem sessizlikte C. ile bankta oturduğumuz zaman büyülüydü; akşam oluyordu, uzaktaki lunaparkın ışıkları hiç anlayamadığım zamanı daha da  gerçek dışı yapmıştı. İçimden güldüğümü hatırlıyorum; bu benim yaşadığım şehir olamaz, demiştim, bu şimdi buraya kondurulmuş bir sahne, etraftakiler de şehre uğramış kumpanyanın oyuncuları olmalı. Lunaparka belki de onun için gitmedim, uzaktan sahneyi daha kusursuz yapıyordu, bir şeyler uzakta kalsın öyle, ben kafamda kurayım. Böyle güzel. 

(fuardaki manzara ilk fotoda. şikayet etmeden, sıkılmadan o bankta uzun bir süre oturduk, üstelik ikimiz de hastaydık! hastalık meselesini sonra anlatayım, sabah oldu yine. yalnız hikâyenin en trajikomik kısmı hastalık bölümünde saklı, bir ara anlatayım ki bizden ders alın.;) ikinci foto varyanttaki arkeoloji müzesinin bekleme salonundan -belki de lobisi, bilemedim şimdi-. ben de c.'yi çektim ama sormadan koymayayım dedim. insanın kendi fotoğrafları üzerindeki tasarrufu daha kolay, koy gitsin nedir yani?;p) 

Aaa, turşuları anlatmayı unuttum! Bravo bana, akşam çayı demlemeyi unutmuştum şimdi de bu. Ya yaşlanıyorum, ya da acilen b12'ye ihtiyacım var, durumlar fena. Of, saat 5 olmuş, turşu bahsini hızla özetleyeyim. Geçenlerde bir konuşmada turşu lafı geçince canım çok çekti ben de "yapayım ne var ki, atla deve mi?", dedim. İlk deneyimim bu, nasıl olacağını hakkında hiçbir fikrim yok. Nette bulduğum tüm tarifleri kolaj yaptım kafamda ve turşumu kurdum. Yalnız benim turşu ananemin ekolünden oldu, köy biberi ve büyük salatalıklarla. Akşam vakti çıktım manava gittim, haliyle ne kornişon bulabildim ne de başka bir sebze, işte o zaman ananemin güzelim turşularını hatırladım. Umarım benim derme çatma turşum da güzel olur, gelişmeleri saniye saniye aktarırım size, bakalım.. Hmmm, ama hayır, dün sadece turşu yapmaya karar vermemiştim, twitterda birden karşıma düşen Leylak Dalı'nın olağanüstü reçelini de (acı domates reçeli) denemeyi düşünüyordum. Ama ne domatesler artık yaz domatesi ne de benim vaktim vardı. Aklımda kaldı, kesin yapacağım fakat ne zaman olur bilemem. Yazı beklerim belki. 

Bir iki gündür elimde  Márquez'in Albaya Mektup Yok, isimli uzun öyküsü var, tam bu ayın, ekimin kitabı bu öykü. Hüzünlü, tuhaf. Onu da sonra konuşalım. Burada vedalaşalım, ben hızla yatağa geçeyim artık. Dedim ya size, sabahın güzelliğini böyle böyle kaçırıyorum işte. Yaz bitti, kış geldi ve hatta ömür geçiyor, hep aynı şey. Ben akıllanmam.